47-
"Ey insan, Allâh seni melekût âlemi ile bu âlem arasında mutavassıt
kıldı. Bunu, bütün mahlûkat arasında senin âdemiyyet kıymetini
takdir etmek için yaptı. Yani seni kendiini bilmen için böyle yarattı."
Kendi
varlığını Allâh'dan bilirsen ârifsin. Varlık Allâh'ındır. Sen
yoksun, varlığını kendinden bilirsen bu şirk-i hafîdir. Allâh'ı inkâr
edersen, şirk-i celî'dir.
Ey
insan! Sen bir cevhersin ki eşin yok. Bütün kainat seni saklar. Sen nazrgâh-ı
ilâhî'sin. Allâh, seni sekiz sıfât-ı ilâhîsi ile yarattmıştır. Şu
halde sen zât-ı pahî ilâhî'sin.
Sıfât-ı ilâhîye mazharsın. Şu halde, Allâh seni kendi için, her şeyi
de senin için yarattı.
Adem
(a.s.) de kâinatın her şeyi var (taş, toprak, ateş, su). İşte bana göre
sen, Allâh'ın bütün zât-ı pâk-i ilâhîsinin, saıfatının mazhar-ı
tâmmı (zuhur ettiği) olan insansın.
Allâh,
bir hadis-i kudsîsinde şöyle buyuruyor: "Ey insanoğlu! Nasıl ki
dünyâda herşeyi senin için yarattı isem, seni de kendim için yarattım."
Şu
hadis-i kudsiye göre bir yürüyüş sırası göstermek icabederse, hâşâ
Allâh önde, Allâh'ın arkasında ve onu takip eden insan ve insanın peşinde
de, dünya ve ahiret ile dünya ve ahiretteki herşey sıralanabilir. İşte
böyle kimseler, kâmil insanlardır ve bu insan da efendidir. Yeryüzünde
bu efendilere pek az rastlanıyor. İşte sırr-ı İlâhî ve Allâh'ın zât-ı
pâk ilâhî'si ile sıfatlarının mazhar-ı tâmmı bu insanlardır. Sırtını
Allâh'a çevirmiş ve yüzünü kendi için yaratılana döndürüp, onların
peşinden giden, insan değil, maddenin, masivanın esir ve kölesidir.
Halbuki insan Allâh'ın esiri ve kölesidir. Allâh'ın kölesi ise
mahlukattın efendisi ve kâmil insandır. Diğerleri, neyin peşinden
gidiyorsa, onun esiridir. Dünya perest, şehvet perest gibi.
İnsanın
cimaniyetini kainat ihata etmiştir. Fakat ruhaniyet itibarıyla
"Halifet'ullâh" olan insan, bütün kainatı muhittir. Bunu içindir
ki: "Ey insan, sen Allâh'dan ayrı olursan ufacık bir maddesin. Fakat
kendini bilir ve varlığının Allâh'dan olduğunu idrak edersen,
kainattan büyüksün, kainatı ihata etmiş durumdasın. Şu halde merteben
I.Cismanî; II.Rûhanî olarak, iki şekil arzeder. O halde, kendini tanı
ve kıymetini bil. Rûhaniyet
itibarı ile arş senin. Sana gayb alemleri açılmadıkça, bu maddi kainat
ile ihata edilmiş bir haldesin. Eğer Allâh'ı bilirsen, kainat senin
muhafazandır. Sen onu ihata etmiş durumdasın. Öyle ise: ey insan, gâye
Allâh'ı bilmek ve bilerek ibadet etmektir. Zaten Allâh da seni, kendisini
bildirmek için yarattı.
48-
"Ey sâlik, sen bu dünya âleminin anasırının (taş, toprak, ateş,
su) tabiatıyla bulunuyorsun. Bunları yaratan Allâh'ı bilemezsen sen bu
anasırın içinde mahpussun. Eğer Allâh'ın varlığını ve herşeyin
Allâh'dan geldiğini bilirsen, sen Allâh'la birsin ve sen bütün kainatı
muhitsin. Bu durumda kainat sende hapistir."
Binâenaleyh,
eğer sen hakkı bilirsen eşya senin hademendir. Eğer sen Allâh'ı
bilemezsen sen eşyanın hademesisin.
Şeyh-i Şiblî (k.s.) diyor ki: "Allâh'ı bilenin kalbine hiç bir eşya
girmez."
