4.Bölüm


28- "Kâinatın zâhirine bakma. Çünkü hepsinin hakikatları Allâh'dır. Dünya der ki: "Ey sâlik, bana bakma. Bende kalıpta oyalanma, ben fitneyim. İleriyi, ileriyi iste."

Keşif ve benzerlerinin hepsi, birer hicabtır. Allâh yolunda aşılması gereken yetmişbin hicap (perde) vardır. Hiç bir makamda kalma, her mertebede ne zuhur ederse ondan kaç. "Allâh'ım zât'ından başka matlûbum yoktur." de ve hiç bir makamda durma. "Zidnî" (daha ver) diye iste.

29- "Allâh'ı, Allâh ile bilen kimse, bütün eşyayı Allâh'ın kudretiyle bilen kimseden üstündür."

Allâh'ı biliş üç şekilde oluyor:

I- Allâh'ı Allâh ile bilen.

II- Allâh ile eşyayı bilen.

III-Eşya ile Allâh'ı bilen.

Allâh'ı Allâh ile bilen "ehl-i huzur" ve "ehl-i şuhûd" dur. Hakk'ı Hak ile gören böyle kişiler işi aslından tutar. Böyle kişilerle diğerleri arasında çok fark vardır.

30- "Allâh'dan başka her şeyin varlığı kendinden değil, hakîki var olan Allâh'ın varlığındandır."

Biz, Allâh'ın varlığına o kadar müstağrak olduk ki, O'nun varlığına delil aramayız. Belki başka varlığı onun varlığı ile isbat ederiz. Başka varlığı da bir Hakk halinde görürüz. Mesalâ: Bir odanın içine giren Güneş hüzmesinin geçtiği istikâmette atmosferin varlığını ve onun içindeki her şeyi de zerreler şeklinde görürüz. Bu odaya Güneş girmezden evvel ne atmosferi ve ne de onun içindeki zerre halindeki maddeleri görüyorduk. Güneş girmeden evvel yok olduklarını zannettiklerimiz Güneş hüzmesiyle var oldular. İşte biz ve bütün kâinat Allâh'ın yanında böyleyiz ve varlığımız Allâh iledir.

31- "Ey âşık, ey sâlik bütün mâsivâullâh bir seraptır. Nasıl olurda bu mâsiva, Allâh'a perde olur? Allâh'ın yarattığı bir şey Allâh'a perde olamaz. Zira her şeyin zâhiri Allâh iledir. Hey şeyde zâhir olan da onun nûrudur."

Öldüren ve dirilten Allâh olduğunu görmek gerekir. Yediğin ve gördüğün güzel şeylerdeki güzellikler, O'nun dur. Huve'l-evvel, huve'l-âhir, huve'l-zâhir, huve'l-bâtın odur. Her şeyde zâhir olan Allâh olduğu halde, nasıl oluyorda o şeyler Allâh'a perde oluyor? Olamaz. Çünkü her şey O'nun inâyetinin mahkûmudur. Kâfirin küfrü, mü'minin imânı, âşıkın aşkı O'ndandır. Her yerde ve her zerrede Allâh'ı gör ve Allâh'ı unutma. Ezelen, ebeden zâhir olan O'dur. O <<OL>> demeden bir şey zuhûr edemez.

32- "En ziyade kabûle lâyık amel, yani kalplere en fazla feyiz veren amel, görmeden yapılan ameldir. Amelini görmemen lâzımdır."

Bir kimsenin amelinin Allâh yanında kıymetli olabilmesi için, o kişi kendinde zuhûr eden ameli ben yaptım dememeli. Allâh verdi demeidir. Ben yaptım derse, o kimsenin yaptığı amelin Allâh yanında hiç bir değeri yoktur. Zirâ Allâh'ı tesbih etmek, ancak Allâh'ın kudretiyle ve inâyetiyle oluyor. Her şeyi yaptıran Allâh'dır. Kul, Allâh'ın amelinin zuhuruna bir kanal ve bir vasıtadır. Çünkü amel senin değil, O'nundur. Amelini görmemek lâzımdır. Tsavvuf yolunda zikir, Allâh için yapılır.  Allâh için yapılan amele de güvenmemek lâzımdır. Ancak Allâh'a güvenilir.

