Son dinlediğim şarkının son baladındaki bölümden etkilenerek bu sefer yola çıktım. Hep
içimde sürüp giden şarkının tınısı ruhumu devindiriyor. Bana ait, benim için söylenen... Uzun bir yolculuğa çıktım,
atım beni alıp götürdü, kendimde değildim. Bilinmezlikler beni hep tedirgin ediyor. Ne olup biteceğim kestiremediğim
sonlara sürüklüyor.
Uzun ve yorucu yolculuktan sonra gelip varacağım yer burasaydı ve bu beni şaşırtmadı bana
tuhaf da görünmedi. Sonunda olacağı buydu.
İnce ruhluların, derin bir fısıltı halinde duyumsadığı, algıladığı şeyin buralarda bir
yerlerde olabileceğini düşünüyordum. Bir fısıltı gibi gelip ruhuma işleyen sesin geldiği yöne da. Daha doğrusu
götürülüyordum. Kaderim elimden alınmıştı diyemiyeceğim, ama kaderime doğru yönelmiştim. Şehir ile ince ruhluluk bir
arada olmalıydı, öyle biliyordum. O güzel ve kutlu insanların buralarda bir yerlerde olduğunu biliyordum. Sen de
onların en önde geleniydin. Bana uğrayan soyluların soyluluklarını soylu kentlerden ve soylu izleklerinden
getirdiklerini gördüm. Çünkü ben bütün kentlerin kesiştiği uğrak yerindeydim. Yolların ve nehirlerin uğrak
yerinde... Yolların toz dumana, nehirlerin bulanıklığa uğradığı zamanlarda da... Bir kentten diğerine giden oradan
geçiyordu. Nehirler oradan büyük denizlere akıyordu. İster istemez her kentin insanıyla halleşiyordum. Orada her
kent insanının ruhlarını okuyordum ve onları tanıyordum. Kimin ne olduğunu öğreniyordum. Bulunduğum uğrakta,
fısıltı halinde ordan oraya taşman, beni de etkileyen o ferahlatıcı-ruh engin bir soluktu. Kulağıma kar suyu
kaçmıştı ve ben karaya vurmuştum bir kere. Artık benim için kurtuluş yoktu. İçimi saran sabırsızlık bir kurt gibi
kemiriyordu. Asla iflah olmayacaktım.
Atıma binerek yola koyuldum. Günlerce; bıkmadan, usanmadan rahvan yürümeye alışmış bir
atın sırtında. Sürekli oturmamdan dolayı ayakta duracak güç ve mecalim kalmadı. Minderli de olsa bir eserde oturmak
kadar zor bir yolculuk olmasa gerek. At yürüdükçe insanı çalkalıyor. Soluklanmak üzere attan indiğimde, sürtünmeden
dolayı apış aralarımın derileri birbirine yapışmıştı, adım atmada zorlandım. Yola çıkmadan önce, eyerin üzerine
yerleştirdiğim kalın kuştüyü minderin de bir yararı olmadı. Su başlarında konaklamam, ara ve kısa uykularla
kestirmem, arada bir yüzümü yıkamam, bazan çıkınımdakileri yemem yol boyu beni dinledirmedi. İçimde bir sabırsızlık
vardı. Sana ulaşmamın sabırsızlığı mıydı, neydi tam bilemiyorum. Yol uzadıkça yoruldum. Atım yürüyüş halindeyken,
bazan öne doğru iki büklüm oldum, ağırlığımı üzengilere verdim. Atımın halinden memnun olmadığı davranışlarından
belliydi. Bana göndermede bulunurcasına başını sağa sola hızlı sallıyor, bazan yoldan çıkıyor başını alıp gidiyor,
bazan da sinekleri kovmak bahanesiyle arka ayaklarını yere sert vuruyor, inat edip yürümüyordu. O zaman canım
sıkılıyor, gemini hızla çekiyordum. Atın dudaklarında köpükler saçılıyor, yeniden yola giriyordu.