"İmânın
kuvvetliliği, senin Allâh'ın emirlerine vaktinde uyuşuna bağlıdır."
49-
"Ehlûllâh gayb'dan
haber verir ve onda başkalarının yapamadığı fiiller zuhûr eder.
Bununla beraber, bu zatlarda beşerî vasıflar olan zaîflik, fakirlik,
hastalık da görülür. Çünkü bu sıfâtlar beşeriyetinin zâtî vasıflarıdır."
Fakat
onlarda Hakk'ın tecelliyâtı zuhûr edince, onlar her şey olurlar. Tecellî
elinden alınınca, yine fakir, zayıf ve muhtaçtırlar. Tıpkı Güneşin
doğmasıyla gecenin kalkması ve gündüzün zuhuru ile de her şeyin âyân
oluşu gibidir. Güneş gidince de gece yine gelir. Zirâ dünyânın zâti
sıfatı karanlıktır, kendinde bir aydınlık yoktur. Binaenaleyh anla ki,
sende zuhûr eden kudret, kuvvet ve varlık Allâh'ındır. Kendinden bilme.
Zirâ sen, aslen fakir, zayıf ve muhtaçsın. Eğer varlığını ve sende
zuhur edenleri kendinden bilirsen, düşersin. Böyle hâllerinde hemen Allâh'dan
emân dilemek gerekir. Zirâ Allâh emânı ve emân dileyeni çok sever.
50
- "Zâhir olan ameller, bâtının kuvvetine bağlıdır. Kâlpte uyanıklık
ve sevgi olmazsa ondan âh ve zikir çıkmaz. Çünkü zâhirde olan
fikirler kâlpteki tefekkür ve görgünün neticesidir."
Allâh
(C.C.), seni sana bildiriyor ve varlığının da Allâh'a müstenit olduğunu
öğretiyor. Sonra Allâh'ın kâlbine verdiği nûrla kaynıyor ve Allâh
diye zikrediyorsun.
51
— "Nice ihtiyarlar vardır ki, ömürlerinin çoğu geçmiş. Bu geçen
ömürlerinde aşk-ı ilâhî ve amel-i sâlih olmadığından, onlar pek boş
ve soğukdurlar. Zaman az kaldığı halde, elde hiçbir şeyleri yoktur. Bu
durumda tek çâre Allâh'a emân deyip, yalvarıp ağlamaktır."
Seni
Hak'tan alıkoyacak bir şey olmadığı halde, Allâh ile meşgûl
olmuyorsun, bundan büyük aptallık yoktur.
52
- "Tefekkür, kalbin seyâhât etmesidir." Hz. Peygamber (S.A.V.):
"Bir saatlik tefekkür, altmış yıllık ibâdetten hayırlıdır."
buyuruyor.
Âyet
de: "Fe Firrû ilallâh" (Allâh'a kaçınız)buyuruluyor.
Allâh'a ancak tefekkürle kaçılır.
Efendimiz
(S.A.V.) şöyle buyuruyor: "Allâh'ın varlığını anlamak için göklere
bakın, yere bakın, kendi nefsinize bakın. Bütün bunların yaratılışın
olup olmadığını düşünün. Çünkü bunlar, Allâh'ın varlığını,
birliğini gösteren hakikatlerdir. Lâkin Allâh'ın zâtını düşünmeyin.
Allâh acaba şöyle midir? Böyle midir? Onun görmesi, işitmesi nasıldır?
diye düşünmeye kalkmayın. Çünkü buna kudretiniz yetmez. Ne kadar özenseniz
bunu hakkıyla bilemezsiniz, şaşırırsınız. Bilgi ve görgü ölçüleriniz
buna yetmez."
İşte
tefekkür, Resûlullâh'ın şu buyruğuna göre yapılır. Zirâ Hakk'ın zâtı
düşünülemez. Çünkü insanlar mahlûktur. Bunun içindir ki, âsâra
bakıp bütün âsârın yaratılışını tefekkür edip, "sübhânallâh"
demelidir.
53
- "Tefekkürden hâlî olan kalp, karanlık, aldanış ve cehâlet mekânıdır."
Şu
hâle göre, tefekkür kalpteki îmân nûrunu iyi parlatır ve yandırır.
İlim, hâl; hâl ise hakikat; hakikat de Hakk olur.
