5.Bölüm


47- "Ey insan, Allâh seni melekût âlemi ile bu âlem arasında mutavassıt kıldı. Bunu, bütün mahlûkat arasında senin âdemiyyet kıymetini takdir etmek için yaptı. Yani seni kendiini bilmen için böyle yarattı."

Kendi varlığını Allâh'dan bilirsen ârifsin. Varlık Allâh'ındır. Sen yoksun, varlığını kendinden bilirsen bu şirk-i hafîdir. Allâh'ı inkâr edersen, şirk-i celî'dir.

Ey insan! Sen bir cevhersin ki eşin yok. Bütün kainat seni saklar. Sen nazrgâh-ı ilâhî'sin. Allâh, seni sekiz sıfât-ı ilâhîsi ile yarattmıştır. Şu halde sen zât-ı pahî  ilâhî'sin. Sıfât-ı ilâhîye mazharsın. Şu halde, Allâh seni kendi için, her şeyi de senin için yarattı.

Adem (a.s.) de kâinatın her şeyi var (taş, toprak, ateş, su). İşte bana göre sen, Allâh'ın bütün zât-ı pâk-i ilâhîsinin, saıfatının mazhar-ı tâmmı (zuhur ettiği) olan insansın.

Allâh, bir hadis-i kudsîsinde şöyle buyuruyor: "Ey insanoğlu! Nasıl ki dünyâda herşeyi senin için yarattı isem, seni de kendim için yarattım."

Şu hadis-i kudsiye göre bir yürüyüş sırası göstermek icabederse, hâşâ Allâh önde, Allâh'ın arkasında ve onu takip eden insan ve insanın peşinde de, dünya ve ahiret ile dünya ve ahiretteki herşey sıralanabilir. İşte böyle kimseler, kâmil insanlardır ve bu insan da efendidir. Yeryüzünde bu efendilere pek az rastlanıyor. İşte sırr-ı İlâhî ve Allâh'ın zât-ı pâk ilâhî'si ile sıfatlarının mazhar-ı tâmmı bu insanlardır. Sırtını Allâh'a çevirmiş ve yüzünü kendi için yaratılana döndürüp, onların peşinden giden, insan değil, maddenin, masivanın esir ve kölesidir. Halbuki insan Allâh'ın esiri ve kölesidir. Allâh'ın kölesi ise mahlukattın efendisi ve kâmil insandır. Diğerleri, neyin peşinden gidiyorsa, onun esiridir. Dünya perest, şehvet perest gibi.

İnsanın cimaniyetini kainat ihata etmiştir. Fakat ruhaniyet itibarıyla "Halifet'ullâh" olan insan, bütün kainatı muhittir. Bunu içindir ki: "Ey insan, sen Allâh'dan ayrı olursan ufacık bir maddesin. Fakat kendini bilir ve varlığının Allâh'dan olduğunu idrak edersen, kainattan büyüksün, kainatı ihata etmiş durumdasın. Şu halde merteben I.Cismanî; II.Rûhanî olarak, iki şekil arzeder. O halde, kendini tanı ve kıymetini bil.  Rûhaniyet itibarı ile arş senin. Sana gayb alemleri açılmadıkça, bu maddi kainat ile ihata edilmiş bir haldesin. Eğer Allâh'ı bilirsen, kainat senin muhafazandır. Sen onu ihata etmiş durumdasın. Öyle ise: ey insan, gâye Allâh'ı bilmek ve bilerek ibadet etmektir. Zaten Allâh da seni, kendisini bildirmek için yarattı.

48- "Ey sâlik, sen bu dünya âleminin anasırının (taş, toprak, ateş, su) tabiatıyla bulunuyorsun. Bunları yaratan Allâh'ı bilemezsen sen bu anasırın içinde mahpussun. Eğer Allâh'ın varlığını ve herşeyin Allâh'dan geldiğini bilirsen, sen Allâh'la birsin ve sen bütün kainatı muhitsin. Bu durumda kainat sende hapistir."

Binâenaleyh, eğer sen hakkı bilirsen eşya senin hademendir. Eğer sen Allâh'ı bilemezsen sen eşyanın hademesisin.
Şeyh-i Şiblî (k.s.) diyor ki: "Allâh'ı bilenin kalbine hiç bir eşya girmez."