Her yalnızlığın yorucu bir sonu var. Öyle bir zamanda ruhuma fısıldanmış olan bir sesle
irkildim. Neyse ki kent göründü. Dışarıdan görkemli görünen kentin görkemli kapısından içeri girdim. Uzaktan
bakarken, kenti simgeleyen takın altından geçerken başımı eğemem gerektiğini düşünmüştüm. Yarışa hazırlanan biri
gibi, ağırlığımı üzengilere vermiş, eyerin üzerinden hafif kalkmış, öne doğru eğilmiştim. Hamle yapmaya hazırdım.
Kentin girişindeki takın altına gelince öyle olmadığını gördüm. Bugün önemli bir gün olmalıydı, binaların
balkonlarına asılmış rengârenk bayraklar, yerlerdeki konfeti artıkları, patlatılmış havai fişeklerden kalanlar...
Kente ilk kez gelen birinin kente ait bazı bilgileri bilmesinin şaşkınlığını ben de yaşıyorum. Sanki bana öğretilmiş
ya da daha önce yaşatılmıştı. Bende zaman kavramı olmadığı için zamanın hangi kesitinde olduğumu bilmiyordum. Kent,
hiç kimsesi yokmuş, terk edilmiş gibi ıssızdı, derin bir sessizliğe gömülmüştü. İçi boşalmış gibi bir görünüşü
vardı. Nereye gidecek, kime danışacaktım bu kent hakkında? Kente ilk girişimle birlikte ben alıp götüren itkinin/
kaderin neresinde olduğumu bile bilemedim. Geldiğim ana kadar her şey yolundaydı. Yaşadıklarım düşündüklerimle
örtüşüyordu. Takın altından geçtikten sonra, büyü bozulmuştu, âdeta bağlanmıştım. Ben ve atım ortada kalakalmıştık.
En çok da şaşırdığım şey kentin sadece insansızlığı değildi, ağaçsız, ruhsuz, soluksuzluğuydu. Dahası sen buralarda
bir yerde beni beklemeliydin. Ortalıkta görünmüyordun. Yabancısı olduğum bu kentin hemen girişinde beni
karşılayacaktın. Yoktun ve ilk şoku yaşatmıştın. Kentle başbaşa kaldığımda, kendimle, kentle ve atımla uğraşmaktan
ve düşünmekten başka bir şey yapamadım. Benim bildiğim, duyduğum, yaşadığım kent şimdi çok farklıydı. Ruhundan
boşalmış, bir şeyler ondan alıp götürmüştü. Sen de yoktun üstelik. Olsan belki her şey yerli yerine oturacak, benim
istediğim gibi olacaktı, Bildiğim, şairler öğleden sonra evlerinden karlar, sahafların olduğu meydandaki büyük
çınarın altında buluşurlar, çaylarını içerler, buğulu dünyalarında yiterler, dalarlar, dizelerini kentin büyük
ruhuna fısıldarlar. Kent o zaman kent olur. Her dize bir başkasına ulanır kentin asıl ruhu olurlar. Sevgililer
acılarını yoğunlaşarak yaşarlar, olgunluğa yol alırlar. Biraz daha tükenirler, biraz daha ölüme koşar adım yol
alırlar. Acıları bir kor gibi yüreklerini sarar, akıllarını başlarından alır ordan oraya savrulurlar. Gözleri dolar,
yürekleri yanar... Her gün o büyük ve soylu çınarın az ötesine sevgililerini bulacaklar umuduyla görünürler, ordan
oraya savrulurlar. Sonra, dalgın, ayaklarını sürüyerek daracık bir sokakta yiterler. Şairler ise ordan kalkıp bir
kahveye çekilirler, bir köşenin uzletinde şiir konuşurlar, şiir yaşarlar. Dizelerini tartışırlar, bir sözcüğü,
