Kayıt için burayı tıklayın

Kapitalizm, sosyalizm, faşizm, komünizm, gol, aut, tuş, psişe, neoplazm, metastaz, pike çekmek, santra... Yüzlerce hatta binlerce böyle kelime var diğer kültür iklimlerinden gelip lisanımıza nüfuz etmiş olan. Bunlar karşısında dille ilgilenenlerin belli tavırları var: 1) Hepsini aynen ve orijinalleriyle yazarak kullanmaktan yana olanlar: Bunlar "Top outa çıkmasına rağmen hakem goal kararı verdi ama stadiumdaki anarchy ve tension bir anda arttı" gibi cümleler kurarlar. Nitekim, eski tıp kitaplarında bunun örneklerine bolca rastlarsınız. Artık pek taraftarı kalmamış durumda... 2) Türkçe'de okunduğu şekliyle bunları kullanmaktan yana olanlar: Bunlar "Top auta çıkmasına rağmen hakem gol kararı verdi ama stadyumdaki anarşi ve tansiyon bir anda arttı" diyeceklerdir. Epey taraftarı var bu yaklaşımın. 3) Hepsine illâ ki Türkçe karşılık bulup, yoksa da uydurup onu kullanmak isteyenler: Bunlar da "Top dışarı çıkmasına karşın yargıman kalegirdi kararı verdi ama topluseyirlikteki karmaşa ve gerilim bir anda arttı" gibilerinden bir şeyler söylerler. Son zamanlarda bu tavır pek moda; "yorumsamacı ve özdekçi düşün adamlarının yaşamsal ergileri erkin ekinselliği varsamamasına öykünmemek olmalıdır" gibi lâflardan müteşekkil "tümceleri" de yazanın anca kendisi anlar tabii ki!

Fakirin bu konudaki görüşü mutedil. İthâl kavram (concept) veya mefhumlara (notions) tekabül eden ve (menşei ne olursa olsun) bizim malımız olmuş kelimeler varsa, onları kullanalım: "Sermaye" varken "kapital" denmese de olur, diyeni de kınamamak gerekir; am-maaaa... "kapitalizm" bizim kavramımız da değil, fikrimiz de, tıpkı "sosyalizm" gibi. İşte, bu gibi kelimeleri Türkçe okunuşlarıyla aynen kullanmaktan yanayım. Çünkü, herkes kendi kafasına göre "tilcik" uydurup yazınca, böyle kitapları okumak ve anlamak imkânsızlaşıyor! Bu itidalli tavrı tercih ettiğimi belirttikten sonra, bununla paralel bir yarı muhayyel sohbeti sizlerle paylaşmak istiyorum.

Bir kongreden dönüyoruz. Eski bir asistanımız ve artık uzmanlığını almış, hayata atılmış olan bir arkadaşımızla otelin lobisinde sohbet ediyoruz. Lâf döndü dolaştı, toplumdaki ve psikiyatri camiasındaki genel gruplaşmalara geldi, dayanamayıp suâl eyledi: "Hocam, sizde anlayamadığım, kavrayamadığım bir şey var. Hem sivri çıkışlarınız oluyor, hem de belli bir çizginiz yok."

Gülümsedim, hem zülfü yare dokunduğun için değişik grupların tepkisini alacaksın, hem de çizgisizlikle itham edilecek, tanımlanacak, anılacaksın. Bir şeyler eksik, yanlış... Neden no men's land'de zannediliyorsun? Öncelikle, "bir çizgisi olma" kavramını başkalarının önceden çizmiş olduğu, kolaycı ve fırsatçı kafaların da hemencecik etrafında öbek öbek toplandığı ideolojicikler için kullanıyor genç dostum... Yani tefekküre gerek yok, hazırlop "brainnet" paketlerinden birini satın alıvereceksiniz (internetten mülhem bu tilciği de ben uydurdum), at gözlüklerinizi takacaksınız, en hafifinden sekter, muhtemelen de yobaz olacaksınız. Sonrası kolay, başka türlü düşünen herkese "vurun kahpeyeyi" oynayacaksınız. Bu kafalar "vatan, millet" derseniz faşist, "Allah, din" derseniz "mürteci", "sosyal adalet, emekçi hakları" derseniz komünist..... ilân ediverecekler sizi. Ne diyordu merhum Cemil Meriç (o Cemil Meriç ki, zamanında, mahkemede "evet, ben Marksist'im, var mı itirazınız" diye bağıran adamdır): "İzmler... İdraklerimize giydirilmiş deli gömlekleri. İtibarları menşelerinden geliyor; hepsi de Avrupalı"...

