Zaman ve sen....

Dünden beri yaralı bir ceylanın bakışındaki yürek yakıcılığıyla karşımda duruyorsun. Gözlerimin önündesin, elimden bir şey gelmiyor. Bir şey yapılamayınca olmuyor işte. Olanlardan etkileniyorum. Kareden beni izlediğini beni yaşadığını, yalvarıcı ve çaresiz o daracık odanda devinip durduğunu  gördükçe, senin yanında olamadıkça içim gidiyor. Olanları, ancak uzaktan izleyebiliyor, ola­cakları geziyor ve anlıyorum. Bir düşte gibi, çığlık koparıp ağlayan birinin sesini duyuramamasındaki bir çaresizlik içindeyim. Sesim boğazımda düğümleniyor. Sana elimi uzatıyorum, elini yakalayamıyorum. Giderek yiten bir ses gibi benden uzaklaşıyorsun. Kıvranmalarını, çırpınıp durmanı görüyorum, ama çaresizim. Bazen öyle bocalıyorsun ki yalvarıp yalvarmadığın bile belli değil. Gene de acı île çaresizlik arasında bir duyguya kapıldım. O zaman yaralı olan ben miyim yoksa sen misin anlayamadım. Çektiklerin bana da bulaştı.

Zaman beni aynasındaki geçiriyor ve kendimi olanca çıplaklığıyla görüyorum. Sen orada, elinin en küçük devinişiyle bir şeyler yapma çabasındansın. Ben senden, sen de benden habersiz değiliz. Ruhlarımız bir yerde buluşuyor, hallediyor.

Zevkime uygun derleyip döşediğim evimde, kocaman solunumda bir o yana bir bu yana koşturup duruyorum. Parmaklarımın uçunda, bir kuş hafifliğindeyim. Ellerimi bir yay kıvraklığında uzattığımda, bir şeyler siliniyor, benden uzaklaşıyor. Çok geçmeden eski halime dönüyorum. Birden donup kalıyorum. Bazan senin hayallerine kapılsam da ben gerçeğin peşindeyim, hayallerle hiçbir işim yok.

İşte şu an sana dokunamıyorum, benden çok uzaklardasın. Arada duvarları kaldırıp gözümün içine bakmanın da bir anlamı yok.

Sen yoksun, olmayınca tadım olmuyor, bunun bilincindeyim. Benim benle değil seninle sorunum var. Sen ise bilenmez, karanlık bir adamsın. Öyle olmadığını düşünmeye çalışıyorum. Ne yandan bakarsam bakayım, nasıl düşünürsem düşüneyim bir çıkmazdayım. Gene de güvenebileceğim tek insan sensin.

Ben devindikçe bir şeyler olmalı. Yalnızlığım eylemsizliğime yorumlanmalı.

Elimi attığım ve dokunduğum her şey seni anımsatıyor, işin kötü yanı da bu. Neden bu denli içiçeleştik, neden ruhlarımız başını alıp gitti. Sonsuzluk uzamında kanatlanmış gidiyorlar. Oysa sen orada, ben burada, kendimizle boğuşup duruyoruz, işin tuhafı sürüklendiğim her yol beni sana götürüyor. Bundan kurtulamıyorum, kurtulamayacağım. Kurtulmak istediğimi söyleyemiyorum. Kendimi yadsıyamam. Üzerimdeki kırmızı ipek giysilerim, ben savruldukça benimle birlikte uçuşuyorlar. Bir kuş hafifliginde ordan oraya konup göçüyorum.

Geçilmesi en zor olan kapıdan geçtim. Çok uzun bir yoldan gelmiş, yorgun düşmüşüm. Başlangıçta yolun bu denli uzayacağını ve beni yoracağını düşünememiştim. Yola koyulduğum o ilk anımdan itibaren hep ilk gün inandığım ve sana kandığım gibi olacağım sanmıştım. Yanılmışım. Kapılardan geçtim. Birinden kurtuldum derken bir başkası karşıma çıktı. Her yeni olan kapı beni yordu. Giderek açmakta güçlük çekiyorum. Ayaklarımın altından sürekli kayıp giden, giderken beni de beraberinde alıp götüren bir kayganlık üzerinde bulunuyorum. Elimden kaçanlar gidiyor, bir daha yakalayamıyorum, sonunda yitiren hep ben oluyorum.