büyük mimarın son eserini inşadaki gibi bir taşı gerçek yerine konması gerektiği gibi koyarlar. Yapı tamamlanır,
şehrin ruhu ululanır. Herşey birbirine uyar, ses bütünleşir, ritim tutturulur, anlam derinleştirilir, söz asıl
sahibine ulaşır ve emanet edilir. Yorgunluk atacak bir yürüyüş yaparlar, şairleri
görenler saygıyla selam sunar, yol verirler. Onlar gururla değil gösterilen sevgi
ve saygının sevinciyle yürüyüşlerini sürdürürler. Düşlediğim kent böyle olmalıyıdı, herşey ters yüz olmuştu. Beni
şaşırtan asfaltlarda sıcaklığın kaynadığı bu kentin dışarıdan görkemli görünmesiydi. Suyu çekilmiş bir değirmeni
andırıyordu şimdi. Alabildiğine yüksek binaların birbiriyle yarışır bir biçimde ve başdöndüresiye yüksekliği
ürküttü. Yüksek ve yoğun binalı bir kent düşlememiştim. Ya atımda da düşlerimde, seninle ilgili düşündüklerimde de
bir terslik olmalıydı. Kimi binaların dıştan aynalı oluşu, birinin bir başkasını yansıtması tedirginliğimi artırdı.
Binaların her biri bir başka lüksü, bir başka rengi taşıyordu. Kenti saran yükseklik yarışı insanın içini
bunaltıyordu, kimi balkonlu, kimi balkonsuz, yekpare yükselen bu binalar gözlerimi alıyor, başımı döndürüyor, bir
bunalım belirtisine yakalanıyordum. Bütün arabaları insansızmış gibiydi, dışarıdan içerisi görülmüyordu, onların da
camları siyah ve bir ayna gibi dışa yansıtıyordu. Başımı kaldırıp yukarı baktığımda ellerimle gözlerimi siperlemek
zorunda kaldım. Şapkasızdım, olsaydı zaten düşecekti. Kentin üzerinden akan bulutlar hiç de bu kente göre değildi.
Onlar yoğunlaşsa, kentin üzerine yağmur yağsa ne olacaktı ki. Kentin üzerine yağacak olan kirli yağmurları düşünmek
bile istemiyorum Kentin kirlerini kente geri verecekti. Suyu emmeyen toprağın, asfalt sokakların, ölümcül
betonarmelerin, ağaçsız sokakların yağmura gerekisinimi olamazdı. Yağmursuz, ağaçsız ve ruhsuz bir kentti bu. Apak
bulutlar kentin binalarının duvarlarına bir görüntü gibi yansıyor, sonra da geçip gidiyorlardı. Atın gemini
önümdeki tutamağa bırakarak kendi haline bıraktım. Başımı ellerimin arasına aldım, gözlerimi kapattım, bir süre
öylece bekledim, atım beni anlamış gibi durdu, uysallaştı, başını önüne düşürdü. At kente girer girmez asfalta
basınca topallayarak sekmeye başlamıştı. Çömeldiğim yerde gözlerimi açtığımda yıldızlar uçuştu. Kent karmaşık
göründü. Başında bulunduğum bulvarın görünen ucu pusluydu. Neden olduğu belli olmayan bir dumandan gözlerim
yaşardı. Karmaşık kokular keskindi, insanı Öğürtecek denli de ağırdı. Dizlerime yüklenerek yerimden doğruldum,
atımın yularından çektim ve dehledim, ağır ağır yürümeye başladı, nal
şıkırtılarının düzeni bozuktu, dönüp baktığımda dizleri kırılmış gibi sekiyordu,
sanki ayağı yer tutmuyordu. Kente girdiğimde atın sırtından inmiştim, asfalt ve taşlı yollarda ata binmek zulümdü.