"İmânın kuvvetliliği, senin Allâh'ın emirlerine vaktinde uyuşuna bağlıdır."

49- "Ehlûllâh gayb'dan haber verir ve onda başkalarının yapamadığı fiiller zuhûr eder. Bununla beraber, bu zatlarda beşerî vasıflar olan zaîflik, fakirlik, hastalık da görülür. Çünkü bu sıfâtlar beşeriyetinin zâtî vasıflarıdır."

Fakat onlarda Hakk'ın tecelliyâtı zuhûr edince, onlar her şey olurlar. Tecellî elinden alınınca, yine fakir, zayıf ve muhtaçtırlar. Tıpkı Güneşin doğmasıyla gecenin kalkması ve gündüzün zuhuru ile de her şeyin âyân oluşu gibidir. Güneş gidince de gece yine gelir. Zirâ dünyânın zâti sıfatı karanlıktır, kendinde bir aydınlık yoktur. Binaenaleyh anla ki, sende zuhûr eden kudret, kuvvet ve varlık Allâh'ındır. Kendinden bilme. Zirâ sen, aslen fakir, zayıf ve muhtaçsın. Eğer varlığını ve sende zuhur edenleri kendinden bilirsen, düşersin. Böyle hâllerinde hemen Allâh'dan emân dilemek gerekir. Zirâ Allâh emânı ve emân dileyeni çok sever.

50 - "Zâhir olan ameller, bâtının kuvvetine bağlıdır. Kâlpte uyanıklık ve sevgi olmazsa ondan âh ve zikir çıkmaz. Çünkü zâhirde olan fikirler kâlpteki tefekkür ve görgünün neticesidir."

Allâh (C.C.), seni sana bildiriyor ve varlığının da Allâh'a müstenit olduğunu öğretiyor. Sonra Allâh'ın kâlbine verdiği nûrla kaynıyor ve Allâh diye zikrediyorsun.

51 — "Nice ihtiyarlar vardır ki, ömürlerinin çoğu geçmiş. Bu geçen ömürlerinde aşk-ı ilâhî ve amel-i sâlih olmadığından, onlar pek boş ve soğukdurlar. Zaman az kaldığı halde, elde hiçbir şeyleri yoktur. Bu durumda tek çâre Allâh'a emân deyip, yalvarıp ağlamaktır."

Seni Hak'tan alıkoyacak bir şey olmadığı halde, Allâh ile meşgûl olmuyorsun, bundan büyük aptallık yoktur.

52 - "Tefekkür, kalbin seyâhât etmesidir." Hz. Peygamber (S.A.V.): "Bir saatlik tefekkür, altmış yıllık ibâdetten hayırlıdır." buyuruyor.

Âyet de: "Fe Firrû ilallâh" (Allâh'a kaçınız)buyuruluyor. Allâh'a ancak tefekkürle kaçılır.

Efendimiz (S.A.V.) şöyle buyuruyor: "Allâh'ın varlığını anlamak için göklere bakın, yere bakın, kendi nefsinize bakın. Bütün bunların yaratılışın olup olmadığını düşünün. Çünkü bunlar, Allâh'ın varlığını, birliğini gösteren hakikatlerdir. Lâkin Allâh'ın zâtını düşünmeyin. Allâh acaba şöyle midir? Böyle midir? Onun görmesi, işitmesi nasıldır? diye düşünmeye kalkmayın. Çünkü buna kudretiniz yetmez. Ne kadar özenseniz bunu hakkıyla bilemezsiniz, şaşırırsınız. Bilgi ve görgü ölçüleriniz buna yetmez."

İşte tefekkür, Resûlullâh'ın şu buyruğuna göre yapılır. Zirâ Hakk'ın zâtı düşünülemez. Çünkü insanlar mahlûktur. Bunun içindir ki, âsâra bakıp bütün âsârın yaratılışını tefekkür edip, "sübhânallâh" demelidir.

53 - "Tefekkürden hâlî olan kalp, karanlık, aldanış ve cehâlet mekânıdır."

Şu hâle göre, tefekkür kalpteki îmân nûrunu iyi parlatır ve yandırır. İlim, hâl; hâl ise hakikat; hakikat de Hakk olur.