33-   Ey kul, gece yarısı, uykudan kalkıp yalvarmanı istemesi Allâh'ın arzusudur. Bu yalvarış ve isteyişin senin değil, Allâh'ın isteğinin sende zuhûrudur. Yâni Allâh isteğidir. Böyle yapış, Allâh'ın seni kendine çekmek arzusudur. Allâh bunu sana, seni ereden kurtarıp, müessir-i ilâhî'sine ulaştırmak için yapar.

Ben ancak seni isterim demelisin. Allâh'ın yarattığı olan eserlerin kulu olma. Çünkü eserler hırsız olup, seni Allâh'dan çalarlar. Serlerden Allâh'a bakma. Doğrudan doğruya Allâh'ı gör. Çünkü; kâlbe bir olan Allâh girer.

34- "Vârid, Allâh'dan gelen hâl, nûr, ışık olup, insanı Hak yolunda aydınlatır. Bu ışıkla Allâh'a dönülür."

İmân nûru, yâkîn nûru olup, kâlplerin mahyasıdır. Sen bu ışıkla, yani aşkı ilâhî ile Allâh'a gidersin. Akılla ancak sidre-i müntehâ'ya gidilir. Ondan öteye "Refref" (aşk-ı ilâhî) ile gidilir. Nûrlar kâlbin, zulmet nefsin askeridir. Allâh bir kuluna yardım yapmak istediği zaman aşk ve muhabbeti ile ihâta ederek, o kulunu zulmetten ve mâsivaullâh'dan keser.

"Lâ ilâhe illallâh" ve lâfza-i celâl (Allâh) ve benzer evrâd, Allâh'ın nûrlarıdır. Allâh'ın varlığına inandık. Allâh'dan başka varlık yoktur, her şeyde görülen O'dur. Öyle ise hey şey O'dur. Biz yâkîne erdik, kim kime ibadet edecek deyip, dalâlete düşenler çoktur. O, Hakk'a değil bâtıla ermiştir. Allâh'a en yakın Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimiz'dir. O, son nefesine kadar namaz kıldı. Yakınlık ne kadar  iyi olursa, ahkam-ı şer'iyye o kadar eksiksiz tatbik edilir. Ahkâm-ı şer'iyye'de eksiklik olursa o sapıklıktır.

Kâlb emelini kaldırıp, Hakk'a güvenmek ikbâldir. Amele güvenmek idlâldir. Sakın, senden çıkan ibâdet ve taatla iftihâr etme. Bu idlâldir. Çünkü senden çıktığı için kusurludur. Ta'atın Allâh'ın inâyeti ile senden çıktığını gör. İşte bu ikbâldir. Çünkü Hak'tan çıkan her şey eksiksizdir.

35- "Ey âşık, Hak'tan gayri her şey (mâsiva) senin düşmanındır. Bunları Hak ile görürsen senin için iyi. Mâsivayı Hak ile göremezsen acıdır, Cehennemdir.

Bir kıssa:

Şam'da oturan bir zât'ı methettiler. O, ârif bir zât imiş. Gittim ve onu buldum.

O zâta: "Seni burada oyurtan kimdir, niçin oturuyorsun?" dedim.

O d: "Sen onu ararsan bulamazsın, bulursan yetişemezsin" diye cevap verdi ve devam etti: "Bunu nasıl anlatayım? O, kâlbe girince Ne Cennet, ne Cehennem kaygısı ve ne de ortada sen kalırsın". Sonra şöyle dedi: "Ey Allâh'ım, ben senden uzak olduğumu zannediyordum, meğer değilmişim. Beni neden ifşâ ettin?".

Ben ona: "Sen büyük bir zât'sın, bir nûr ve kandilsin. Herkes senden istifâde eder" deyince, o: "-Ah" diye bir nârâ attı ve ilâve ederek: "Ey âdem, ben halk filan bilmiyorum. Ben Hak'tan başka bir şey bilmiyorum.  Sen ne söylüyorsun? Ey semâvât, benim kalbimde ne Cennet, ne de Cehennem vardır. Hiç bir şey yok. Ancak Hakk vardır. Sen bunu bilirsin Allâh'ım. Eğer ben böyle isem beni hemen öldür" dedi ve oracıkta öldü. Yedi kişi gelir, onu yıkar. Bu yedi kişi şöyle söylerler:

I- Bilinmekten sakın,

II- Bilinmekten sakındığını kendin bile bilme. İdrâki tamamen mahbûbuna bırak. Her şeyi unut, ancak Allâh'ı unutma.