Benim de dizlerim tutulmuştu, bir yandan yürüyordum bir yandan da kaslarımı ovuyordum. Önde ben, atım ardımda
yürüdük, gideceğimiz yer belirsizdi. Atım gibi benim de yürüyüşümün ritmi bozuldu. O anda ne yürümeyi ne de bir yere
tutunmayı becerebildim. Ayaklarım, toprağı kaplayan sertiklerle buluşunca nevrim döndü, dengem iyice bozuldu. Böyle
bir bilinmezliğin içine düşünce, ne yapacağımı bilememin şaşkınlığıyla yolun bir yerinde ben de atım da kalakaldık.
Umutsuzca etrafıma bakındım, belki bir yerden çıkar gelirsin diye. Atım; araçların, ben yayaların yürüdüğü yerde
yürüdük. Ben duraksadıkça; atım hıncını benden alır gibi burnuyla beni dürttü durdu. Atımın önünde hep iteklenerek
yürüdüm. Atım sırtımdan dürttükçe yürüdüm, yürüdükçe sendeledim. Dayanılacak gibi değildi. Atımın dürtmesine
bakmadan, koyuk gibi bir boşluğa doğru seğirttim. Bir kenara çekildim, çaresizliğimi anlatır gibi uzun uzun atımın
gözlerinin içine baktım. Beni bu kentte ve bu durumda ancak o anlardı. Bir de sen. Sen ise ortalıkta yoktun, Söz
verdiğin yere gelmemiştin. Zaten senin olmayışın dünyamı alt üst etti. Sana güvenerek bunca yıl yaşadığım doğamı,
dünyamı terk ettim, sonu belli olmayan bu yola koyuldum, bu kente geldim. Beni çeken sendin, şiir gibi ince narin ve
nahif olan sen. Daldım atımın yelelerini sevgiyle ve acınarak okşadım. Atım kentin
uğuldayan gürültüsünü ve benim açması durumumu duyumsamış gibi sağa sola çaresiz bakınıp durdu. Yelelerini okşarken
aslında kendi ruhumu ve benimi okşuyordum, Düşünen bendim, acı çeken ve sarsılan. Sözcüklerim içimde düğümleniyor,
bir bomba gibi patlıyor, ateşlere düşürürerek bir yangın yerine çeviriyordu. Küllerim içimde savruluyor, korlarım
olduğu yerde için için yanıp duruyor. İçimi yakan acının/alevin beni olgunlaştırmaktan çok erittiğini biliyorum.
Atım, düldülüm, yıllardır beni sırtında taşıdı durdu, bana yol arkadaşlığı yaptı. Bugüne değin bezginliğini,
yorgunluğunu görmedim. Benim düşündüklerimi uyguladı, istediğim yerlere götürdü. Bir dağın başına, son bir kez, son
soluğunu kullandı, sarp yolları tırmandı, başını destek olsun diye ön bacaklarının arasına kadar uzattı, gücüne güç
kattı, hırıltılarla soludu, yelelerine yapıştım da öyle tırmanabildik. Tam tepeye varınca ayaklarını yere kazık gibi
bastı, olduğu yere çakıldı kaldı, bir adım daha atmadı. Saçlarımı rüzgar uçurdu, içimi bir hoşluk doldurdu. Kekik ve
envai çeşit çiçeklerin kokuları reverans etti. Anlarmış gibi başını kaldırdı gökyüzüne bir özgürlük şarkısı söyler
gibi yaptı. Kişnedi. O özgür ruhlu atım gitmiş, pısırık, umutsuz, bezgin ve yorgun bir at gelmişti. Ben ondan da
beterdim. Şu anda atımın şaşkınlığını biliyorum, bu kentten çıksam, atımı ovalara salsam eski haline dönecek, ama
ben bir daha asla dönemeyeceğim. Rüyalarımı süsleyen bu kent gözümden düştü, hayallerim yıkıldı, umutlarım tükendi.
Ama ben bir kere bu kente girdim. Kente girer girmez soğuk bir soluğun beni böyle karşılayacağım bilemezdim.
