10.Bölüm


Namaz'a ilk tekbîr olan "İftitâh" (açış, başlangıç) tekbîri ile girilir. Buna "Tekbîr-i Tahrîmî" de denilir. Kul, bu tekbîr'i alınca: "Dünyâ ve kâinâtla, kısaca tüm mâsivâ ile alâkamı kesdim, onları kendime harâm ettim. Her zerremle sâdece sana, yalnız sana yöneldim ey Allâh'ım. Beni huzûr-u İlâhiyyene kabûl et", der. Diğer bir ifâde ile: "-İlâhî ente maksûdî ve rıdâke matlûbi" (- Ey Allâh'ım, yegâne maksad ve gayem Sensin, Sen'den tek istediğim, Senin rızândır. Benden memnun ve râzı olmaklığındır) demek istemektedir. İşte kul, tekbir'inde gönlüyle ve fikriyle böyle olmalıdır. Yine âbid'in namaz'da "Besmele"siz "Sübhâneke"yi okumasının maksadı ise: "Âbid kul, artık Rabbi'nin yüce divânına yönelmiştir. O'nun hoşnudluğunu kazanmak, O'na sevgi ve saygısını ispât edebilmek için, O'nun yüceliğini, kemâl mertebelerini anlatması, O sıfatlarla Rabbini övmesi gerekmektedir ki, İlâhî huzûra varmayı engelleyen perde hicâbları, bizzat Allâh tarafından zâtî tecellisi ile kaldırılsın. Bu övgünün en veciz ve nefis ifâdesi ise, Allâh'ın güzel ve yüce isimlerinden SÜBHÂN kelimesidir. Âbid, Rabbi'ni işte bu Sübhan kelimesi ile tesbîh eder, anar. Der ki: "- Sübhâneke Allâhümme ve bi hamdike ve tebâreke'smüke ve Te'âlâ ceddüke ve lâ İlâhe ğayrük."

"- Ey Sübhân olan Allâh'ım. Seni, Senin sıfatlarınla tesbih ve tenzîh eder, Seni her türlü noksan sıfatlar, fiiller ve isimlerden tenzih ederim. Sana, bütün gönlüm,fikrim, fiillerim ve tüm varlığımla HAMD ve SEMÂ ederim. Senin azametin, Celâlin ve Cemâlin pek yücedir. Senden başka Hakk ve gerçek Ma'bûd yoktur" demekdir. Bunun söylenmesi ise, âşık'ın ma'şûk'a aşkının ifâdesidin Kul, Sübhâneke deyince, Allâh ile aralarında bir mânevî bağ teessüs eder. Kul. İlâhî tasarrufların her zerresini hisseder. Kul, artık bir mıknâtısın manyetik alanında kalmış demir zerrecikleri gibi, irâdesi dışında mânevî bîr harekete, İlâhî bir raksa, semâya başlar.

Fâtiha-i Şerîfe'nin namazlarda okunmasının ister farz, vâcib, sünnet veya nâfile olsun, her namazda okunmasının şart ve farz-ı ayın olması, âlemin ve kâinâtın mâverâsına ulaşmak, ledûn ilminin ve iklîminin sırlarına ulaşmak içindir. Fâtihâ-i şerîfe okununca, âlemlerin mâverâsı zuhûr eder. Kul, bütün kâinâtı seyr eder. Sonra ledûn iklîmi'nin perdeleri aralanır, artık bu Zâtî tecellîler için rükû ve secde edilmesi gerekir. Allâh, huzûrunda duâ etmek için kuluna Fâtihâ Sûresi'ni lûtfetmîştir.