  36-  "Cennet ve mertebeleri pek çoktur. Fakat Cennet, Allâh'ı görmekler mümkün olur. Allâh'ın seni sevmesi, kâlbini istilâ etmesi ve her şeyi onunla görmen, Cennettir."

Cennet, O'nsuz Cehennemdir. Cehennem, O'nunla Cennnettir. Bir azap duydun canın yandıç Bu azâbı Allâh ile görürden tatlıdır. Şu hâlde asıl azâp ve Cehennem, Allâh'dan ayrılık ve O'ndan uzaklıktır. Senin gözünün, gönlünün Allâh'a bağlılığı cemâl'dir. Dünyada iken Allâh'a bağlılık ne kadar kuvvetli olursa, âhirette O'nun cemâlini görme, o kadar kuvvetli olur.

Ey kul, her şeyi Allâh için yap. Her şeyde Allâh'ı gör ve Allâh'ı kendine zevk edin.

37-"Gerçek hüzün, senin her üzüntünde Allâh'ı göremeyip hatırlamamandır. Eğer her gamda Allâh'ı görebilseydin hüzün diye bir şey olmazdı."

Peygamberimiz (s.a.v.) "-Hüzün benim ayrılmayan dostumdur." demekle, her hüzünde Allâh'ı gördüğünü belirtiyor.

Allâhu Teâlâ der ki: "Yâ Dâvûd, benimle ferâhlan, beni anmakla zevk duy."

Böyle olunca kalp nûrlanır, mârifet gelir ve her şey ayân olur.

Buna dayanarak, dâima yaratılanı yaratanla görmeli. Yaratılanı görmekle yaratanı unutmamalı. İnsanlar, Allâh'ın tecelliyatının sahnesidir. Tıpkı sinema ve Karagöz perdesi gibidirler. Perde insan  makine ve filimler de Allâh'ın celâl ve cemâlinin tecellisi gibidir.

38- "Allâh'ın senin üzerine olan nimetlerinin tamamı kifâf-ı rızık (az bir rızıkla yetinmek) tır. Fazlası seni azdırır.

Kifâf-ı rızık, seni fenâliklarda alıkoyar. Peygamber (s.av.) Efendimiz bir hadisinde: "Allâh'ım, Al-i Muhammed'e kifâf (kâfi) miktarı rızık ver."

Yine bir başka hadisde: "-Rızkın hayırlısı kifâf miktarı, hayırlı zikir de hafî olandır." buyurmuşlardır.

Bir Ayet-i kerimede Allâh (C.C.) şöyle buyuruyor: "İnsan kısmı tuhaftır. Kendisinde bir varlık zuhûr ettiği vakit, varlığın nereden geldiğini bilmez. Ben'im; gayrime nist der."

39- "Ey âşık, senin hoşlandığın bir şeyin az olması, sende mahsunluk doğurur."

Hikâye: -Padişahın birine misilsiz cevherden bir bardak vermişler. Padişah, bu bardağı kalbine pek raptedmiş ve pek sevinmişti.

Vezirine sordu; "-Bu bardağı nasıl buldun?"

Vezir: "-Bu bardağı musibet ve fakirlik timsali görüyorum. Bu seni sevindirmekten ziyade üzer. Çünkü kırılırsa üzülürsün, çalınırsa fakir olursun." diyerek bu gerçeğe işaret etti.

40- "Seni her şey bidayette avlar. Fakat sonunda ya sen, ya o ölür. Binâenaleyh ona fazla bağlanma, bâtına bağlan. Zâhirperest olma. Zirâ, zâhir fânidir."

Anlaşılıyor ki, herşeyin zâhiri, insanı aldatıyor, senin için zararlı oluyor. Bâtın ise, sakın bana bağlanma der. Dâima Allâh'ı gösterir. Câhil zâhire, âlim bâtına bakar. Mesala göz oyunun hakikatını bilenler, bâtın (gizli) olan meddâhın san'ant yönünden üstünlüğüne hayran olurlar. Anlamayan diğer seyirciler zâhirden yâni perdede görünenden zevk alırlar.