Geceyarılarından bir ini daha geçiyorum. Ağır ve yorucu. Tükenmiş olmanın güçlügünü bir daha yaşıyorum.

Beni anlayanı ben anlayamadım. Beni anlamayan arkadaşlarım ve yakınlarım oldu.

Evinde, zevkine uygun döşediği geniş salonunda, dans eder gibi, parmaklarmın uçunda, ordan oraya koşturuyor. Kırmızı giysileri savruluyor, uzun ve siyah saçları omuzlarından beline doğru yayılıyor, kendisiyle dalgalanıyor. Parkeden halıya, koltukların arasından vitrin önüne, ordan pencereye adeta uçarak gidip geliyor. Evinde coşkulu, ele avuca sığmaz bir görünümde. Beyaz, pembe ve kırmızı renklerin egemen olduğu bir odada yalnız başınalığın anlamını öteden beri kavrıyor. Bu, onun özgürlüğüdür. Hiçbir anım ve durumunu boş geçirmiyor. Yalnızlığı aşma ve kendi olma bilincini yakaladığından beri sözcükleriyle, ruhuyla ve kendiyle yaşıyor. Düşünme edimim ne zamandır bir yana bırakmıştı. Düşünmemek, hiçbir şeye kafayı takmamak, ne olursa olsun umursamamak, bir sıradanlığa kapılmamak gibi. Bazan içinde bulunulan ve istenilen bir durumdur bu.

İşinden kitaplarına, yaşamın anlık öykülerine, dünyasına, özenişinin nedeni kendi bilincini yakalama ve var olma düşü baskınlaşınca yeni bir güne paslanır gibi, yaşama başlanıyor. Bir eşyayı bir yerden kaldırıp bir başka yere yerleştirirken, bir yeri düzeltirken, güzel elleriyle parmaklarımın uçunda vals eder gibi iş yapıyor. Kendini değil yaşamı değiştiriyor. Sıradanlıktan öte bir bir başlangıçla coşuyor. O kendisini, öyküsünü yasayarak yazıyor.

Bir kitabın sayfasını açar gibi yaşamın sayfasını aralıyor. Kareden kendisine gülümseyenin gözlerinin içine bakıyor, îçine bir korku imi düşüyor. Öte­den beri, erkeklerin gözlerinin içine bakmaya korkan bu bakışın, sevgi dolu ve anlamlı oluşu onu ürkütüyor. Eski beniyle yenisi arasındaki çatışmada yerini bulma uğruna değil, yakalandığı sevgi rüzgarının kendisini bağlayacağı endişesinden midir, bir gel git yaşıyor. Evini zevkine uygun yaşanır olmaya dönüştürme çabasından vaz geçmiş değil. O, kendi adıyla ünlenen bir rengin yansımasında. Kırmızı, pembe ve beyazın egemenliğinde yaşama, bir gülüşle bakışı hem kendisine hem de odasındaki yalnız adama can veriyor. Odasında, bir ölüm sessizliğinde ve heyecanında, bir o yana bir bu yana kıvranan, kendiyle ve odasıyla pençeleşir durumdaki adama acıyor mu, üzülüyor mu, onu seviyor mu belli olmuyor. Dikkatle onu süzüyor.

Sezgi ve sevgi gücü duvarları ortadan kaldırıyor. Yüzlerce kilometre ötelerden yaşama ve sevin­ce ulaşıyor. Kendisine bir kareden bakan, kendisini gören, kendisinin o an göremediği adamın acılar içinde olduğunu biliyor. Bir büyük ve karanlık kuyunun dibinde çığlıklar koparan ve kendisine ulaşılamayan birinin çaresizliğinde görüyor onu. Hem kendisine yakın hem de uzak olmasını istiyor. Elindeki bir fotoğrafa bakar gibi bakıyor ve içleniyor. "Sen olmasaydın ne iyi olrdu." diyemiyor.

