Allah
velilerinin büyüklerinden Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetnâme’sinde,
seherin, yani uyanıklığın çeşitlerinden söz ediyor:
"İki türlü seher (uyanıklık) var. Göz seheri, gönül
seheri. Gönül seheri, Gizli âlemi görmek, temaşa etmek,
aldanış (gaflet) uykusundan silkinmektir. Göz uyanıklığı
ise, gönüldeki bu temaşa isteğinin devamını sağlamaktır.
Seherin (uyanıklığın) makamı yüksektir. Gönül seheri
olan kâmil (tam) insan, Allah’ın bütün isimlerini ve kendi
nefsini bilmektedir." Demek gönül seheri esastır. Göz
seheri, gönlün bu uyanışını tamamlamak içindir. Demek,
hakiki körlük, gönül görmezliğidir. İslâmda ve onun özü
olan tasavvuf’ta her şey "küçük âlem" olan gönülde
başlayıp, gönül seherinde yeşermektedir.
Gönül
Çalab’ın tahtı
Çalap
gönüle baktı
İki
cihan bedbahtı
Kim
gönül yıkar ise
Hikmeti
ile anlatılan bu küçük âlem (gönül), gerçekte Allah’ın
ve "büyük âlem"in (kâinatın) bütün sırlarını,
mucizelerini istirdatlarını taşımakta, yaşamakta, onları
hayallemekte ve hattâ (yüce yaratılmışlarda) onlarla aynı
olabilmektedir.
Kültürün,
maneviyatın, ilmin her sahasında büyük kayıplarımız var.
Bu sarsıntıların en büyüklerinden birisi de İslâm
Tipinde, "Müslüman" denilen kişide görülmektedir.
Öylesine ki, büyük kitabı ve onu getiren Yüce Peygamberden
tutarak İslâm büyüklerini aramak, yoklamak... İslâm insanını
kaplayan her türlü kalıptan ve kabuktan arıtarak Müslüman
Örneği’ni bulmaya çalışmak, yeni çağa yapılacak en büyük
iyiliklerden birisi olabilir.
Birçok
insan, birçok Müslüman, birçok din ruh ve madde bilgini, birçok
şair, romancı, her türlü sanatkârlar, bu dolular hazinesine
eğilebilirler. Biz, bütün değerleri bozulmuş, kıyılmış,
aşağılatılmış ve hattâ kaybedilmiş bir nesiliz. Her şeyimizi
yeniden aramak, bulmak, yerine oturtmak, ululaştırmak zorundayız.
Bunu yapamazsak, insan gibi, millet gibi yaşayamayız. Dolular
hazinesinde, bir yığın boşlarız biz. Okyanus’un balıklar
kaynaşan bağrında, bir tek balık yakalamaya hasret, eli
oltalı, gösteriş adamlarıyız.
*
* *
İslâm’daki
öz’ün Allah buyruğu ve Peygamber rızası ile Tasavvuf’ta
bulunduğuna, hemen hemen şüphem yok. Çünkü, en büyük Müslümanlardan
olan Mevlânâ’nın, Yunus’un, Bayezit’in, İbrahim Hakkı’nın
da bundan şüpheleri yoktu. Büyük İslâm Tipi’ni ararken
de, Peygamber’in tam şuur ve gönül aşkıyle yolunda olan
Mutasavvıf’lar, ilk büyük müjdeler ve tamam örneklerdir.
Öyle ise:
Gerçek
Müslümanı ararken, mutasavvıflar âlemine, onların en büyüklerine
yaklaşmak, sonra "hem-hâl" olmak, onlara yoldaşlık
şansı ererse "yakin" perdelerini birer birer aşmak
lâzım.
Ama
nasıl olur bu? Böylesine kalın kabuğumuzla, maddeye yatmış
idrakimizle Yunuslar’ın, Mevlânâlar’ın, Mansûrlar’ın,
Tirmiziler’in, Bilal-i Habeşîler’in ellerine su dökebilir
miyiz biz?
Ama
tasavvuf "olsun"
der. "Gel, der, bahane arama gel! Cehline, günahına, bugüne
kadarki boşa gitmiş hayatına aldırma, gel." Onun şanı,
"kurtuluş kapısı" olmak. O büyük tâk’ın altından
geçersin, Niyetin de iyi ise, gönlünü de arındırmak
istiyorsan, kısacası İbrahim Hakkı Hazretleri’nin "Gönül
seheri"ni benimsemişsen... Doğrulursun o ufka, gidebildiğin
kadar gidersin. Herkesin Bayezit veya Bilâl olacak hâli yok
ya. Onlar da zaten o yola "iddiasız" girdiler. "İnsan-ı
kâmil" (tam insan) olmak, hangisinin aklından geçebilirdi?
Kaldı ki Mevlânâ’ya Mansûr’a sorsan "insan-ı kâmil"
olduklarına inanırlar mıydı? O zaman, mutasavvıf, Müslüman
oluşları nerede kalırdı?
Onlar
bilmezler mi ki yükselmek tevazudadır? Alçak gönüllülük,
"toprağa yüz sürmek" deyimiyle anlatılır. Rûm Sûresi:
"Sizi topraktan yaratmış olması, O’nun âyetlerindendir"
buyuruyor. Hz. Muhammed dahi, Hz. Ali’yi "Ebû Türab"
yani "Toprağın babası" diye künyelendiriyor.
Nefis
bir fıkra var hâni:
Karınca’ya
Mardin’de rastlamışlar ve sormuşlar:
-Karınca
kardeş nereye?
-Hicaz’a
gidiyorum, nasip olursa hac ve tavaf edeceğim!
-A
karınca, sen bu bacaklarla Hicaz’a varabilir misin ki?
-Varamazsam,
hiç olmazsa yolunda ölürüm ya...
İşte
odur, karınca sabrı ve gayretiyle, karınca kadar toprağa
kapanmış, topraktan ayırdedilmez olarak, ulaşılmaz mutluluk
diyarına doğru, fakat ulaşıp ulaşmamayı umursamadan yola
çıkmaktır. Bu, gerçek tasavvufta, beğenilen İslâm’ı
yani hâlis insanı aramaktır. Elbet bu kadar fuzuli yükümüzle,
öyle bir yere varmak değil, yola çıkmak bile büyük
cesarettir belki de olmayacak şeydir. Ama neyleyelim, gönül
seherini istemek bizim de hakkımız. Göz seherimiz, gönül
seherimize vesile olursa okuyarak olsun, bazı büyük mutasavvıfların
sözleriyle tanışarak büyüklükler temaşa edebilirsek, yeni
idraklerimiz, müşahedelerimiz, uyanışlarımız olursa,
onlara olan hayranlığımızı ve hayretimizi beyan etmek
isteriz. Bu yazıyı Şeyh Galib’in, büyük bir temaşasındaki
sonsuz hayranlığın meydana getirdiği o müthiş Rubâîsi
ile noktalayalım:
"Leşker
leşker bütân-ı hulyâ geçti
Ettikleri
nâz, işve vü gavga geçti
Bu
hayretimiz şimdi ruhî hayrettir
Yoksa
o alay, olup temâşa geçti."
Evet,
tabur tabur hülya güzelleri, onların naz işve ve kavgaları
ve bunlar karşısında, göz ve gönül seheri taşıyanın
hayretleri...
Ahmet
Kabaklı
İstanbul
- 11.04.2001
http://afyuksel.com
|