Tefekkür, kalbin seyri'dir. Eserleri ve âlemleri tefekkür et. Tefekkür, kalbin kandilidir. Tefekkür olmayan kalp, karanlık eve benzer. Zirâ tefekkür bir nûr'dur.

Tefekkür, îmân ve tastikdir. "Her eserin bir müessiri vardır" diyerek inanmak demektir.

Tefekkür görmedir: Hakk'ı görüp, düşünmekdir. Bu hâl, meczûb ve Allâh'a erenlerde olur. Bu durumda o kimse eşyâyı görmez. Bütün hassalan ile hep Allâh'ı görür. Tıpkı birkaç dakika Güneşe bakıp da eşyâya baktığımız zaman, eşyayı göremediğimiz gibi.

54 - "Başlangıçlar sonların aynıdır. Bidâyeti iyi gecenin sonu nûr olur."

Bir kimsenin başlangıcı (çocukluğu) Allâh ile yürürse, Allâh ile nihâyet bulur. Akıllı olan kimse, Bâkî olandan ferâhlanır. Fânîden ferahlanmaz.

55 - "İsteyişindeki maksat, Allah'ın ezeldeki takdirini bozmak niyeti olmasın. Allâh, istediği için istemelisin. Çünkü Allâh senin her hâlini biliyor. Acaba senin istemenle mi olacak?"

"Allâh'ım benim her halimi biliyor, istemekten edep duyarım" diyen, Hz. İbrahim aleyhisselâm gibi olmalı. İşte ey sâlik! Allâh kemâlâtını Âdem'de izhâr etti. Ey Sâlik! Kıymetini tanı ve iyi anla.
Hadis-i şerifde geçiyor: "Kim ki, nefsini (aczini, fakrini, muhtaç olduğunu) bilir, Allâh'ını bilir."

İnsan, Allâh'ın emânetinin hammalıdır. Binâenaleyh insan, çok yüksek bir varlıkdır.

56 - "Asıl olan, nefsin benlik ve arzularından geçmektir. Bir anda Mekke'ye gitmek veya gelmek değildir. En büyük kerâmet Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimiz'in ahlâkı ile ahlâklanmaktır."

Efendimiz buyuruyor: "Kim ki, kâhine, falcıya gider ve ona inanırsa Allâh'ın Kur'anı'nı inkâr etmektedir ve kâfirdir."

Bâyezid-i Bistâmî hazretleri diyor ki: "- Bir müslümân bir siniyi havaya atsa da üzerine otursa, sakın inanmayınız. Onun hareketlerine bakınız. Eğer bu hareketleri Hz. Muhammed'inkine uyarsa keramettir. Değilse istidrâçdır ve şeytandandır."

57 - "Allâh, kuluna yakındır. Fakat kulun gaflette bulunması, yâni Allâh'ın yakın olduğunu bilmemesi, kulun Allâh'a uzaklığını gösterir."

58 - "Allâh'a hiçbir şey perde olamaz. Bütün mahlûkâtta ve her zerrede görülen O'dur. Öyle ise hiçbir şey O'na perde olamaz."

Dâimâ Hakk'ın seni gördüğünü bil ve unutma. Kısaca söylersek, Hak senin ile beraberdir. Gözünün görmesi, kulağının işitmesi, hep Allâh iledir.

59 - " Allâh, bazı kullarına nimetleri yağdırır. O adam Rabbi'nin ihsanları karşısında utanır ve yolunda iyi yürür. Bazıları da şımarır, ihsâna isyân eder. Bu sefer Allâh onu imtihân zincirine bağlar."

Allâh, insanları illet (hastalık), gillet (fakirlik), zillet (horluk) gibi "üç şeyle" imtihân zincirine bağlar. Böyle olunca, varlıklar daralır, sıhhat bozulur. Allâh'ın imtihân veya ihsân etmesi seni kendine çekmek içindir.

60 - "Allâh'ın en büyük mükâfatı, seni huzûrunda tutmasıdır. O seni tutmasaydı, senin canın sıkılır ve kaçardın."

61 - "Amel edenlere, Allâh'ın kendilerini taatında tutması, onlara kâfi mükâfat değil mi? Bu taatta zevk duymak da kulun çalışmasının mükâfatıdır."

