ANLIKLAR



Ruhumdaki Şırıltı

İki kapak arasına sıkışmış, âdeta bir canlı gibi dönüp dolaşan, devinen ve beni sarsan bir gerilim yaşıyorum. Yaşam, olduğu gibi orada duruyor. Bazen kendime yabancı, bazan da kendim olduğum bir ikilem.

Bana sorduğunla beni yükümlü kıldığın şeyin ne olduğunu biliyorum, ama onu çözecek, anlam kazandıracak gücü kendimde bulamıyorum. Korku mu, sorumluluk mu, vehim mi?.. Adına ne dersen de, neyi nasıl düşünüyorsan düşün, sonuç değişmiyor. Öyle olduğunu sen de kabul ediyorsun.
Bugün, şu an her şey çok farklı.

Sözler içimde akıp gidiyor. Bir ışık hızında yetişemiyorum. Önü alınamaz bir akıştayım. Düğümlenmesi gereken nedir, nasıl olmalı, bilmiyorum. Veya önü açılması gerekeni de. Çavlara andıran bir coşkunluk, önü alınamayacak bir hız ve gürlük, set çekilemez bir taşkınlık, anlaşılamaz bir sevinç içimde gürül gürül akıyor. Bir su şırıltısındaki  akışkanlıktaki ruhum.

Üzerimdeki bunca ağırlığı taşıyabileceğimi ummuyordum. Bana emanet edilmiş olanı ömür boyu taşımakla yükümlüyüm. Her adımım ona uygun. Bu benim için bir zorunluluk. Ama birgün, içimde devinip duran beni zorlayan o şeyin önünde duramazdım. Beni parçalayıp gidecekti. Yerimden doğrulmalıydım, kalkıp emin adımlarla kapıya doğru yürümeliydim, kendim olduğumu bilmeliydim. Çıktığım yolculuk, üzerinde bulunduğum yol beni bana götürecek, beni ben kılacaktı.

Söz ikliminden geçiyorum, üzerime gürül gürül ağıyor.

Yaşamın içinde ve ondan kaçamayan, bazan bir karabasana dönüşen, ya da  kentin boğuntulu uğultusunda yitmemeve çaba gösteren bendim yıllar yılı. Direncimi Kendime sakladım.

Ruhumun inceliklerini iyice kavradım, nasıl kurtulacağımı, nereye gideceğimi iyi biliyorum. Bedeni ve ruhu birbiriyle özdeş olan bir ben olarak ayakta kalmalıyım. Bedenimi bir yana, ruhumu bir yana bırakıp gidemem.

Yol Oldum

Yorulduğum günün akşamı, sessizliğe sığındım, okuduğum şiirler içimde çağıldadı durdu. Birgün üzerimdeki tutukluğu atacağımı, kendime yol bulacağımı biliyordum. Yolumun nereye varacağım, sonumun ne olacağınım da. Yol yol deyip yürüyordum epey zamandır. Yorgunluktan başı dönen, adımları tutuklaşan, gözleri kararan, kasları gerilen dudakları, ağzı dili kurumaktan pelteleşen biriydim.

Ne yandan bakılırsa bakılsın, ben ben  olmaktan çıkmıştım Miskinlik bazen insanın ruhuna çörekleniyor, evi ve insanı bir karabasan gibi kuşatıyor. Üzerine konan sinekleri dahi kovmaktan aciz ve çaresiz biri olmak ne kötü.

Her şeye karşın gidiş yönümü değiştirmedim, kararı; adımlarla yürüdüm gene de. İyi tarafım budur benim Kendime direndim. Yürüdükçe önce kendime yol oldum ve açıldım. Yolu yürümekle düşünmek bir arada olabiliyor. Bunu başardım. Bismillah deyip yola koyulmam sonra da kendimi bulmam hiç de zor olmadı. İnsan doğasında olunca yol ve yolculuk güzelleşiyor. Ben yolumda oluştum, yolumu buldum, yol oldum,

İçimi Delen Işık

Başında bulunuşum dağın üzerinden akıp giden bulutlar, bir sonsuzluk tarlası gibi görünüyor, akşam güneşiyle kızarmış, âdeta dans ediyor, seyrediyorum. Ufuk sonsuz büyüklükte bir gül bahçesini andırıyor. Doyamıyorum seyrine. Bu güzelliği ve sonsuzluğu içselleştirmek için bir çılgınlık mı yapsam... Çılgınlık bana yaraşmaz, ama delilik benim mizacıma uygun. Anarşist de olabilirim pekala. Oylumlu dağın zirvesine konarak orada, kendimi dinleyebilirim.

Bir kayaya otursam, başımı ellerimin arasına alsam, ufka dalsam... Hayal benim gerçekliğim. Rüzgâr tenimi okşuyor. Süpürge otlan bir yay gibi kıvrılıyor, reverans ediyor, vınlıyor. Rüzgârın sesi, süpürge otlarının sesi, içimin sesiyle buluşuyor. İçimin şarkıları içimde yankılanıyor. Dağ benimle secdeye varır gibi eğilip kalkıyor. Dağ içimde küçülüyor. Seslerin yankısı içimde büyüyor. Bir kertenkele dura yürüye gevenlerin arasına dalıyor, çıkıyor. Kınaotlu bir kayayı tırmanıyor, sonra bir kayaya sıçrıyor. Kuyruğu ucundan kopuk. Uzaklardan kekliklerin karşılıklı şakımaları duyuluyor. Onlara eşlik ediyorum ben de. Sesimi yükseltiyorum, ben durunca onlar başlıyor ötmeye. Bir süre bu böyle sürüyor. Bana doğru sesleri yakınlaşıyor. Onlar bana yaklaştıkça ürküyorum kendimden. Kaygısız, umarsız, kendi başıma bir kuş olmalı mıydı? Ne o yoksa sorumluluktan mı kaçıyorum?