Fâtihâ-i Şerîfe'de yedi âyet olduğu gibi, kul'unda yedi nefis mertebesi (Etvâr-ı seb'a) vardır. Bu yedi nefis mertebesi, Fâtiha'daki âyet sırasına göre yorumlanır:

Fâtihâ'nın l.ci âyetiyle, bütün yaratıkların hâlikine, İlâhî kudretin varlık ve birliğine, hamd ve şükrün ona mahsus olduğu bildirilir. Fâtihâ'nın l.ci âyet-i kerîmesi olan: "El-Hamdü li'llâhi Rabbi'l-âlemîn" âyeti, kuldaki "Nefs-i emmâre"ye işâretdir. Zirâ emmâre nefse sâhib kul, Cenâb-ı Hakk'dan emîn olur. Allâh korkusunu hatırına getirmez: Allâh da bu birinci âyette kuluna korku vermez. Hep Rabbi kuluna rahmetini söyler. Kul, Allâh'ın rahmetinden ümid keserse, daha fazla suç işler. Bu sebeble "Er-Rahmâni'r-Rahîm" sözü ile "Merhametlilerin en merhametlisi" olduğunu ve bu şefkatini kuluna hatırlatır.

"Rahmân" ismiyle o ezelî rahmetdir. İnanan, inanmayan, iyi-kötü, zayıf-kuvvetli, her varlığa Rahmetini istisnâsız tahsis eder. Yaradılış (fıtrat) Allâh'ın Rahmânlığı'ndan doğan rahmetinden zuhûr eder.

"Rahîm" ise, çok merhametli demekdir. Bu merhamet, varlıklann son bulduğu, âhiretdeki Rahmet'e ait olup, âhiretde Allâh tarafından sadece kendisine dünyada yani ervâh âleminde inanmış mü'mînlere tahsîs edilmiştir. Kâfirlere ise, dünyâ hayâtında İlâhî emirleri reddedip, âsî oldukları için cezâ ve elîm âzâplar vardır.

Yine "Rahmân" sıfatı ile "Emmâre" ve "Levvâme" nefs arasındaki, kulların hâlini belirtir.

"Rahîm" sıfatı ile "Levvâme" nefs mertebesine ulaşan kulların haline işaret edilir. "Rahîm" kelimesinin idrâkine varan kulda, kendini ve nefsini "Levm etme", yaptıklarından pişmanlık duyup, tevbe etme arzûsu doğar. O zaman Allâh'ın "Rahmet" deryâsı kabarır ve taşar. Kul, bu sayede "Emmâre"den "Levvâme"ye geçer. "Levvâme"de bu defa "Allâh korkusu" başlar. Bu korkularından emniyetleri daha üstün olduğundan, "tevbe"leri de sâbit olmazlar, olamazlar. Suçu tekrarlayınca, Cenâb-ı Hakk Celâl tecellisi gösterir. Ve kuluna "Mâliki yevmi'ddîn" (hesâb gününü)'i hatırlatır. Kul'un gönlüne, din gününün şiddetli hesâbının korkusu düşer ve istiğfâra koşar.

Namazda bu kelimeyi söyleyen kul, mahşer gününün haşyet ve heybetini kalbinde hissederse "Levvâme nefsi" aşarak, "Mülhime nefse" yükselir. Korkuyla da olsa kul nefsini, ateş korkusu ile her kötülükten alıkor. Bu Cehennem korkusu, kulun nefsindeki "Emniyete" üstün geldiğinden, tevbelerinde sâbit olurlar ki, bu "Mülhime nefs" terbiye ve tezkiye makâmına ulaşma hâlidir.

Kul, Allâh'ın huzûrunda duâ'ya devam eder ki, buhal "İyyâke na'büdü ve iyyâke nesta'în" diyerek, bu âyetin idraki ile "Mutma'inne nefse" ulaşır. Zira, "Mülhime nefs"de kul, bilmeyerek de olsa "kul'a kul" olur ve gizli şirkde kalabilir. Kendisi gibi olan diğer kullardan istekleri olur. Yani kul, henüz mâsivâdan kurtulmuş değildir. Oysa "Mutma'inne nefs"de yalnız Allâh'dan yardım diler ve yalnız Allâh'a kulluk edileceği idrâkine ulaşır ki, bu kâmil bir mürşidle mümkün olur.Bu makâmda kul "Cehennem korkusu"ndan geçer.

