95
- "Bast zamanında, nefis lezzetini alır. (Çünkü
o zaman Allah'a karşı ümidin çok artar. Onun her iyi sıfâtından neş'e
duyar, ümit edersin ve bu ümitten de nefis lezzet duyar.)
Kabz zamanında ise, nefis dâimâ çember içindedir."
Kabz'ın
sebebi üçtür:
I - Günâh
işlemek
II - Dünyâlığın
eksilmesi veya bir istek.
III - Bir zâlim
sana zulüm ederse.
Bundan
kurtulmanın çâresi ise, ilme müracaattır:
A- Eğer
kabz'a sebep, senin kabahatinse tövbe edeceksin.
B- Dünyâlıksa,
o vakit Hakk'ın lütfuna rızâ göstereceksin. O darlıktan kurtulacağına
inanmalısın.
c - Zâlimin
zulmüne üzülürsen, o vakit de sabredeceksin. Bu zamanda, sen de o zâlime
zulmetmeye kalkma. Eğer sana zulmedeni affedersen, Allah sana rızâ nûru
verir. Sen O'na duâ edersen, Allah o adamı da affeder, sen de kötülüğe
iyilik eden olursun, böylece er kişi olursun.
96
- "Allah, seni nefsinin arzusuna bırakmadı.
(Yani düşmanına fenâlık yapmana müsaade etmedi) Eğer
Allah seni nefsinin arzusuna bıraksaydı sen bir belâ işleyecektin. Şu
halde men olman, Allah'ın sana bir bağışı, bir atâsıdır. Allah verdiği
zaman kork ki, seni büyük makamlardan men edici olmasın."
Şu hâlde,
her şeyi Allah'a bırakmalı "Yâ Rabbi! Bu iş hayırlı ise
olsun" diye teslîmî duâ etmelisin. Allah'ın kahrında lütfu vardır.
Cemâl'de iken celâl görülür. Cemâl'de iken şımarmamalı.
97
– "Allah'ın dostları, Allah'ın kitaplarında methedilirler. Onlar
dünyayı terk etmişlerdir. Dünya'nın onları terk etmesinden de üzülmezler.
Onlar dünya ile âhiretlerini yaparlar. Dünyayı terk etmişlerdir."
Evliyâullah'dan
biri diyor ki: "Bana dünyadan bir şey gelirse, içime bakarım,
sevinmem ve almam, atarım." Dünyanın zâhiri aldatıcıdır.
98
- "Ey sâlik, eğer sen hakîki devlet ve izzet istersen, fânî olan
izzete aldanma kî, bâkî olan izzet sende kalsın. Eğer fânî olan izzet
giderse, gitsin. Yeter ki, bâkî olan izzet kalsın."
Asıl olan,
dünyânın senden gitmesidir. Dünya senden giderse, âhireti görürsün.
Dünyâ senden gitmezse (Tay etmezse) ahireti göremezsin.
Mahlûkattan
bir şey ummak, beklemek mahrûmiyettir. Bir şey istediğin adamı darıltırsan,
o adam ihsânı keser. Fakat Allah, ne günâh yaparsan yap, ihsânını
kesmez. Senin O'na ibâdet ve taat etmen Allah'ın senden razı olduğunu gösterir
ve senin taâtlarına karşılık derhal sana ihsan eder. Her şeyi yaptıran
Allah olduğu halde, ihsân eden de O'dur. Bu, O'nun ululuğundandır. Binâenaleyh
bâkî olan izzete sahip olmak için, her şeyi terk etmek gerekir. Tedbiri
terk etmemeli, fakat tedbîre de bağlanmamalı, işin olacağını
Allah'dan beklemeli. Tedbîre, yâni esbâba bağlanmak, fenâ izzete sahip
olmaktır. Fakat esas olan Allah'a bağlanmaktır ki, bu da bâkî izzete sâhip
olmaktır. Kalbine çer çöp korsan elbette Allah sana kızar. Hâneyi virân
edersen, pâdişâh oraya girmez. Sen Rabb'inden izzet talep edersen, o
izzet sende dâim olur. Ölümlü kimselerden izzet talep edersen, senin
izzetin de onlar ölünce ölür. Şu halde Allah'dan gayrıdan izzet
istersen izzetsiz kalırsın.
99
- "Mahlûkattan bir şey beklemek mahrûmiyet ve zillettir. Allah'ın
seni halktan uzaklaştırması ihsândır. Halktan gelen ihsânı Hak'tan gör.
Eğer Allah tahrik etmeseydi, halk vermezdi. Şu halde Hakk'ın atâsı
halktan mahrumiyettir ki, bu da Hakk'ın ihsânıdır."