Boşluk... Boşluğa akıyorum, uçuyorum. Kollarımı sonuna kadar açıyorum, bir kuş gibi kanatlanayım diyorum, olmuyor. Işık hızıyla iniyorum. Çırpınıyorum, tutunacak bir dal arıyorum, bir ip, bir kurtarıcı... Ah bu sonsuzluk beni yutuyor, beni çekiyor. Ağlamanın içimde bir şarkı gibi dans ettiğini, beni içselleştirdiğini, duygulandırdığını, bir şiir akışında, bîr su pırıltısında, dağın tepesindeki esintinin hoşluğu gibi. Eğilip kalkıyorum, yalnız bir delinin kendiyle olan oyunu gibi.

Yolun başında bir yer. Yolun sonu mu başı mı beli değil. Çelişkiler yumağında sarıp sarmalanıyorum. Kendim ile kendim arasında çekişip durduğumu biliyorum. Bir adım atsam ötesi. Öte, bilinmezlik. Geldiğim yer çok geride kaldı, dönüşü yok bunun. Yaşanmış bir geçmiş, bir düş, göz açıp kapamalık bir ömür. Öteyle beri asında gidip geliyorum. Adımlarım beni çekip götürüyor, yerimde duramıyorum. İstesem de olmuyor. Arkamdan itiliyorum gibi, görünmez bir güç uçuruyor beni. Kollarımı açıp direnmemin, ayaklarımı sürümenin bir anlamı yok. Ben var mıyım yok muyum belli değil. Gittiğim yer sonsuzluk. Ah ışıksızlık. Gözlerim kararmış. Uzun ve yorucu yolculuktan geliyorum, yolun sonundayım. Uçuyorum artık.
Uvvv. Işık hızındayım. Kanat çırpmam boşuna. Küütt!!!

Öte

Dalgalar yüzyılların hırçınlığıyla, sabırla kıyıdaki kayalara vuruyor. Kayalar yosunsuz, tertemiz. Deniz suyu dalgalarla âdeta yaylanıyor, bir yükseliyor, bir iniyor. Rüzgâr su damlacıklarını yüzüne vuruyor. Genç adam orada hep bir umut ile umutsuzluk arasında, gözleri dalgın ve donuk. Bir hasretin dalgınlığında. Öteden beri sanki yaşamın kıyısında duruyormuş gibi, dokunulsa devrilecek, uçup gidecek, yele kapılacak, suya düşecek.. Ona koştuğu o son gün saçlarını ve ruhunu gene o tatlı rüzgâr yaladı. Baharın serin bir günüydü. Güneşe karşı oturdular. Güneş hafif hafif onları ısıtıyor idiyse de, insanın içini titreten bir serinlik vardı. Burnunu çekti, gözlerini kıstı, ufka daldı. Sesini çıkarmadı, üşütürüm, şamarı nezlesi olabilirim diyebilirdi, demedi. Vazgeçilmez bir sessizlik ve bir birliktelik. Yaşamın tek donuk karesi. Dudaklarında bir tebessüm vardı ve uzun bir süre eksilmedi.
Belleğinde donmuş bir bara.

Ufuk, ötesi sonsuzluk. Çok öte. Belki bugünü var yarını yok der gibi bir belirsizlik. O gün geçti gitti, bir daha geri gelmedi. Günlerdir taşındığı bu yerde, yosun kokulan onu rahatsız etmiyor artık. Hayır, kanıksanmış bir hayat değil onun ki. Her geçen gün daha duyarlılaşan bir zaman aynasında duruyor ve bu onu giderek eritiyor. Günlerdir tek sözcük çıkmıyor dudaklarından, Bir mırıltısı, bu yakınması yok. içten içe sürgün veren bir yalnızlık. Genç adam; devinmişiz bir heykel görünümüde. Ya da ruh adam gibi bir şey.

Dudaklarında bir mırıltı. "Bir kuş gibi hafifledim. Sıkışan zamandan kaçar gibi telaşlıydım. Celladım korkunç ve karanlık adımlarıyla beni izliyordu. Umudun göz parıltısını yakalarsam her şey düze çıkacaktı, bunu biliyordum. Üzerime abanan karabasanlara aldırmadan sana koşuyordum. Karabasanın yakıcı soluğunu duyumsuyordum. Ellerin bana dokunduğunda boğucu ve hırıltılı düşten uyandım. Sen misin diyerek kekeledim. Belki de

yaşama derinlik kazandıran sevinç ile hüzün arasında yaşanan acılardan soluk bulmaya çalıştım. Sen misin dedim, evet, benim dercesine başımı aldın göğsüne bastırdın. Orada öylece kala kaldım." Genç adam uzun uzun sustu ve içine döndü.

yediiklim@yahoo.com
İstanbul - 26.12.2002
http://gulizk.com 

Yedi İklim Dergisi
Aralık 2002


Üst Ana sayfa e-mail