Geleceğin kentlerinin böyle olacağını kimse anlatmadı, ben de sonucun böyle olacağını da düşünemezdim. Yol gösteren
atım, beni ordan oraya taşıyan atım, ah atım. Şu güne kadar yol arkadaşım. Bundan sonrasını bilemem. Çünkü ben de
kendimin ne olacağını bilmiyorum. Şimdiye değin atımı yollara sürükleyen götüren bendim, beni götüren atımdı, ama
şu andan itibaren yol gösterilmeye muhtacım, kararsızım, ne yapacağımı bilmiyorum. Ben atım için vardım, atım da
benim için. Ben var oldukça atıma bir şey olmazdı, benim geleceğim ise bundan sonra belirsiz. Bu kentte
sığınabileceğimiz izbe bir yer, bir kuytuluk var mıdır?
Doğada iken ne çok rahattık. Şu an arzuladığımız; bir ormandaki kuytuluğu andıracak,
üşümeyeceğimiz güvende olacağımız bir yer... Bir kucaklık sıcak topraklı bir yer,,, Seni oraya götürür, bir ağaca
bağlar gibi bağlarım dersem seni de yanıltacağım. İlk kez geldiğimiz şu kentte, şu andan
itibaren biliyorum ki sığınabileceğimiz tutunabileceğimiz bir yer yok. Seni bağlayabileceğim bir yer bulsam,
toprağını ayaklarınla deşeceğin, yer yapacağın bir yerin olmayacak. Sen burada harmanlayacaksın. Her yer beton ve
asfalt. Toynakların, tırnakların ve kasların derin sarsıntı geçiriyor. Ayaklarını yere vuruşundan belli. Burası bir
ormanlık, bir kır, sonsuzluğu olan bir ova değil ki seni kendi başına salayım, başını alıp gidesin, orada doğada
doğal yaşayışınla başının çaresine bakasın. Orada biri seni sahiplensin de alıp götürsün. Yoklar burada kuşatmış
bulunuyor sevgili atım. Yıllardır benim kahrımı çekiyorsun, ama ben senin kahrını çekemiyorum, çünkü kendim de
çaresizim. Günlerce birlikte yürüdüğümüz, beni taşıdığın yolculukta, bir konaklama yerinde, bir çeşme başında, sen
yere yan yatmış ser serpe uzanmışken, ben de sana yaslanayım orada uyuyakalayım, Gözümü kırpmadan kısa süreli de
olsa kestirmeliyim. Tatlı bir düş göreyim. Bir tehlike anında yerinden sıçradığında ben de seninle birlikte
sıçrayayım. Doğa sonsuzluğunda göz mahmurluğunu, gözlerimi ovuşturarak, serin suda abdestlenerek, sabah kuşlarının
ötüşlerinin, kanat çırpışlsrının, rüzgarın derinden gelen fısıltısının, doğa gizeminin eşdiğinde huzura varayım.
Huzura sonsuzluk yoluna koyulayım.
Sabah kuşlarının ötüşlerinin, kanat çırpışlarının, rüzgârın derinden gelen
fısıltısının, doğa gizeminin eşliğinde huzura varayım. Huzura sonsuzluk yoluna koyulayım.
Bu kentin aynasında doğadan bana bir şey yansımıyor. Ot, toprak, kuşlar, böcekler,
ormanın derin fısıltısı, otlardaki rüzgârın şarkısı, beni hayrete götürecek sonsuz güzelliklerin hiç birisinden eser
yok. Kentin orasında burasında görünen tek tuk kuşlarına kuş demeye bin şahit gerek. Tüyleri yolunmuş, ayakları
çarpılmış, gagaları nerdeyse düşecek bambaşka bir yaratık konumundadırlar. Serçeler, ah garip kuşlar, her yerde
kendine bir yer bulabilen kuşlar...
