8.Bölüm


95 - "Bast zamanında, nefis lezzetini alır. (Çünkü o zaman Allah'a karşı ümidin çok artar. Onun her iyi sıfâtından neş'e duyar, ümit edersin ve bu ümitten de nefis lezzet duyar.) Kabz zamanında ise, nefis dâimâ çember içindedir."

Kabz'ın sebebi üçtür:

I - Günâh işlemek

II - Dünyâlığın eksilmesi veya bir istek.

III - Bir zâlim sana zulüm ederse.

Bundan kurtulmanın çâresi ise, ilme müracaattır:

A- Eğer kabz'a sebep, senin kabahatinse tövbe edeceksin.

B- Dünyâlıksa, o vakit Hakk'ın lütfuna rızâ göstereceksin. O darlıktan kurtulacağına inanmalısın.

c - Zâlimin zulmüne üzülürsen, o vakit de sabredeceksin. Bu zamanda, sen de o zâlime zulmetmeye kalkma. Eğer sana zulmedeni affedersen, Allah sana rızâ nûru verir. Sen O'na duâ edersen, Allah o adamı da affeder, sen de kötülüğe iyilik eden olursun, böylece er kişi olursun.

96 - "Allah, seni nefsinin arzusuna bırakmadı. (Yani düşmanına fenâlık yapmana müsaade etmedi) Eğer Allah seni nefsinin arzusuna bıraksaydı sen bir belâ işleyecektin. Şu halde men olman, Allah'ın sana bir bağışı, bir atâsıdır. Allah verdiği zaman kork ki, seni büyük makamlardan men edici olmasın."

Şu hâlde, her şeyi Allah'a bırakmalı "Yâ Rabbi! Bu iş hayırlı ise olsun" diye teslîmî duâ etmelisin. Allah'ın kahrında lütfu vardır. Cemâl'de iken celâl görülür. Cemâl'de iken şımarmamalı.

97 – "Allah'ın dostları, Allah'ın kitaplarında methedilirler. Onlar dünyayı terk etmişlerdir. Dünya'nın onları terk etmesinden de üzülmezler. Onlar dünya ile âhiretlerini yaparlar. Dünyayı terk etmişlerdir."

Evliyâullah'dan biri diyor ki: "Bana dünyadan bir şey gelirse, içime bakarım, sevinmem ve almam, atarım." Dünyanın zâhiri aldatıcıdır.

98 - "Ey sâlik, eğer sen hakîki devlet ve izzet istersen, fânî olan izzete aldanma kî, bâkî olan izzet sende kalsın. Eğer fânî olan izzet giderse, gitsin. Yeter ki, bâkî olan izzet kalsın."

Asıl olan, dünyânın senden gitmesidir. Dünya senden giderse, âhireti görürsün. Dünyâ senden gitmezse (Tay etmezse) ahireti göremezsin.

Mahlûkattan bir şey ummak, beklemek mahrûmiyettir. Bir şey istediğin adamı darıltırsan, o adam ihsânı keser. Fakat Allah, ne günâh yaparsan yap, ihsânını kesmez. Senin O'na ibâdet ve taat etmen Allah'ın senden razı olduğunu gösterir ve senin taâtlarına karşılık derhal sana ihsan eder. Her şeyi yaptıran Allah olduğu halde, ihsân eden de O'dur. Bu, O'nun ululuğundandır. Binâenaleyh bâkî olan izzete sahip olmak için, her şeyi terk etmek gerekir. Tedbiri terk etmemeli, fakat tedbîre de bağlanmamalı, işin olacağını Allah'dan beklemeli. Tedbîre, yâni esbâba bağlanmak, fenâ izzete sahip olmaktır. Fakat esas olan Allah'a bağlanmaktır ki, bu da bâkî izzete sâhip olmaktır. Kalbine çer çöp korsan elbette Allah sana kızar. Hâneyi virân edersen, pâdişâh oraya girmez. Sen Rabb'inden izzet talep edersen, o izzet sende dâim olur. Ölümlü kimselerden izzet talep edersen, senin izzetin de onlar ölünce ölür. Şu halde Allah'dan gayrıdan izzet istersen izzetsiz kalırsın.

99 - "Mahlûkattan bir şey beklemek mahrûmiyet ve zillettir. Allah'ın seni halktan uzaklaştırması ihsândır. Halktan gelen ihsânı Hak'tan gör. Eğer Allah tahrik etmeseydi, halk vermezdi. Şu halde Hakk'ın atâsı halktan mahrumiyettir ki, bu da Hakk'ın ihsânıdır."