Şimdi, Türkiye için, kavramların ne kadar acayip hâlde olduğunun bir dökümünü yapalım (bu arada, aklıma geldi, istisnalar haricinde bütün spikerler "döküman" diyorlar, doğrusu "doküman" olmalı; vazgeçtim Türkçe'den, yabancı menşeli kelimeleri de yanlış telâffuz ediyoruz):

Sağcılar denen grupta kimler var: Radikal İslâmcılar (millet deyince ümmeti kasteden, lâik cumhuriyeti reddedenler), ılımlı İslâmcılar, reformist İslâmcılar, milliyetçi-İslâmcılar (hani şu "Türk-İslâm sentezi" masalı, maazallah buna bir de "Kürt-İslâm sentezi" eklendi ve Hizbullah namı altında bir vahşet teşkilâtının marifetlerini ibret ve dehşetle takip ediyoruz, Gürcü-İslâm sentezcileri ve diğer sentez meraklıları da yolda), milliyetçi-muhafazakârlar (neyin muhafaza edileceği hususunda aralarında ciddi ihtilâflar mevcutsa da), ülkücüler, ırkçı Türkçüler, Turancılar, faşistler, merkez sağcı liberaller, Atatürk milliyetçisi sağcılar, bal gibi kapitalistler, sağın ticaretini yapan oportünistler...

Solculara bir göz atalım: "Dinozor" Marksist komünistler, Marksist olmayan komünistler ve Bakuninci anarşistler, etnik ırkçı komünistler (PKK gibi), Maocu komünistler, "eski Marksist" olmakla pek övünen ama şimdilerde "sadece solcuyum" diyen latent Marksistler, sosyal demokratlar, ılımlı solcular, Atatürk ulusçusu solcular, eskiden militan komünist olup da şimdilerde köşeyi dönmüş tatlı su sosyalistleri, bar "enteli" alkolik sosyalistler, diğerlerince "dönek" diye dışlanan entellektüel solcular, agnostik solcular, materyalist solcular, Tanrı'ya inanan ama solcu olan solcular, sosyalist Müslümanlar, solcu olmazsa yalnız kalacağından korktuğu için solcu olan solcular, solun ticaretini yapan oportünistler...

Başka türlü adlandırılamayanlar: Bilmemkaçıncı cumhuriyetçiler, takkeli veya entel liboş diye nam bulanlar, yanar döner satılık vicdanlı kalemşörler, hiçbir fikri ve entellektüel birikimi olmamasına rağmen her şeyi bilen megalomanyaklar, her devrin adamı olmayı başaran lâf ebeleri, konformistler...

Allah aşkına, bu üç (özellikle ilk iki) grubun hangi açı(lar)dan homojenite taşıdığını ve neden aynı kefeye koyulduklarını mantıki olarak açıklayabilecek bir dahi varsa beni arasın, bilgileneyim, müstefit olup kırk yıl da köleliğini yapayım!

SAĞCI KİM, SOLCU KİM? Tam bir entellektüel anarşi, tefekkür anomisi, sosyal afazi (Alev Alatlı'ya saygılar, sevgiler)!

"Bak" dedim genç dostuma, "Eğer ne olmadığımdan, hangi çizgiyle alâkam olmadığından başlamak daha kolay olacaksa, -ki öyle gibi geliyor bana, sayayım. "Vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünden taviz vermek; Türkiye'de demokratik düzeni yıkıp yerine başka bir ideolojik veya dini idare getirmeye kalkılması; insanların din, dil, ırk, etnisite, cinsellik veya fikirleri açıdan ayrı tutulup farklı muamele edilmeleri, hürriyetlerin sınırının başkalarınınkinin başladığı yer olmadığı her türlü anlayış ve tatbikat; emeğin sömürülmesi, ter dökerek elde edilmiş servete düşmanlık etmek; bir ülkede veya kurumda idareyi elinde bulunduranların kendilerinden farklı düşünenleri dışlayıp aşağılamaları, aleyhlerinde dolap çevirmeleri; içtimai veya fikri her türlü kölelik, hür tefekküre zincir vurulması, her türlü totalitarizm ve faşizm..."