Ne yaparsak
yapalım tedbiri elden bırakmayacağız. Tedbir de Allah'ın emridir. Fakat
işini tedbîrden gözetmeyeceksin, ondan gelecek deme, Allah'dan bekle.
İrâde-i cüz'iye,
irâde-i küllîyenin yanında, karın Güneşin yanında oluşu gibidir.
İrâde-i cüzîye,
bir anahtardır. Kapıda takılı anahtarı sen çevirirsen, kapı açılır.
Çevirmezsen açılmaz. Anahtar, cüz'î irâde; senin onu çevirmen küllî
irâdedir. Fakat açmak istemezsen, açmayabilirsin. İrâde-i cüz'îye'yi
ikrâr ederiz. Hükmü ise irâde-i küllîye'ye atfederiz.
100
- "O velîlerde görülen maârif ve maârifetlerin sende olmayışı,
nefsinle bir oluşundandır. Allah bunları, nefsinden geçip, kendini
Allah'a terk etmiş olanlara verir. İşte bu adamlar kendilerinde olanı
Allah'dan bilirler. Kendi varlıklarından tamamen geçmiş Allah'ın ateşinde
ateş olmuşlardır. (Bir
demirin ateşte kızarıp, ateş olması gibi).
Bir kimse
kendi irâdesinde tamamen yok olmadı, nefsi tamâmen ölmedi ise, ona hiç
bir şey verilmez. Bu, Allah'ın pahilliğinden değil, senin nefsinden geçmeyişindendir.
Bu halde iken, sana verirse zararda olursun. Küçük çocuğa büyük lokma
verilmediği gibi.
101
- "Hak'tan başka verecek olmadığı için, ancak O'ndan istenir.
Fakat asıl olan istemek de Allah'a karşı olan edebini muhafaza
edebilmektir. Yâni acı tatlı ne olursa, Allah'dan bilmek ve râzı olmaktır."
Sen işinin
olması için isteme. O, olacaktır. Çünkü ilm-i ezelde yazılı olan
burada olacaktır. Allah, iste dediği için isteyeceksin. Fakat asıl
istemek Allah'dan gelene senin râzı olmandır. Yâni Allah'ın arzusunu
arzu kabul etmektir.
102
- Allah'a vâsıl olmak, pek büyük bir şeydir. Allah'ı görmek kulun
kendi gözünü Allah'a vermesi ile olur. Şu hâle göre, Allah'ı Allah
ile görürsün. Bu da sen senden geçmeyince olamaz."
Kulun
Allah'ı görmesi, o kula Allah'ın kendi vasıflarını vermesi ile olur.
Allah'ın vasıflarının kulda zuhûru ile kul Allah'a vâsıl olmuş olur.
103
- "Ey mürîd! Ey âşık! Allah'ın o güzel setri ile kabahatlerin örtülmeseydi,
hiçbir amel kabul olunmazdı."
İnsânın
ameli, amelini görmesi sebebiyle kabul olunmaz. Amelini görmek varlıktır.
Halbuki tek var olan Allah'tır, varlık da O’nundur . Kulun aslı ise
yokluktur. Binâenaleyh kulun yaptığı amel, kendisinin değil, Allah'ındır.
Eğer yaptığın amele: "Ben yaptım" diye sevinirsen bu varlıktır.
"Hamd olsun Allah'a yaptırdı" demen lâzımdır. İşte böyle
ameller makbûldur. İnsanlar, amellerini görmekten kurtulamamışlardır.
Fakat Allah, onların bu kusurlarını setretmiştir. Şu hâle göre,
ameller ancak Allah'ın setri ile kabul ediliyor.
Âyet:
"Sizi ve bütün amelinizi yaratan Allah’ dır."
Binâenaleyh,
amelini yaptığını bile düşünmeyeceksin.
Hadis-i
kudsî: "
Benim sadık kullarıma söyle ey Nebim! Sakın ilim ve amellerine güvenmesinler.
Eğer ben adlimle hareket edecek olursam, onların hiç birisinin sadâkatı
para etmez. Aynı zamanda azap ederim, zâlim de olmam. Çünkü amellerinin
eksikliğini kendilerine gösteririm. Günâh içine düşmüş kullarıma söyle,
benden ümitlerini kesmesinler. Günah ne kadar çok olursa olsun (tövbe
etmek şartıyla) af ederim bu bana zor gelmez."
104
- "Sana arkadaş olan ve dâimâ kendine dost yaptığın kimse,
hakikatte dost değildir. O, senden bir şey umduğundan, yâhut bilmediğinden
dost görünüyor. Hakîkî dostun, senin ayıplarını bildiği ve senden
bir şey ummadığı halde seni setreden, rüsvâ etmeyen, rızkını
kesmeyen Allah’ dır."
