Belleğinde bir kurgu yok, yürüdüğü yol gibi yaşıyor Abdullah Amca. Yol nereye gidiyorsa oraya gidiyor. Niçin sürüklendiğini, nereye gittiğini bilmiyor. Abdullah Amca'nın yaptığı tek şey tutturduğu yolu yürümek. Başını bir teslimiyetle hafif sola yüreğinin üstüne doğru eğiyor neden hep böyle durduğu bilinmiyor. Yaşlılıktan ileri gelen kamburluk gibi bir duruşu var. O bu haliyle uzaktan görenler hemen tanınıyor. Ceviz ağacından bastonunu;
bazan ensesine atıyor, iki kolunu arkadan çevreleyerek dirseklerinden kırarak kavrıyor, omuz başlarından öne doğru sarkıtıyor, bazan sağ eline alıyor. Sol eli işlevsizdir onu. O hep yedektir ve işe yaramaz bir uzuvdur. Filistin askılığına asılmış birinin görünümündedir. Uzun yolda bir ritm tutturursa, yorulmadan, yalnız basma saatlerce gidilebiliyor. Ensesindeki ve boynundaki ağırlığı ve ağrıyı duyumsamaya başlayınca kollarını indiriyor, bastonunu sağ eline alıyor, yumuşak toprakta onun çarpık atılmış ayak, bastonunun uçunun toprağı delmiş izleri kalıyor geriye. Yüzlerce belki de binlerce iz bırakarak geçip gidiyor. Bastonu bu kez onun önünde yürüyor, üçüncü bir ayağı oluyor. Patika yolda gelip gidilerek toprak iyice toza dönüşmüş. İzler izlere karışmış. Önündeki izlerin üzerine onun izleri ekleniyor. İzlerin izleri yuttuğu bir yol burası. Gislaved lastik ayakkabı içindeki ayakları yanıyor, terden vıcık vıcık sesler duyuyor. Lastikleri toza bulanmış. Dönüp arkasına baktığında, geriye bıraktığı çarpık izlerine gülüyor. Ben böyle çarpık mı yürüyorum. diyerek hayıflanıyor. Çıkık kamburu gölgesinde karikatürize olmuş bir biçimde belirginleşiyor. Yaşlılık ve yorgunluğu kendisine hiç mi hiç yakıştırmıyor. Kendisiyle yol yürüyen gölgesine eşlik ediyor. Gölgesi önde, o arkada yürüyor ha yürüyor. O, sadık bir köle gibi, ne yapıyorsa onu yapıyor. Bir ara duruyor, soluklanmak için, oysa yorucu bir ritm ile değil, kendindenlikle olan bir yürüyüşle yürüyor, köyü çok uzaklarda kalmış. Patavatsız, kendini yiyip bitiren bir telaşı olmadı hiç bir zaman. Soğukkanlı ve gözü açık yaşadı. Zeki bakışlarında bir muziplik sürekli belirgin ve seziliyor. Onunla karşılaşan biri her an ve duruma hazır olmalı. Laf altında kalmayan Abdullah Amca, taşı gediğe oturtma ustası. Belki de yöresinin Nasreddin Hocası. Düşünceli haliyle geleceğin hazırlığındadır. Bu uzun yolda neler neler geçiyor belleğinden. Yaşlılık, ayaklara egemenleşince artık yolu düşünmek zorunda kalıyor. Bu kadar yolu nasıl yürüdüm diyesi geliyor bu yorgunluk ve takatsizlikten sonra. Çocukluğundan beri belleğinde kalmış olan, ad). lanetliler vadisi veya yeri diye anılan bu bölgeye geldiğinde içini bir korku ve ürperti sarıyor. Soyut varlıklar onu hep tedirgin etmiştir. Çocukluğunda oraya vardığmda üç küme halinde olan taş yığınının tu tu ederek, şeytanı ilençleyerek geçiyorlardı. Şimdi de içinden o taşlara inlençle okkalı bir tu savurmak istiyor. Yanında yöresinde kimse olmamasına karşın, 'itanıyor ve içinde tutuyor ilenç ve tu'sunu. Çocuksu bir duygu muydu, bizimki, neden böyle yapıyorduk ve neden hala içimden ona tu'lamak ve ilençlemek geçiyor? Bu sessiz vadide şeytanın ve cinlerin ne işi olabilir, yoksa yol kesen varlıklar olarak mı duruyorlar burada? Vadi ve kuytu yerler insanı neden bu denli ürpertiyor? Dönüp arkaya baktığında gökyüzü ve doğanın sessizliğine dalıyor. Meşe kümelerinin arasında dolaşan kaplumbağaların yürüyüşünden çıkan ses, ağır ve duraksamalıdır, kertenkeler bir çırpıda geçip gidiyor. Bu sessizlikte ve düşünceli halde her ses ürpertiyor. Sessizlik ve yalnızlık ürerten bir yalnızlık... Çırçırböceklerinin sesi belli bir zaman sonra kesiliyor. Bazılarının da kurumuş bedenleri ağaçların yapraklannda, bazılannın sadece kabuktan olan gövdeleri duruyor, içleri boşalmış oluyor. Yalnız yol yürüyüşlerinde derin düşüncelere dalıyor. O da bin bir düşünce geçiriyor belleğinden. Köyleri birbirine bağlayan ve ayrılan bir kaç köyün işlek bir yoludur bu. Düzlüğe çıkıncaya değin adımlarını hızlandınyor, yeryüzü biraz açılınca, çevre görününce soluklanıyor. Karşı yamaçlara bakıyor, karşı köylere ve dağlara, vadilere. Bir yol bir başkasını kesiyor. Yabancılar ve rehberi olmayanlar için yol bir çıkmaz. Her yol çatalından sonra, patika yol biraz daha genişliyor. Yol ayrımlarından sonraki yollar biraz daha isteksiz olduğundan daralıyor, yumuşak toprak azalıyor. Birbirine utandıkça, mesafe açılıyor. Ayakları bileklerine kadar toza bulanıyor. Dönüp arkasına baktığında, ayak izlerinin sağlı sollu yana açıldıklarını gördükçe bir tebessüm beliriyor ince dudaklarında. Ayaklarını düzgünleştirip parmak uçlarını öne dikine bastığında yol yürüyüşündeki ritmi bozuluyor. En iyisi kendi halimle ve doğallığımla yürümeliyim, diye iç geçiriyor. Nazlı endamlı güvercin yürüyüşe özenince bir kargaya benzetiyor kendini.