Elleriyle ördüğü, dekorlara her geçen gün daha bir özeniyor. Parmaklarında şekillenen örgüler, danteller, oyalar, işlemeler ruhunun bir yansıması. Her renk ondan doğuyor ve ona doğru derinleşiyor. Renklerin anlamlaşması kendiyle derinleşiyor.

Yaşama zevki ve sevincini içinde duyalı beri yaşadığı, çektiği acıların derinleşmesiyle farklı bir boyuta doğru yol alıyor. Acı ve sevincin birlikteliğinin tanımlanamazlığında bocalıyor. Hem sevmek hem acı çekmek, hem mutlu olmak hem yaşamdan ürkmek... Nasıl da çıkmaz bir yol.

İçinde onulmaz bir korku imi duruyor. Bir yanlışı bir başka yanlışla düzeltemem diyor, arada duvarı kalkmış, karşısında kıvranıp duran adama bakarak söylüyor. Yanlış yanlıştır, bunu bilmelisin.

Bir duvar açılıyor -bir perde aralanıyor gibi, odasında yalnız başına kendisini izlediğini görüyor. Evet bu o, sevdiği ve ismini bilmediği adam. Adam içine büzüşmüş, üşümekten mi yalnızlıktan mı, bilinemeyen bir nedenden yumaklaşıyor. Dokunulsa yuvarlanıp gidecek gibi duruyor. Adamın tedirginlikle kıvranışını, kalkıp pencerenin önüne geçişini, saçını başını karıştırışını gülerek izliyor. Arkası dönük ve onu görmediğinden kırmızı giy­sili bayan, gülemseyerek ve sevgiyle bakıyor. Ne yapıyorsun demeye kalmadan, adam kendisine dokunulmuş gibi sıçrıyor. Bir anda ne yapacağını bilemiyor ve bir refleksle ona doğru bir hamle yapıyor. Yüzündeki gerilim uçuyor, kendisinden kaçtıkça ona koşar bir davranışla uzanıyor ve ellerini yakalıyor. Bir ayrılık vaktinde elini bırakmak istemeyişindeki gibi bir sevgiyle yakalıyor. Mutfağa geçerken oraya buraya saçılan ekmek kırıntılarını özenle siliyor, lekelenen mermer tezgahını siliyor, kuruluyor, înce bir yağ çizgisini, sabunlu bezle alıyor. Terekleri düzeltiyor, bardakların düzenine bir daha bakıyor. Öyküdeki gibi, bir sözcüğün fazlalı­ğı bile onu tedirgin ediyor. Bir an için uğradığı mutfağından bir türlü çıkamıyor. Ordan salonuna geçiyor yeniden. "Hayallerim olmadığı için, yaşa­mım öykülerdeki gibi değil. Sade ve yaşanır olana benziyor. Sadeliğiö belki de hayalsizliğim yaşamımı sadeleştiriyor. Bir tek kişi var, o da her şeye rağmen sensin."

Bir düş gibi yaşıyor, hem inanıyor, hem de inanmıyor. Dokunmak istediği halde dokunulamayan bir durumu yaşıyor.

Kimse yok, yalnızım diyor adama.
Nereye gittiler?
Buradalar, ama yoklar.

Ne demek istediğini anlamadan başını sallıyor. Anlamış gibi davranıyor. Onun anlamadığını biliyor kırmızı giysili. Üstelemiyor. Üstelese ne olacak! Evinde tek başına çırpınıp duruyor.

Ali Haydar Haksal
İstanbul - 17.05.2001
http://afyuksel.com

Yedi İklim Dergisi
Mayıs 2001

 


Üst Ana sayfa e-mail