Tefekkür,
kalbin seyri'dir. Eserleri ve âlemleri tefekkür et. Tefekkür, kalbin
kandilidir. Tefekkür olmayan kalp, karanlık eve benzer. Zirâ tefekkür
bir nûr'dur.
Tefekkür,
îmân ve tastikdir. "Her eserin bir müessiri vardır" diyerek
inanmak demektir.
Tefekkür
görmedir: Hakk'ı görüp, düşünmekdir. Bu hâl, meczûb ve Allâh'a
erenlerde olur. Bu durumda o kimse eşyâyı görmez. Bütün hassalan ile
hep Allâh'ı görür. Tıpkı birkaç dakika Güneşe bakıp da eşyâya
baktığımız zaman, eşyayı göremediğimiz gibi.
54
- "Başlangıçlar sonların aynıdır. Bidâyeti iyi gecenin sonu nûr
olur."
Bir
kimsenin başlangıcı (çocukluğu) Allâh ile yürürse, Allâh ile nihâyet
bulur. Akıllı olan kimse, Bâkî olandan ferâhlanır. Fânîden
ferahlanmaz.
55
- "İsteyişindeki maksat, Allah'ın ezeldeki takdirini bozmak niyeti
olmasın. Allâh, istediği için istemelisin. Çünkü Allâh senin her hâlini
biliyor. Acaba senin istemenle mi olacak?"
"Allâh'ım
benim her halimi biliyor, istemekten edep duyarım" diyen, Hz. İbrahim
aleyhisselâm gibi olmalı. İşte ey sâlik! Allâh kemâlâtını Âdem'de
izhâr etti. Ey Sâlik! Kıymetini tanı ve iyi anla.
Hadis-i şerifde geçiyor: "Kim ki, nefsini (aczini, fakrini, muhtaç
olduğunu) bilir, Allâh'ını bilir."
İnsan,
Allâh'ın emânetinin hammalıdır. Binâenaleyh insan, çok yüksek bir
varlıkdır.
56
- "Asıl olan, nefsin benlik ve arzularından geçmektir. Bir anda
Mekke'ye gitmek veya gelmek değildir. En büyük kerâmet Hz. Muhammed
(S.A.V.) Efendimiz'in ahlâkı ile ahlâklanmaktır."
Efendimiz
buyuruyor: "Kim ki, kâhine, falcıya gider ve ona inanırsa Allâh'ın
Kur'anı'nı inkâr etmektedir ve kâfirdir."
Bâyezid-i
Bistâmî hazretleri diyor ki: "- Bir müslümân bir siniyi havaya
atsa da üzerine otursa, sakın inanmayınız. Onun hareketlerine bakınız.
Eğer bu hareketleri Hz. Muhammed'inkine uyarsa keramettir. Değilse istidrâçdır
ve şeytandandır."
57
- "Allâh, kuluna yakındır. Fakat kulun gaflette bulunması, yâni
Allâh'ın yakın olduğunu bilmemesi, kulun Allâh'a uzaklığını gösterir."
58
- "Allâh'a hiçbir şey perde olamaz. Bütün mahlûkâtta ve her
zerrede görülen O'dur. Öyle ise hiçbir şey O'na perde olamaz."
Dâimâ
Hakk'ın seni gördüğünü bil ve unutma. Kısaca söylersek, Hak senin
ile beraberdir. Gözünün görmesi, kulağının işitmesi, hep Allâh
iledir.
59
- " Allâh, bazı kullarına nimetleri yağdırır. O adam Rabbi'nin
ihsanları karşısında utanır ve yolunda iyi yürür. Bazıları da şımarır,
ihsâna isyân eder. Bu sefer Allâh onu imtihân zincirine bağlar."
Allâh,
insanları illet (hastalık), gillet (fakirlik), zillet (horluk) gibi "üç
şeyle" imtihân zincirine bağlar. Böyle olunca, varlıklar daralır,
sıhhat bozulur. Allâh'ın imtihân veya ihsân etmesi seni kendine çekmek
içindir.
60
- "Allâh'ın en büyük mükâfatı, seni huzûrunda tutmasıdır. O
seni tutmasaydı, senin canın sıkılır ve kaçardın."
61
- "Amel edenlere, Allâh'ın kendilerini taatında tutması, onlara kâfi
mükâfat değil mi? Bu taatta zevk duymak da kulun çalışmasının mükâfatıdır."