Ne yaparsak yapalım tedbiri elden bırakmayacağız. Tedbir de Allah'ın emridir. Fakat işini tedbîrden gözetmeyeceksin, ondan gelecek deme, Allah'dan bekle.

İrâde-i cüz'iye, irâde-i küllîyenin yanında, karın Güneşin yanında oluşu gibidir.

İrâde-i cüzîye, bir anahtardır. Kapıda takılı anahtarı sen çevirirsen, kapı açılır. Çevirmezsen açılmaz. Anahtar, cüz'î irâde; senin onu çevirmen küllî irâdedir. Fakat açmak istemezsen, açmayabilirsin. İrâde-i cüz'îye'yi ikrâr ederiz. Hükmü ise irâde-i küllîye'ye atfederiz.

100 - "O velîlerde görülen maârif ve maârifetlerin sende olmayışı, nefsinle bir oluşundandır. Allah bunları, nefsinden geçip, kendini Allah'a terk etmiş olanlara verir. İşte bu adamlar kendilerinde olanı Allah'dan bilirler. Kendi varlıklarından tamamen geçmiş Allah'ın ateşinde ateş olmuşlardır. (Bir demirin ateşte kızarıp, ateş olması gibi).

Bir kimse kendi irâdesinde tamamen yok olmadı, nefsi tamâmen ölmedi ise, ona hiç bir şey verilmez. Bu, Allah'ın pahilliğinden değil, senin nefsinden geçmeyişindendir. Bu halde iken, sana verirse zararda olursun. Küçük çocuğa büyük lokma verilmediği gibi.

101 - "Hak'tan başka verecek olmadığı için, ancak O'ndan istenir. Fakat asıl olan istemek de Allah'a karşı olan edebini muhafaza edebilmektir. Yâni acı tatlı ne olursa, Allah'dan bilmek ve râzı olmaktır."

Sen işinin olması için isteme. O, olacaktır. Çünkü ilm-i ezelde yazılı olan burada olacaktır. Allah, iste dediği için isteyeceksin. Fakat asıl istemek Allah'dan gelene senin râzı olmandır. Yâni Allah'ın arzusunu arzu kabul etmektir.

102 - Allah'a vâsıl olmak, pek büyük bir şeydir. Allah'ı görmek kulun kendi gözünü Allah'a vermesi ile olur. Şu hâle göre, Allah'ı Allah ile görürsün. Bu da sen senden geçmeyince olamaz."

Kulun Allah'ı görmesi, o kula Allah'ın kendi vasıflarını vermesi ile olur. Allah'ın vasıflarının kulda zuhûru ile kul Allah'a vâsıl olmuş olur.

103 - "Ey mürîd! Ey âşık! Allah'ın o güzel setri ile kabahatlerin örtülmeseydi, hiçbir amel kabul olunmazdı."

İnsânın ameli, amelini görmesi sebebiyle kabul olunmaz. Amelini görmek varlıktır. Halbuki tek var olan Allah'tır, varlık da O’nundur . Kulun aslı ise yokluktur. Binâenaleyh kulun yaptığı amel, kendisinin değil, Allah'ındır. Eğer yaptığın amele: "Ben yaptım" diye sevinirsen bu varlıktır. "Hamd olsun Allah'a yaptırdı" demen lâzımdır. İşte böyle ameller makbûldur. İnsanlar, amellerini görmekten kurtulamamışlardır. Fakat Allah, onların bu kusurlarını setretmiştir. Şu hâle göre, ameller ancak Allah'ın setri ile kabul ediliyor.

Âyet: "Sizi ve bütün amelinizi yaratan Allah’ dır."

Binâenaleyh, amelini yaptığını bile düşünmeyeceksin.

Hadis-i kudsî: " Benim sadık kullarıma söyle ey Nebim! Sakın ilim ve amellerine güvenmesinler. Eğer ben adlimle hareket edecek olursam, onların hiç birisinin sadâkatı para etmez. Aynı zamanda azap ederim, zâlim de olmam. Çünkü amellerinin eksikliğini kendilerine gösteririm. Günâh içine düşmüş kullarıma söyle, benden ümitlerini kesmesinler. Günah ne kadar çok olursa olsun (tövbe etmek şartıyla) af ederim bu bana zor gelmez."

104 - "Sana arkadaş olan ve dâimâ kendine dost yaptığın kimse, hakikatte dost değildir. O, senden bir şey umduğundan, yâhut bilmediğinden dost görünüyor. Hakîkî dostun, senin ayıplarını bildiği ve senden bir şey ummadığı halde seni setreden, rüsvâ etmeyen, rızkını kesmeyen Allah’ dır."