Buraya niçin geldiğimi bilmeden, ağır ve yorgun adımlarla sert bir duvara toslamış gibi,
atımın yönünü çevirdim. Atım sekmiş, ben de yorgunluktan bitkin düşmüş, boynum kırılmış bir halde dış kapıya
yöneldik. Bize inat birden kent devindi, uykudan uyanmış gibi araçlar sokağı doldurdu, insanlar bir anafora tutulmuş
gibi savruldu, kentin kokusu, tozu, eksoz borularından pofurdayan dumanı ortalığı kasıp kavurdu. Nereden geldiğini
bilmediğim, logarların ızgaralarından agır bir koku ortalığı kapladı. Başım döndü, midem bulandı, öyle yürüdüm. Bu
kent bana bir şey anlatmıyor, ben de bu kentten hiç bir şey anlamıyorum. Bir ayağım beni doğaya, digeri beni
ona çekiyor. İki arada kalan atım. İnsanın insanı tanımadığı, ırgalamadığı, bir
mahşer yerinin bilinçsiz koşuşturmalarını ve telaşını andıran yer burası olmalıydı.
Kapıya vardığımda ne yapacağımı bilemedim. Atımı kırlara salsam, atım beni
bırakmayacaktı. Salsam ve kente dönsem, peşimden gelecekti, bunu biliyorum. Atımın gözünün içine baktım, ne
düşündüğümü anlamış gibi hüzünlü. Gözlerinden yaşlar akıyor. Atımın yuları terli avcumda duruyor, ellerim yapış
yapış, kentin koyuluğunu taşıyor. Ovaya yüzümü çevirdim, derin ve sonsuz bir soluk beni ünlüyor. Kenti bıraksam ah
bu ölü insanlar, onların arasına karışsam?
Ayaklarım ben atımla birlikte kapıya kadar sürükledi. Özgür ruhum beni kentin dışına,
doğaya doğru, yüreğim ve aklım beni kente... Birinde esir, birinde özgür olacaktım. Birinden birine yakalanacaktım.
Birinde kendi başıma, sorumluluk üstlenmeden başımı alıp gidecektim. Birinde küçük ama özgür dünyama sığınacaktım,
bir dağ dervişi olacaktım. Birinde her şeyi göze alıp, belki kentin bir kuytusunda, belki özgünlüğünde, belki
direncin ruhunu yakalayan soluşunda, belki de onun yanında yeni bir dünya kuracaktım. Belki de yalnızlık
sarmalında, ama hangisinde... Gözlerimi dünyaya dört açıp hem kendimle hem de
kentle boğuşacaktım. Atım burnuyla beni kentin dışına doğru dürtüp götürüyor, ayaklarım gerisin geri kayıyor. Ne
düşündüğümü anlamış gibi atım burnundan soludu, tuhaf sesler çıkardı, başını oynattı, yellelerini savurdu, kuyruğunu
sallarken yüzüme çarptı, kuyruk kılları bir kamçı gibi gözbebeğime değdi, gözümden yaşlar aktı. Bir yandan kent bir
yandan da doğa beni çağırdı. İkisinin arasında kaldım. Atımın kolanını çözdüm, eyerim üzerinden alıp bir kenara
savurdum Gemini ve yularını aldım. Son bir kez basını okşadım, gözlerinin içine suçluluk duygusuyla gözlerim
yaşararak baktım, terkisine olanaca gücümle vurdum ve dehledim. Atım şöyle bir dönüp baktı, kentten kurtulmuş, özgür
kalmış olmanın sevinciyle mi, brden fırladı arka toynaklarını savurdu tozu dumana kattı ve gitti. Bir yay çizdi,
bana dönüp son bir kez baktı, onu çağırırım diye bana yöneldi, arkamı döndüm, ardıma bakmadım. Ona bir şey
hissettirmemeliydim.Gözlerim doldu, yüreğime bir acı daha ekleyerek ağır ve yorgun adımlarla kentin gürültüsüne
doğru yürüdüm. Belki seni bulurum umudunu taşıyarak nereye gideceğimi bilemeden yürüdüm.
İstanbul
- 26.04.2002
http://sufizmveinsan.com
Yedi İklim Dergisi
Nisan 2002
|