Bu sözler epey bir şeyi özetlemişti bana göre, de... Zekâ ve yeteneklerinden zerre kadar şüphe etmediğim muhatabımın gözlerindeki muğlâklık ifadesinin artışından anladım ki, ona göre hiç de aynı şey geçerli değildi. Daha fazla izahat gerekiyordu... Yoksa beni "milliyetçi, muhafazakâr, ilerici, sosyal demokrat, devrimci, lâik ve Müslüman", yani bir ne idüğü belirsiz çorba olarak idrak edecekti (çizgisiziz ya)! İyi ama, hoş, ben gerçekten de bunların hepsiyim... İzahat vermeye devam etmek gerekiyordu.

"Özetlemek gerekiyorsa, ben hikmeti (bilgeliği) arıyorum; hani şu İngilizce'de wisdom denen şeyi. Hikmeti bulacağım ki, kısır ideolojilerin, "sözüm ona dini" veya benzeri tefsir ve içtihat kalıplarının insanlara getirdiği ucuz mutluluk ve kolaycılık kapısı olan banal gerçeklerden kurtulup, hakikâti bulmak yolunda ilerleyebileyim. Ama, bunu yaparken de dirliğimin, düzenimin bozulmasına, hayatta kalma ve insanca yaşama hakkıma el sürdürtmeyeyim.

Gerçekle hakikâtin farkını en güzel anlatan hikâye Gazalî'nin Hint'ten aldığını sandığım fil ve körler örneğidir: Ortada bir fil var, çevresinde de körler; sorulmuş kendilerine «nedir bu?» diye. Birisi kuyruğunu tutmuş, «yılan» demiş, diğeri bacağını tutmuş «sütun» demiş... Kimse «fil» cevabını verememiş. İşte, mahiyetini ve vasfını bilemediğimiz, belki de asla bilemeyeceğimiz mutlak gerçeğin yani hakikâtin karşısında bizler bu körler gibiyiz. Kendi zavallı gerçeklerimizi hakikât zannediyoruz. Sanma ki bu ayrım benim kendi icadım; gerçek karşılığında reality, hakikât karşılığında verity veya truth kelimelerini kullanıyor Batılı. Bunu yaparken de bir miktar agnostik bakıyorum her şeye, tıpkı ünlü filozof Popper gibi. Yani, belli bir konunun o an için bilinen en güzel izahı A Teorisi ise, bundan farklı ve daha doğru (hakikâte daha yakın) X, Y, Z... Teorileri'nin de olabileceğini ta baştan (a priori) biliyor, kabûl ediyor ve öyle yaklaşıyorum mes'elelere. Böyle olunca da, hiç bir şeyin dayatmacısı, tutturucusu, yani yobazı (mutaassıbı) olmuyorum. Ha, bakışlarından hissediyorum ki, ucuz bir baş eğiciliğe (konformizme) yüz verdiğimi zannediyorsun. Asla! Bilimsel düşüncede inançlar (beliefs) değil kanaâtler (opinions) olur; kanaâtler de değişmeye mahkûmdurlar!

Benim irfanım hür, fikrim ve ilmim de hür ama vicdanım asla! Vicdan, Batılı'nın moral conscience'ı (ahlâki şuur) karşılığında kullandığımız psikolojik ve teknik bir terim; süperegonun şuurlu kısmına verilen isim! Süperego (üstbenlik) ise psişik dünyamızda yasakları, günahları, ayıpları ve mükemmeliyetçiliği temsil eden meleke. Hiç hür vicdan olur mu? Böyle bir ifade kendi kendine ters düşer! Demek ki genel ahlâk (morality) ve etik (ethics: özel hâllere, meselâ mesleklere has ahlâki prensipler) açısından tavizim yok.