Kulda dâimâ kusur vardır. Onun için Allah, "Dâimâ birbirinize hüsn-ü zân ediniz" buyuruyor. Zira Allah Settar ü'l-Uyûb yani ayıp ve kusurları örtücüdür.

Karşındaki kimselerin kusurlarını Allah'ın örtmesiyle sen onları iyi zannediyor ve onlara ikrâm ediyorsun. Şu hâlde hakikatte ikrâm eden sen değilsin, Allah'dır. Öyle ise sen, senin ayıplarını örten, Allah'ın setr-i ilâhîsine mazhar oluşundan dolayı, Allah'a şükretmelisin. Şu halde, bir kimsenin ahlâklı olması, herkesin ayıbını örtüp, herkesi iyi görüp, iyi göstermekle mümkündür. Seni bir kimse medhederse ona teşekkür eder ve derhal Allah'a dönerek "Yâ Rabbi! Bu hal benden değildir, sendendir." Zirâ sen benim ayıplarımı setr etmeseydin, bunlar bana hüsnü zân edip, beni methetmezlerdi. Yâ Rabbi! Ayıplarımı ört, beni utandırma. Ancak sana hamd ve şükrederim. Yâ Rabbi! Bu dünyada ayıplarımı örttüğün gibi ahirette de ört" demelisin.

Halkın methetmesi karşısında, Allah'ın velîlerinden bazıları sevinirler. "Çünkü Allah ayıplarımızı örtüyor", derler. Bâzısı ise kendisini lâyık görmez, istiğfâr eder. Ebubekri's-Sıddık (R.A.) da böyle hâllerde dâimâ Allah'a sığınırdı.

Seni methettikleri vakit kendinden bilme, böbürlenme. Allah'ı gör, Allah'dan bil ve Allah'ı bir an olsun unutma. Allah'ı unutmak mâsivâ (dünyâ) sarhoşluğudur.

105 - "Allah'ın kalplerdeki imân nûru yakîn şekline gelince âhiret sana pek yakîn olur da, fânî olan dünyânın aldatıcı güzelliklerine aldanmazsın."

Ehl-i âhiret çalışır, ama dünyayı kalbine koymaz. Hakîki varlık sahibi olanın Allah olduğu şuûruna ulaşır. "Lâ mevcûde illAllah", bütün varlık Allah'ındır, mevcut da Allah'ın icâdıdır. Yok olmaya mahkûmdur. Allah ile arandaki perde, senin vehmindir, demektir.

106 - "Cenâb-ı Hak'tan başka hakîki mevcut olmadığı halde, senin Hakk'ı görmeyişinin ve fakrını göstermeyişinin ve yol alamamanın sebebi nedir? Hakk'a da perde olamayacağına göre, senin Hakk'ı göremeyişin vehmindendir. Şu halde perde, senin vehmindir."

Başka birinin yaradılışı ile meydana gelen mevcuda var denilemez. O, ancak mevhûmdur, izâfîdir. Bu vehim, vücûdunu var görmen sebebiyledir. Böyle olunca hakiki mevcudu göremiyorsun. Öyle ise, kendin aradan çık. Vehimden kurtulmak için, aczini ve yok olduğunu bilip, Allah'a yalvar.

Kâinattaki her şeyde zâhir olan ancak Allah'ın tecellisidir. Onlar, Allah'ın nûrû ile görülüyorlar. Eğer bu eşyâda Allah'ın nûru olmasaydı, gözler o eşyayı göremezdi.

Hz. Mûsâ (A.S.) Allah'ın, Tûr dağına tecellisi ile bayıldı ve kendinden geçti. Ondan sonra Allah'ı gördü. Binâenaleyh insan da kendi mevhûm olan varlığından geçmedikçe Allah'ı göremez.

107 - Allah, canlı ve cansız her şeyi yarattı. Bu yaratış bir zuhûrâttır. Bu zuhûrâtla Hak gizli kaldı. Eğer bâtın zuhur etseydi, zâhiri göremezdik."

Allah, kendini göstermek için eşyayı yarattı. Binâenaleyh eşyaya bakıp da onun yaratıcısını görmek lazımdır. Meselâ bir çiçeğe baktığında da, onda onu yaratanın kudretini görüp, "SübhânAllah, lâ ilâhe illAllah" demelisin. Bu ârifliğin ve kemalâtın gereğidir.

<Devam Edecek>

Derleyen : İbrahim Beğen
Pamuk Yayıncılık

http://sufizmveinsan.com

08.01.2002

 


Üst Ana sayfa e-mail