Yol üzerindeki çeşmenin birinde soluklanıyor,
önce yüzüne su çarparak serinliyor. Hemen yanıbaşındaki sete oturuyor, bir süre dinleniyor. Ayakkabılarını ve çoraplarını çıkarıyor, ayağını serin suya tutuyor, tozlar çamurlanıyor, onu sıyırıyor. Sağ avcuna su doldurarak yudumluyor. Terliyim, birden içersem çarpar düşüncesiyle, adeta dinlenerek ve kendisini alıştırarak içiyor. Şükür seni yaratana, sussuz yaşanmıyor bu dünyada. Hele ağustos sıcağında. Bu bildik sözü yinelemenin bir özelliği olmuyor, muzip, zeki ve hazır cevap biri söyleyeceği bir söz değildir bu. O toplulukların bir refleksidir ve haksızIğa karşı koyan bir duruşudur. Bu yalnızlıkta sıradan da olsa söylenmiş sözdür. Sen olmasaydın ne yapar, nasıl yaşardık sozcüğünü yineliyor. Suya kanamıyor, iki avucunu birleştirerek içiyor bu kez. Geçmişte olduğu suyu üzerine boca edemiyor. Gençlik .yıllarında olduğu terlemiyor ve teni yanmıyor.
Hayrat çeşmesindeki ayrılık başlıyor. Hayrat
sahibinin varisleri mi, bir başkasının düşünücesi bilinmez, siyah yağlı boya ile yazılanları hecelerek: "Bu hayratın başında içki içilmez" yazısını okuyor. Biri inadına çeşmenin tepesine bir içki şişesi dikmiş, bastonunun ucuyla onu oradan atıp uzaklaştırıyor, eliyle dokunmuyor. Yüzünü ekşitiyor, bir iş yapmış olmanın rahatlığıyla yeniden çeşmeye dönüyor, asasını ucunu suya tutuyor. Duvardaki yazıya bakıyor ve gülümsüyor Abdullah Amca. Suya kandıktan sonra, avcuna doldurduğu suyu yazının üzerine atıyor, tozlarını gideriyor. Yazı daha belirginleşiyor. Kalkmak için kendini ağırdan alıyor, üzerindeki rehaveti atamıyor.
Bacaklarının yorgunluktan titrediğini oturduktan sonra ayımışıyor. Parmaklarının ucuna basamıyor, topuklarını kaldırdığında bacakları titriyor. Oturduğu yerde, bastonunu çenesinin altına dayıyor, bir süre donmuş bir heykel gibi kala kalıyor. Biraz daha dinlenme isteğini bastırıyor. Yolcuya yol yürümek düşüyor. Yürümeliyim. Ağırlığını bastonuna vererek doğruluyor. Yolu soluklanmadan ve bu yaştan sonra durmaksızın yürümek gözünü korkutuyor. İlerlemiş yaşına rağmen yürüyüşüyle genç bir adamı andırıyor, kendisini öyle sanıyor. Gençlere taş çıkarttığının savında. Gençler onunla yol yürüdüklerinde, saygılarında ardında yürüyorlar. Fakat, kamburu ve yürüyüşüyle iyice çökük görünüyor. Sakal traşını olduğu halde yüzünde ve çene ucundaki çukurlarda kıllar duruyor. O artık yüzündeki sakalların ayrıntılarını kaçırıyor.
Köyün girişinde bir köpek yolunu kesiyor. Köpeğin gözlerinin içine bakıyor ve bastonunu bir kuyruk gibi peşinden sürüyor. Köpek, havlamasını kesiyor, kuyruğunu bacaklaıının arasına kıstırıyor, kulakların düşürüyor Abdullah Amca'mn peşine düşüyor. Torunlarının sesini duyunca gözlerinin içi ışıyor.
Ali Haydar Haksal
İstanbul
- 14. 06. 2001
http://sufizmveinsan.com
Yedi İklim
Dergisi
Haziran 2001
|