Kul'un önünde sır hazîneleri açıldıkça açılır. İlâhî kudret, kerâmet şeklinde tecellî eder.Buna sevinirken, gönlüne başka bir korku gelir, "Mâsiyet (Günâh) korkusu" yani "İlâhî" emirleri lâyıki ile yerine getirememek, üzerlerindeki "Velîlik" elbisesini lekelemek korkusu" ile kul hüzne düşer. Bu sebeple "Mutma'inne nefs"deki kul'dan kerâmet tecelli edince utanır, tevekkül ve "rızâ" kapısına yönelir.
"İhdina's-sırâta'l-müstakîm" şuuruna ulaşır ki, bu "Cemâl yol"'dur. Burada, Allâh'dan râzı olmanın ağır mes'ûliyyeti vardır. Bu ise "Râdiyye nefs" mertebesidir. Bu mertebeye ulaşan kul, bu âyeti derin bir huşû ve korku içinde okur, kul Allâh'ın kazâ ve kaderine tam bir teslimiyyet gösteremezse, bu Cemâl yolunda müstakîm'den sapar veya İlâhî seyrini tamamlayamaz, yolda kalır. Aslâ hedefine varamaz. Kul, Allâh'ın rızâsına bu kadar yaklaşmış iken kaçırırsam ne yapanm, diye vuslatı elinden kaçırmak korku ve hüznü içindedir. Zirâ, daha evvelki makamlarda başına gelen kaza ve belada kul Allâh'a isyân içinde olur. Sadece bu makâmda tam bir teslimiyyet duyar. Kazaya rızâ, burada kemâl bulur.

"Sırâta'llezîne en'amte aleyhim" âyetini okuyunca, "merdıyye nefs" mertebesine ulaşır. Bu makâmda kul, sadece Allâh'dan korkar, dünya ve âhiret için bir murat, kasıt ve korkulan yoktur. Bu İlâhî sıfatı kazanan kuldan Allâh her an, her saniye razıdır. Onlar da O'ndan razıdırlar. Bu korku, İlâhî rıza'yı, Allah aşkını kaybetme ve vuslâtta kalamama korkusudur.

"Ğayri'l-magdûbî aleyhim ve le'd-dâllîyn" âyetini söyleyince, kul dünya hayatında doğru yoldan sapmamayı murad eder. Bu sapma ve*sapıklık, bilerek veya bilmeyerek yapılır. İkisi de aynı akibete uğrar.

Bu idrake eren: "Sâfiyye nefs makâmı"na ulaşır ki, bu makâmda kul; Allâh'ın gazâbından kurtulur. Fakat gönül gözlerini bir an Cennete, mânevî ni'metlere çevirdiklerini bilirler. Onlar, Allâh'ın haremine dahil olabilmek için nazarlarını mülke, melekûte, Ceberût'e çevirmezler. Zira, onlar bilirler ki:

1. MÜLK, âlimin şeytanı,
2. MELEKÜT, ârifin şeytanı,
3.CEBERÜT ise gerçeğe vâkıf olan kemâl ehlinin şeytanıdır.

Bu üçünden birine meyl eden, İlâhî dergâh'dan ve huzûr-u İlâhî'den koğulur. Zât-ı İlâhiyye'ye kurbiyyet ve vuslat şansını kaybederler veya en azından mânevî dereceleri durur.
Bu makâmı aşabilen kulun karşısına, yani "Allâh'ı dileyen kul"un karşısına:

1. İsteyen,
2. İstek,
3. İstenen

gibi üç durak, üç perde çıkar. Bu tevhîd'i üç sanan İsevî zünnârına benzer. O zaman kul'a Hitâb-ı İzzet: "- Öyle demeyin, gözünüzle gönüllerinizi birleştirin" der. O zaman, İsteyen ve İstek yok olur. Geriye mutlak ve bâkî olan tek Allâhu Zü'l-Celâl ve'l-Kemâl Hazretleri kalır.

Nitekim, "- Varlığın öyle bir günâhdır ki, onunla hiç bir günâh kıyâs edilemez." buyurulmuştur. Demek ki, beşerî varlık ve benliğinden geçemeyip, ölmeden önce ölmesini bilmeyen, yani "- Mûtû kable ente mûtû" sırrına ulaşamaz. Yakınlık ve Adn Cennetine aslâ vâsıl olamaz. Bunu başaranlar ise, "Canlı cenâzeler" gibidirler. Onlar üzerinde mâsivâ ve nefsin korkusu dahi bulunmaz. Onlar Ehlu'llâh (Allâh dostları)dırlar.

