oğaziçi’nde
sokakların çoğu, eğime uygun şekilde yapılmış, genelde
bodrumlu, merdivenli, ahşap binalarla süslüdür. Birbirine
yabancı gibi duran taş yapıların yanı sıra “arnavutkaldırımlı”
sokaklar nadiren de olsa korunmuştur. Bazı evler yangınlarda
kül olmuştur. Geniş, demir
tokmaklı kapıları, rengârenk çiçeklerin sarktığı
balkonlarıyla bir dönemin güzelliğini yansıtan bu
evlerin yanından geçerken
mis gibi kokuları duyar, ciğerlerinize biraz
çekebilmek için ister istemez orada biraz mola
verirdiniz. Bu manzara, insanın
içini tatlı bir sıcaklık ve sevgiyle doldururdu.
Kıyı boyunca birbirine nazire yaparcasına sıralanan tarihi
yalılar da, otantik niteliklerini asla kaybetmeden yaşarlardı.
İçleri birer müze gibiydi. Halen de öyle olduğunu
sanıyorum.
Semtlerin denizle ilişkisi, kıyı şeridinden başlar, en uç
noktaya kadar devam eder. Çok az
bölgede denizden kopukluk yaşanır. Sebebi,
Karadeniz’e uzanan sahil
yolunun bazen yeşil alanla, bazen de yapılarla
kaplı oluşudur.
Bu silueti tepelerin üzerinden, ağaçların arasından ve de
mezarlıklardan yakalayabilmeniz
mümkündür.
Sahil şeridinde denizle ilişkisi olan en tanınmış
semtler Ortaköy, Beylerbeyi, Kanlıca, Bebek, Emirgân,
Tarabya, Sarıyer ve Beykoz’dur. Daha
az anılan
yerler de vardır. Diğer semtlerin denizle bağlantıları olsa
da ilk saydıklarım kadar belirgin değildir.
Kıyılarda küçük
çaptaki balıkçı teknelerine, balık ağlarına gözünüz
takılabilir. Boğaz sakinlerinin belirli bir kısmı balıkçılıkla
uğraşır. İşin ilginç yanı, yaz kış nafakasını
denizden çıkaran, yoksulluğun pençesinde kıvranan
ve günü gününe yaşayan
bu insanlar, ne hikmetse denize hiç girmez. Size şaka
gibi geliyor, ama bazıları yüzmeyi dahi bilmez.
İşte, doğup büyüdüğüm
hayatımın her alanını kuşatmış, renk katmış bu yerlere
bakınca, geçmiş günler bir bir gözümün önüne gelmeye başladı.
Beylerbeyi’nde, Çamlıca’ ya uzanan yokuşta, Eski Eserler
ve Anıtlar kurulunca “tarihi
eser” niteliğini taşıyan, kendimize ait, ahşap bir
evde otururduk. Bina epeyce harap bir haldeydi.
“Eski eser” kapsamında olduğundan, yıkımına izin
verilmiyordu. Yenisini de ancak cepheyi değiştirmemek kaydıyla
inşa etme izni bulunmaktaydı. Bu işlem de çok masraflı olduğu
için, müteahhitlerin
pek ilgisini çekmiyordu.
Semtimizde o zamanın ünlü insanlarının, sporcuların,
politikacıların ve dini kurallara
belli ölçülerde riayet eden kimselerin
yanı sıra, itin kopuğun
her çeşidine rastlamak da mümkündü.
Külhanbeyi, serserisi, hırsızı, uğursuzu, sarhoşu, esrarkeşi...
İşte böyle bir
ortamda büyüdüm.
Çalışma hayatıma başladığım ilk yer Cağaloğlu’ndaydı;
bu yüzden işe sabahları vapurla gider, akşam, duruma
göre değişik istikametlerden evime dönerdim. Bu, bana apayrı
bir zevk verirdi.
Vapur İskelesine yaklaşık
üç dakikalık bir mesafedeydik.
Sabahları 8:18 vapurunun Çengelköy’den
kalktığını ve bize doğru yaklaştığını gördükçe, içimi
garip bir sevinç kaplardı. Her zaman beş altı
dakikalık bir rötarla iskeleye yanaşan vapur, yolcularını
aldıktan sonra diğer iskelelere uğramadan, doğrudan köprüye
giderdi.
Gerek Çengelköy’de gerekse Beylerbeyi’nde oturan halk, işe
bu vapurla gitmek istediğinden bir hayli kalabalık olurdu.
Rahmetli ağabeyimle, yazları
8.18’ in arka ve sahile bakan yanlarını, kışın ise
en alt katını tercih ederdik. Bu kısımlar değişen iklim şartlarına
göre istediğimiz konumu yaratırdı.
Beylerbeyi’nden ayrıldıktan sonra, güzelim sarayı
seyreder, vapurun arkasında dalgalanan bayrağımızı
“hazır ol duruşuyla
selamlayan askeri “biz de selamlar ona övgü dolu sözler
gönderirdik.
Kaptan, Üsküdar’a kadar kıyı şeridini takip edip sonra
yavaş yavaş rotasını Kız Kulesi’nden sağa kaydırarak
vapurun başını Sarayburnu’na, Köprüye doğru çevirirdi.
Kız kulesinden itibaren daha açık ve net görünen
Sarayburnu bir başka güzeldi. Eminönü, Cami ve şimdilerde
kaderine terk edilip hiçbir yerde tutunamayan Galata Köprüsü
muhteşem bir dekor oluşturuyordu.
Köprüye varıncaya kadar, kâh yakın arkadaşlarla laflayarak
kâh gazetelere göz
atarak vakit geçirirdik. Sabah iş saatleri olduğundan hayli
kalabalık bir trafikle karşılaşırdık.
Nihayet, o günlerde tertemiz olan boğazın serin sularında
yolculuğumuz sona ererdi.
Bu cümleleri yazarken aynı zamanda o günlerin güzelliğini,
ihtişamını da hissediyorum.
68’den bugünlere uzanan çocukluk ve gençlik yıllarımın
geçtiği bu yerlere tekrar gelmek ve bir tarihi hafızamda
canlandırmak, yine Boğazda Beylerbeyi Camiinin içinde, insanın
dürüst ya da
sahtekâr olmasının
sonucu pek değiştiremeyeceği bir ortamda, vakitsizce uğurlamak zorunda kaldığım ve az sonra peşine
takılıp gideceğim bir yakınımın cenaze namazında nasip oldu.
Hayatımda derin izler bırakan Boğaziçi’ni bu şekilde hatırlayacağımı
inanın, hiç düşünmemiştim.
Son yolculuk kervanında,
eski tanıdık yüzler de vardı. Bunca yılın yorgunluğuna
karşın hayatın tüm
kapılarına girip yoklamak, yeni yollar aramak sevdasıyla
benimle sanki diyalektik bir bağlantı kurmanın
heyecanı içindeydiler.
Kendilerince,
herhalde katlanacak pek çok şey vardı bu evrende.
İstanbul
- 14.03.2001
http://afyuksel.com
|