Sen namaz kılarken bir zevk duyuyorsan, bu Allâh'ın senden râzı olması ve seni sevmesinin bir alametidir. Kulun ibâdetinden zevk alması, Allâh'ın acele olarak verdiği mükâfat ve sevgisinin sonucudur. Eğer namazda için sıkılıyorsa, daha nefsin sopa istiyor demektir. Allâh'ın sopasına tahammül güçtür.

Allâhü Teâla buyuruyor: "Allâh, âhirette Cennet ve köşk verir. Fakat en büyük mükâfat, Allâh'ın senin kalbine üns ve sürûr ile rızâsını vermesidir." Dünyâda Cennet nimetlerinin benzeri, gece yarısı Allâh'a namaz kılmaları ve ağlayıp yalvarmalarıdır. Bunlar Cennet zevkidir, Dünya zevki değildir.

62 - "Ey âşık! Ey derviş! Allâh'ın keremini ve ihsânını kuluna göstermek için verir. Eğer vermedi ise, bu da Celâl ve kahrını göstermek içindir. Her ikisini de göstermek fâil-i mutlak olduğunu anlatmak içindir."

Âlemin yaratılışı, -Allâh'ı bilmek ve ona ibâdet etmek içindir. Allâh'ı her iki cihette de (celâl ve cemâl) görmek ve bilmek lâzımdır. Tek taraflı görürsen kulluk yapmış olamazsın. Allâh'ın vermemesi hâlinde müteessir olursan bu oluş, Allâh'ı hem celâl hem de cemâl sahibi olduğunu bilmeyişinden ileri gelir. Eğer müteessir olmazsan, bu da Allâh'ı bilişindendir.

63 - "Senin Allâh'a taatin Allâh'a vuslata vâsıta olmaz. Fakat düşer de Allâh'a yalvarmaya başlarsan, vuslata ermiş olursun."

Taatla vuslat olmaması, yâni kapının açılmaması, ibâdetine varlık göstermemenden ileri gelir. Kendin amel yaptığın zaman başkasınm yapmadığını ve kusurunu görmek varlıktır. Başkasının kusûrunu görmemek şarttır.

Kulluğun vasfı, hep zillettir. Seni Allah'a yalvartan günahın gördüğün, beğendiğin taatinden iyidir. Çünkü âbit, zillet sâhibidir; yalvaracakdır. İzzet ise Allâh'ındır. Sen izzet gösterirsen, vuslat kapısı açılmaz. Şu halde, zillet veren ihtiyaç, taatine vücud vermekten çok daha hayırlıdır. Asinin kırık kalbi, mûti (itâat ehli)nin kibirinden çok hayırlıdır.

Hikâye: Beni İsrâil'den bir âbit namaz kılarken başına birisi basmış. Âbit kızmış ve: "Vallâhi Allâh seni affetmez" demiş. Allâh da o âbidin peygamberine vahyederek; "- Allâh, o âbidi affetmeyecek." diye emir buyurmuştur.

Hz. İsâ (A.S.) ile bir sâlik yolda giderken, arkalanndan da bir âsî geliyormuş. Bu pek meşhur olan âsi "Allâh'ım beni affet, şu salih kulunla birleştir" diyor. Sâlih kul da "Ya Rabbî! Şu âsî kulunla beni cem etme." diye duâ etmiş.

Allâh (C.C.) Hz. İsâ (A.S.)'ya bildirerek: "Sâlikin amellerini reddettim, âsiyi de affettim. Çünkü sâlik, kendi amelini gördü, gururlandı." demiştir. İnsan, kendisini bütün mahlûkâttan aşağı görmelidir.

Cüneyd-i Bağdâdî (K.S.) hazretlerine sormuşlar: "Sen şu köpekten üstün müsün?"

Hz. Cüneyd cevap veriyor: "Eğer Allâh beni affederse, köpekten üstünüm. Affetmezse köpek benden üstündür."

Başkalarının kötülüklerinin affını Allâh'dan dile. Kötülere kötü deme, küfür ve kötülük illeti ile hasta olduklarını söyle.

<Devam Edecek>

Derleyen : İbrahim Beğen
Pamuk Yayıncılık

http://sufizmveinsan.com

18.12.2001

 


Üst Ana sayfa e-mail