Namaz'da Allâh, kulunu başka bir şeye (mâsivâ) iltifattan, ilgiden men etmiştir. Zirâ, Allâh'dan gayri ile meşgul olmak, kul'u Sevgili'nin müşâhedesinden men eder. Namaz, Allâh ile kul'u arasında ikiye bölünmüş bir ibâdet şeklidir. Yarısı Allâh'a, diğer yarısı ise kul'a mahsusdur. Bu, kul ile Allâh arasındaki bir mânevî yolculukdur. Bu "Mi'râç" şöyle ifade edilebilir:

Kul, "Besmele" ile "'Fâtiha"ınm l.nci âyetini okur, Allâh: "- Kulum beni andı ve hamd etti" der.

Kul, "Er-Rahîm" der. Allâh: "- Kulum beni senâ etti. Yüceltip, tenzîh etti" der.

Kul, "Mâliki yevmi'd-dîn" der. Allâh: "- Kulum beni temcîd etti, işini bana bıraktı, tevekkül etti" der.

Fâtihâ'nın yarısı olan üç âyeti Allâh'ın zâtına mahsusdur: Kul, "İyyâke na'büdü ve iyyâke nesta'în" der. Allâh da: "- Bu, benim ile kulum arasında bir bağdır ve kulumun dilediğini vereceğim" der.. Kul, "İhdina's-Sırâta'l-müstakîm" ve "Sırâta'llezîne en'amte aleyhim ğayri'l-mağdûbî aleyhim vele'd-dâllîn" der. Allâh da: "- Bunlar kuluma mahsusdur. Kulum dilediğinde ihlâs ehlidir" der.

Böylece, her namazda neden "Fâtiha"nın okunmasının vâcib kılındığı daha iyi anlaşılır. Fâtiha-i Şerîfe öylesine bir zikirdir ki, benzersizdir. Nitekim, "Hakk'ı zikreden Hakk'a yoldaş olur". Zira Allâh: "- Beni zikredenin yoldaşıyım" der. Böylece kul mi'râcını tamamlar ve vuslat yolculuğunu tamamlamış olur.

Kısaca toparlarsak; kul, tekbîr getirip, Fatihâ'yı okumağa başlayınca, Rabb'in emri olan rûh, nefs üzerinde tekbir getirmiş ve nefs madde kaydından kurtulmaya başlamış olur. Rûh, Fâtiha'daki ilk üç âyeti yalnızbaşına okur. Nefse: "- Âlemînin, akıl sahibi şuurlu varlıkların yani insanoğlunun Rabbi, terbiyecisi Allâh (C.C.)'dır. Her Hamd ve Senâ O'na mahsus ve layıkdır. O, merhametlilerin merhametlisi, din gününün sahibi ve mutlak hâkimidir." diyerek, nefsi kötülüklere karşı uyarıp korur. Nefsi tezkiye ve terbiye ederek, onu ruhânî hüviyyetine lâyık hale koyar.

"- İyyâkena'büdü ve iyyâke nesta'în" ile nefs, İlâhî kelâm'ın haşyeti ile Rûh'un emrine girer. Rûh ile birlikte Rabbi'ne münâcaatda bulunur. Kul: "- Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz" diye, Rabbi'ne yalvarınca, Allâh (C.C.): "- Kulumun dileği verilecekdir" buyruğunu verir.

Kul, zikre devam ederse, Rûh aradan çekilir ve nefsi Fâtihâ'nın son üç âyetini okumak üzere Rabbi ile başbaşa bırakır. Böylece namazmı tamamlayan kul, İlâhî Rızâya nâil olur.
Allâh ile kul'u arasında müşterek olan "Fâtiha Sûresi"nin âyeti "- İyyâke na'büdü ve iyyâke nesta'în"dir.

<Devam Edecek>

Derleyen : İbrahim Beğen
Pamuk Yayıncılık

http://sufizmveinsan.com

22
.01.2002

 


Üst Ana sayfa e-mail