Sen
namaz kılarken bir zevk duyuyorsan, bu Allâh'ın senden râzı olması ve
seni sevmesinin bir alametidir. Kulun ibâdetinden zevk alması, Allâh'ın
acele olarak verdiği mükâfat ve sevgisinin sonucudur. Eğer namazda için
sıkılıyorsa, daha nefsin sopa istiyor demektir. Allâh'ın sopasına
tahammül güçtür.
Allâhü
Teâla buyuruyor: "Allâh, âhirette Cennet ve köşk verir. Fakat en büyük
mükâfat, Allâh'ın senin kalbine üns ve sürûr ile rızâsını
vermesidir." Dünyâda Cennet nimetlerinin benzeri, gece yarısı Allâh'a
namaz kılmaları ve ağlayıp yalvarmalarıdır. Bunlar Cennet zevkidir, Dünya
zevki değildir.
62
- "Ey âşık! Ey derviş! Allâh'ın keremini ve ihsânını kuluna göstermek
için verir. Eğer vermedi ise, bu da Celâl ve kahrını göstermek içindir.
Her ikisini de göstermek fâil-i mutlak olduğunu anlatmak içindir."
Âlemin
yaratılışı, -Allâh'ı bilmek ve ona ibâdet etmek içindir. Allâh'ı
her iki cihette de (celâl ve cemâl) görmek ve bilmek lâzımdır. Tek
taraflı görürsen kulluk yapmış olamazsın. Allâh'ın vermemesi hâlinde
müteessir olursan bu oluş, Allâh'ı hem celâl hem de cemâl sahibi olduğunu
bilmeyişinden ileri gelir. Eğer müteessir olmazsan, bu da Allâh'ı bilişindendir.
63
- "Senin Allâh'a taatin Allâh'a vuslata vâsıta olmaz. Fakat düşer
de Allâh'a yalvarmaya başlarsan, vuslata ermiş olursun."
Taatla
vuslat olmaması, yâni kapının açılmaması, ibâdetine varlık göstermemenden
ileri gelir. Kendin amel yaptığın zaman başkasınm yapmadığını ve
kusurunu görmek varlıktır. Başkasının kusûrunu görmemek şarttır.
Kulluğun
vasfı, hep zillettir. Seni Allah'a yalvartan günahın gördüğün, beğendiğin
taatinden iyidir. Çünkü âbit, zillet sâhibidir; yalvaracakdır. İzzet
ise Allâh'ındır. Sen izzet gösterirsen, vuslat kapısı açılmaz. Şu
halde, zillet veren ihtiyaç, taatine vücud vermekten çok daha hayırlıdır.
Asinin kırık kalbi, mûti (itâat ehli)nin kibirinden çok hayırlıdır.
Hikâye:
Beni İsrâil'den bir âbit namaz kılarken başına birisi basmış. Âbit
kızmış ve: "Vallâhi Allâh seni affetmez" demiş. Allâh da o
âbidin peygamberine vahyederek; "- Allâh, o âbidi
affetmeyecek." diye emir buyurmuştur.
Hz.
İsâ (A.S.) ile bir sâlik yolda giderken, arkalanndan da bir âsî
geliyormuş. Bu pek meşhur olan âsi "Allâh'ım beni affet, şu salih
kulunla birleştir" diyor. Sâlih kul da "Ya Rabbî! Şu âsî
kulunla beni cem etme." diye duâ etmiş.
Allâh
(C.C.) Hz. İsâ (A.S.)'ya bildirerek: "Sâlikin amellerini reddettim,
âsiyi de affettim. Çünkü sâlik, kendi amelini gördü, gururlandı."
demiştir. İnsan, kendisini bütün mahlûkâttan aşağı görmelidir.
Cüneyd-i
Bağdâdî (K.S.) hazretlerine sormuşlar: "Sen şu köpekten üstün müsün?"
Hz.
Cüneyd cevap veriyor: "Eğer Allâh beni affederse, köpekten üstünüm.
Affetmezse köpek benden üstündür."
Başkalarının
kötülüklerinin affını Allâh'dan dile. Kötülere kötü deme, küfür
ve kötülük illeti ile hasta olduklarını söyle.
<Devam
Edecek>
Derleyen
: İbrahim
Beğen
Pamuk Yayıncılık
http://sufizmveinsan.com
18.12.2001
|