Kulda dâimâ
kusur vardır. Onun için Allah, "Dâimâ birbirinize hüsn-ü zân
ediniz" buyuruyor. Zira Allah Settar ü'l-Uyûb yani ayıp ve kusurları
örtücüdür.
Karşındaki
kimselerin kusurlarını Allah'ın örtmesiyle sen onları iyi zannediyor ve
onlara ikrâm ediyorsun. Şu hâlde hakikatte ikrâm eden sen değilsin,
Allah'dır. Öyle ise sen, senin ayıplarını örten, Allah'ın setr-i ilâhîsine
mazhar oluşundan dolayı, Allah'a şükretmelisin. Şu halde, bir kimsenin
ahlâklı olması, herkesin ayıbını örtüp, herkesi iyi görüp, iyi göstermekle
mümkündür. Seni bir kimse medhederse ona teşekkür eder ve derhal
Allah'a dönerek "Yâ Rabbi! Bu hal benden değildir, sendendir."
Zirâ sen benim ayıplarımı setr etmeseydin, bunlar bana hüsnü zân
edip, beni methetmezlerdi. Yâ Rabbi! Ayıplarımı ört, beni utandırma.
Ancak sana hamd ve şükrederim. Yâ Rabbi! Bu dünyada ayıplarımı örttüğün
gibi ahirette de ört" demelisin.
Halkın
methetmesi karşısında, Allah'ın velîlerinden bazıları sevinirler.
"Çünkü Allah ayıplarımızı örtüyor", derler. Bâzısı ise
kendisini lâyık görmez, istiğfâr eder. Ebubekri's-Sıddık (R.A.) da böyle
hâllerde dâimâ Allah'a sığınırdı.
Seni
methettikleri vakit kendinden bilme, böbürlenme. Allah'ı gör, Allah'dan
bil ve Allah'ı bir an olsun unutma. Allah'ı unutmak mâsivâ (dünyâ)
sarhoşluğudur.
105
- "Allah'ın kalplerdeki imân nûru yakîn şekline gelince âhiret
sana pek yakîn olur da, fânî olan dünyânın aldatıcı güzelliklerine
aldanmazsın."
Ehl-i âhiret
çalışır, ama dünyayı kalbine koymaz. Hakîki varlık sahibi olanın
Allah olduğu şuûruna ulaşır. "Lâ mevcûde illAllah", bütün
varlık Allah'ındır, mevcut da Allah'ın icâdıdır. Yok olmaya mahkûmdur.
Allah ile arandaki perde, senin vehmindir, demektir.
106
- "Cenâb-ı Hak'tan başka hakîki mevcut olmadığı halde, senin
Hakk'ı görmeyişinin ve fakrını göstermeyişinin ve yol alamamanın
sebebi nedir? Hakk'a da perde olamayacağına göre, senin Hakk'ı göremeyişin
vehmindendir. Şu halde perde, senin vehmindir."
Başka
birinin yaradılışı ile meydana gelen mevcuda var denilemez. O, ancak
mevhûmdur, izâfîdir. Bu vehim, vücûdunu var görmen sebebiyledir. Böyle
olunca hakiki mevcudu göremiyorsun. Öyle ise, kendin aradan çık.
Vehimden kurtulmak için, aczini ve yok olduğunu bilip, Allah'a yalvar.
Kâinattaki
her şeyde zâhir olan ancak Allah'ın tecellisidir. Onlar, Allah'ın nûrû
ile görülüyorlar. Eğer bu eşyâda Allah'ın nûru olmasaydı, gözler o
eşyayı göremezdi.
Hz. Mûsâ
(A.S.) Allah'ın, Tûr dağına tecellisi ile bayıldı ve kendinden geçti.
Ondan sonra Allah'ı gördü. Binâenaleyh insan da kendi mevhûm olan varlığından
geçmedikçe Allah'ı göremez.
107
- Allah, canlı ve cansız her şeyi yarattı. Bu yaratış bir zuhûrâttır.
Bu zuhûrâtla Hak gizli kaldı. Eğer bâtın zuhur etseydi, zâhiri göremezdik."
Allah,
kendini göstermek için eşyayı yarattı. Binâenaleyh eşyaya bakıp da
onun yaratıcısını görmek lazımdır. Meselâ bir çiçeğe baktığında
da, onda onu yaratanın kudretini görüp, "SübhânAllah, lâ ilâhe
illAllah" demelisin. Bu ârifliğin ve kemalâtın gereğidir.
<Devam
Edecek>
Derleyen
: İbrahim
Beğen
Pamuk Yayıncılık
http://sufizmveinsan.com
08.01.2002
|