41- "Ey ârif, insanların senden yüz çevirmeleri ve seni zemmetmeleri eğer seni üzüyorsa, Allâh'ın senin hakkındaki ilmine bak. Allâh seni sevdi ise, halkın sana ezâ etmesi bir kıymet ifade etmez. Yeterki Mevlâ senden râzı olsun. Mahzûn olma, üzülme. Allâh'ın seni sevmesi ve kendi yolunda kullanması işe yarar."

Halkın sana hürmet etmesinden hoşlanmandan Allâh hoşlanmaz. Halkın hoşlanmasından sakın. Halkın seni meth etmesine sevinme, zem etmesine üzülme. Ancak Allâh'dan hoşlanmalısın. Evlâdın, malın ve herşeyin senin için fitnedir. Ancak Allâh'ı seveceksin.

Bir hadis-i  şeriflerinde Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: "Bir suya attığın vakit, su nasıl açılırsa Allâh'ın nûru bir mü'minin kalbine indiği vakit, onun kalbi de öyle açılır, genişler. Hoş ve lâtif bir sahra olur."

Bunun üzerine ashâb: "-Ey Allâh'ın elçisi, eğer tabiatın ve şehvetin uğursuzluğu ile o mü'm,nde kalbin açıklığını görecek olan göz, perdeli veya tozlu olursa; o mü'min, kalbinde bir genişlik ve açıklık peyda olduğunu nasıl bilir?"

Peygamber (s.av.) Efendimiz: "İmân edenin kâlbi bütün dünya ehli, dünya malı, mülkü ve lezzetinden soğur. Bunlardan hiçbir zevk almaz. Dünya dostlarından ve kendi ahpablarından sebepsiz ve kendi yabancılık duymaya başlar. O imân  eden, bu nûrun indiğini işte bunlarla bilir." buyurdu.

Allâh, mahlûkları ile sana ezâ ettiriyor. Bunu onlardan yüz çevirmen için yapıyor. Böyle yapınca, sen olardan soğuyorsun. Allâh, kendine döndürmek, seni her şeyden koparmak için böyle yapıyor.

42- "İnsanların seni zemmetmelerinden kızıp onlar tarafından sevilmeni istemen, Allâh'ın sana verdiği ilme, seni sebmesine ve Allâh'a karşı şirktir."

Sen Allâh'ın bilgisine kanaat edip, Allâh'ı seveceksin. Başkalarının seni zemmetmesi ve seni kızdırmasına mütessir olma. Seni methedenlerden hoşlanma. Çünkü ancak hoşlanılacak olan Allâh ve Allâh'dan gelenlerdir.

43- "Tevâzû, kibirli olmamak, kendini yok bilmektir. Binâenaleyh Allâh'la bir olmak lâzım. Allâh'la bir olan kendi aczini bilir ve unutmaz.."

Bir kimsenin büyüklere hürmetli, küçüklere şefkâtli olduğunu ve kendisinin tevâzu ettiğini biliyor olması kibirdir. Yani bir kimsenin kendi yaptığını hatırlayıp, bilmesi kibirdir. Tevâzu yapıyorum demek kibirdir. Çünkü bu bir varlıktır. Varlık ise kibirdir, kibirden gelir.

Tevâzu şudur ki: Hakikat itibariyle bir varlık görmeyip, her şeyi Allâh'dan bilmek, herkese hürmet etmek ve bunu bilmemektir.

Tevâzu demek, nefsini alçaltmak demektir. Binâenaleyh nefsini hiç görüp Allâh'ı bilmek ve Allâh'ı görmek kendinin ancak kul olduğunu düşünmek lâzımdır.

44- "Asıl tevâzu, Hakk'ın azameti karşısında aczini bilmektir."

Allâh'ın ganî oluşu karşısında, kendinin fakir olduğunu anlar ve Allâh'ın bütün vasıfları karşısında, kendi aczini görmekle, kendi vasıflarında kurtulup tevâzuya geçebilirsin.

45- "Mü'min, Allâh'ı metheder. Fakat bu methini Allâh'dan bir şey istemek için değil, Allâh'ı sevdiği için yapar. Allâh'ı Allâh ile sever ve senâ eder."

Şeyh-i Şibli der ki:"-Kim ki Hak'tan gayriyi görürse, onun kıymeti yoktur."