Bilmem anlaşabildik mi: Metodolojik açıdan çizgim gayet net ve aşikâr. Bilimsel konularda ideolojiye geçit yok, sadece epistemolojik temel prensip zemininde, yöntem (usûl, method) var; o da deneycilik ve gözlemcilik, yani empirisizm (empiricism). Ammaaa, kendime has fikir, sezgi, ilham, tefekkür ve hayâl dünyamda istediğim gibi kanat açarım ebediyetin nihayetlerine doğru, kim karışabilir ki?"

"İşte bu noktada işler karışıyor" dedi dostumuz; "tasavvuftan, Allah'tan bahsedip böyle deyince adeta bir çifte açmaz, bir «double bind» olmuyor mu?"

"Aman yapma etme! Maâlesef, Türk aydınlarının içine düştükleri en korkunç kara delik bu: Sekterlik, kesin inançlılık ve damgalama merakı. Yani Allah'tan bahsedersen mürteci, dinci ve yobaz; sosyal adaletten, emekten, sosyal demokrasiden bahsedersen Marksist-komünist; milliyetçilikten, vatan sevgisinden bahsedersen faşist ilân ediliyorsun. Tefekkür felç olmuş, dimağlar prangalı, kavramlar perçinle tutturulmuş zihinlerimize.

Zaman ve mekândan da önce var olan, onlardan ayrı-gayrı olmayan ve onlardan sonra da var olmaya devam edecek olan kozmik bir şuura, ilâhi sevgi ve bilgiye inanmakla, Bach'ı veya Itri'yi dinlerken yahut derin düşüncelerle flört ederken O'na uzanan gönül gözünü açmakla, müsbet ilmin icaplarını yerine getirme eylemi esnâsında taviz vermez bir metodist olmak arasında çelişen, birbirine ters düşen ne var ki! Bu evrensel birlik, vahdet hissine ister adına meditasyon denen disiplinle ulaş, ister şu veya bu ibadetle vasıl ol, ister musıkıyle meşk veya raks ederken yahut Taekwon do pumsesi çizerken eriyip git. Ne fark eder? Egonun zavallı sınırlarından kontrollü ve yapıcı bir şekilde sıyrılıp, müthiş ve eşsiz yalnızlığından geçici olarak ayrılıp, O'nun içinde erimenin, özüne ve Hakikât'e azıcık da olsa yaklaşabilmenin kazandırdığı muazzam kudreti, iç huzurunu ve arınmayı yaşamanın ne zararı var? Bu eşsiz yaşantının, müteakip bilimsel çalışmalarında da seni ne kadar güçlendireceğini mutlaka fark edeceksin."

"İyice mistifiye ettiniz konuyu. Haydi açıkça itiraf edin, bu söylemlerin altında sinsi ve gizli bir dincilik yatmıyor mu?"

"Hayır! Kat'i ve sarih bir ifâdeyle hayır! Bu transandansı yaşamak için şu veya bu dinin mümini, filânca dergâhın müridi, falanca tekkenin meczubu olmak gerekmiyor. Tam bir ateist de olsan bu doruk yaşantıyı (şu uydurukça moda kelimeyle deneyimi) yakalamak mümkün; yeter ki sevgiyle ve egonu aşarak bakabil aleme.

Dinler gaye değil vasıtalardır evlât! İnsanın kendisiyle, kendisinin içindeki kendisiyle, kendisinin içindeki kendisinin içindeki kendisiyle... yani bütün kozmosla, varlık ve yoklukla, mevcudat ve hiçlikle buluşması, barışması için birer vasıta... Bazısı bu hikmete dinle ulaşır, bazısı başka yolla. Onun içindir ki, itikadi konularda kimsenin kimseyi zorlamaya zerre kadar hakkı yoktur."

Hatta, bu muazzam kendinden geçişi, ekstaz hâlini yaşamamızı sağlayan beyin yapılarını dahi sayabilirim sana: Temporo-limbik sistem ve amigdala nukleusu (çekirdeği). Nitekim, bu bölgelerin deneysel uyarılmalarında, epilepsilerinde de (bir sar'a cinsi) benzer hâller yaşanıyor.

Devamı bir sonraki sohbette...

İstanbul - 08.12.2000
http://afyuksel.com


Üst Ana sayfa e-mail