Cennet için ibâdet eden Cennetin kuludur. Cehennemden kaçmak için ibâdet eden de böyledir.

Allâh için ibâdet eden ise, Abdullâh (Allâh'ın kulu)dır.

Fakat Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyuruyor; "-Yâ Râbb, ben Cenneti ve beni Cennete yaklaştıracak sâlih ameli isterim."

Hadis de: "Siz Allâh'ı sevmek isterseniz, bana tâbi olunuz. (bana uyunuz)" buyrulmuştur.

Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bütün harekâtını Allâh için yapardı. Allâh âşığı olup, Resûlullâh'a uyanlar da, sevgili olan Allâh'dan bir menfaat gözetmezler. Çünkü âşık, bütün varlığını Allâh'a vermiştir. Birisi, "-Ben Lâ ilâhe illallâh'ı nefsim için derim" derse mürteddir.  Lâ ilâhe illallâh, Allâh için söylenmelidir.

Allâh (C.C.) bir kul için Hz. Mûsa'ya şöyle buyurdu: "-Ne güzel kuldur. O, bana kendini teslim etti. Yalnız onun bir ayıbı var. Seher vaktinde esen rüzgârdan pek hoşlanır ve onun her zaman esmesini ister. Halbuki beni seven hiçbir şeyden hoşlanmaz. Beni sabah rüzgârıyla anlıyor."

Bir zât, Allâh'a uzun zaman ibâdet ve tâat etmiş. Bir gün ağacın tepesinde öten kuşun Allâh'ı zikrettiğini fark etmiş. Bu kul o kuştan pek hoşlanıyor. Allâh o zamanın peygamberine vahyediyor: "Git o kuluma söyle, kuşla ünsiyet peyda etmek istiyor. Halbuki beni seven hiçbir kimseyi sevmeyecek. Ben onun derecesini indirdim."

46- "Aşıklar, varlığı ve ameli olmadığı için Allâh'da fâni olduklarından, ancak Allâh'ı ve O'nun rızâsını isterler. Başka bir şey istemezler. Aşıklardan gayrılar, böyle değildirler."

Allâh'a ermek seyr-i sülûk  ile olur. Seyr-i sülûk (müridin Allâh'a yürüyüşü)  senin şu maddi vücudundan geçip, kurtulman ve heykel-i beşeri nûr etmekle mümkün olur. Eğer bu heykel-i beşer ve nefsin olmasaydı, seyr-i sülûk da olmazdı. Çünkü hâşâ, Allâh ile senin aranda mesafe yoktur. Zira Allâh sana şah damarından daha yakındır. Şu halde sülûk, şu vücudunu nefisten kurtarıp, rûha kalbederek, Allâh'a vâsıl olmak içindir.

Allâh, sana yakındır. Fkat nefsin kendini görmesiyle, seni Allâh'a uzak tutuyor. Fakat seyr-i sülûk seni nefisten kurtarır, asıl haline getirir. Yâni Allâh'a vâsıl eder.

Allâh kendinden kendine tecelli etmesiyle bir nûr hâlkoldu. Buna Allâh: "Muhammed (övülmüş)" dedi. Hz. Muhammed (s.a.v.) bütün âlemin ve rûhların babasıdır. Zirâ bütün ruhlar ondan yaratıldı.("Adem, su ile toprak arasında iken ben Nebî-i Zîşândım." Kudsî hadisi, bu hususu doğrular.). Allâh'ın aşkının eseri olan Ruh-u Muhammedî (s.a.v.), cism-i pâkî ile hâtem-i nebî olarak dünyaya geldi. Bu heykel-i beşer olmamış olsaydı, sâlihlerin seyr-i sülûku olmazdı. Seyr-i sülûk ile letâfet peydâ olup, ruhlaşır (Ruha erer). Bu hâl, Nefs-i mutma'inne'de olur.  Nefs-i mutma'inne, rûh makamıdır. Bu halde, nefis vücûdu bırakır ve vücud da rûhla berâber olur. Mutmainne'de "irciî" hitâbına mazhar olunur.

<Devam Edecek>

Derleyen : İbrahim Beğen
Pamuk Yayıncılık

http://sufizmveinsan.com

11.12.2001

 


Üst Ana sayfa e-mail