„DER ZWECK DES LEBENS IST DAS LEBEN SELBST“. Mana anlamı ile:
„HAYAT HAYAT
İÇİNDİR”.
Tıpatıp Almanca’daki Kelime anlamı ile: „HAYATIN MAKSADI HAYATIN
KENDİSİDİR. İki çeviri de doğrudur... Fakat ben birinci anlamı
imzalıyorum... Ruhun ölümsüz olduğuna inananlar birinci anlamda
kendilerini bulabilirler...
Sayfamdaki
bilgilerden kendi çıkarı için fazlasıyla yararlanan herkesin
kendini Ebediyet okuluna kayıtlı olarak değerlendirmesini
diliyorum... Ben bu okula şiir yazmaya başladıktan sonra kayıt
edildim. Kayıt günümde Almanya’nın Bielefeld şehrindeki Türk
Toplumuna veda ettim... Makale yazdığım bir yerel gazeteye şu
sözleri yazdım: „Benim biricik kızım, topla kalbini gidiyoruz.
Ebediyet okuluna yazdırdım ben seni. Paylaşılmaz değerler
bırakacaksın. (Öğretim Meleği).
****************************
Sevgili
okuyucum, bu bölümde sana kısmen kafamdan, kısmen kitaplardan
genel bilgiler derledim... Roman yazmayla belki dolaylı yoldan
ilgili olsa da bunlar, mutlaka bilmen gerekli bilgiler...
Gelecek yazıda daha önce kaldığım yerden devam edeceğim...
Bu makaleyi
kafanda bir araya sıkıştır, lütfen...
*****************************
„Hayat
sonsuza giden bir okuldur“, demiş bir başka alim. (Gottfried
Keller)... Ve insan yaşadığı ve öğrenebildiği sürece bu okul hiç
bitmez... O yüzden yazar olmaya başlamanın özel bir yaşı
yoktur... Erken yazar olanlar, daha erken bu konuda tecrübe
toplayabilir, daha fazla eserler bırakabilirler. Ancak fazla
eser bırakmak da mühim değildir, önemli olan eserlerin
kalitesidir. Tıpkı şiirlerde de olduğu gibi.
İyi bir eser
bıraktığınız zaman, eserinizin tüm dünya dillerine çevrilmesi
siz yaşarken, veya öldükten sonra da gerçekleşebilir. Bu yazı
dizisinde sözlerini çevirdiğim yazar, Layos Egri kitabını ilk
defa 1965 yılında yayınlamış. Bu kitabı hemen İngilizce’ye
çeviren Amerikalı’lar kitapdaki bilgiler ışığında dünyayı
etkileyen dizi Filmler, veya Hollywood makinesinden çıkan
binlerce başka film yaratmışlardır. Bir örnek vermek gerekirse:
DALLAS’ı, ZENGİN ve YOKSUL’u dünyada seyretmeyen belki de
yoktur... Bu filmlerde sürekli karşıt karakterler
sergilenmiştir...
Bir önceki
yazımda Layos Egri’nin „Ebediyet için yazınız”, cümlesine yer
vermiştim. Şimdi Size Heinrich Heine’nin bir yazar arkadaşının
konuk defterine yazdığı bir şiirin bir mısrasıyla alaylı bir
şekilde bu konunun altını çiziyorum:
„Auch schreibe nicht für die Nachwelt, schreib für den Pöbel,
Der Knalleffekt sei deiner Dichtung Hebel,
Und bald wird dich die Galerie vergöttern…“
(Heinrich Heine, Sämtliche Gedichte in Zeitlicher Folge (2004),
Insel Verlag, Frankfurt am Main).
Türkçesi:
“Sonradan
gelen nesiller için yazma sakın, avam (ayak-) takımı için yaz,
Şaşırtıcı tesiri bunun sanatına habire kamçı vurmaktır,
Ve hemen ardından bütün galeriler sana tapacaktır...“
Bir başka
şiirinde Heine John Jack Rousseau’ya eleştiri mahiyetinde:
“Rousseau’nun „Bağımsızlık” fikrine inanma, çocuğum...
Demagogların pişirdiği hiçbir çorbayı içme... Yalnızca kendi
adına sadık kal, bir de „gerçek bağımsızlık” anlayışına. Ve
“bağımsız gerçeğe” bağlı kal. İnanç ve bağımsızlık ve bir de
sen, bir üçlüsünüz... „ demiş özet olarak, ebediyet için yazmak
isteyenlere...
„Kunst ist der Zweck der Kunst, wie Liebe Zweck der Liebe, und
gar das Leben selbst der Zweck des Lebens ist“, bu sözler
Heine’nin kendini bilen tüm sanatçılara naklettiği mükemmel bir
pusuladır.
Bunun Türkçesi: „Sanat sanat içindir, tıpkı sevginin sevgi için,
hayatın bile, hayat için olduğu gibi.“ (H. Heine,
aynı yerde,
S.859).
Yazar
masasının başında yazardır, toplum içerisinde, doğada, sosyal
çevresinde ise iyi bir gözlemcidir. Yazarı diğer insanlardan
ayıran noktalardan biri de, uzun süre bir şey üzerine kafa
yorup, yanlızlığını kabul etmesidir. Her kim ki, yalnızlıktan
hoşlanmıyorsa, iyi bir yazar olamaz. Okumanın insanı yaşamdan
uzaklaştırdığına inanan kimseler de yazar olamazlar. Çünkü
yazar, bir bilim adamından sonra, en çok okuyan kişidir...
Bir yazarın
kaç eser bırakacağı, kendi kişisel şartlarına bağlıdır. Hangi
eserin dünyaca tanınmaya hizmet edeceğini kestirmek de mümkün
değildir. Ancak dünyaca tanınan eserlerin içerisinde mutlaka bir
mücevher taşı bulunur, onun pırıltısıdır aslında diğer dillere
çevrilen... Her yazar yaşadığı toplum ve ortam içerisinde bulur
kendine ait mücevher taşını... Yazarların mücevher taşları kendi
şahsiyetlerinde ve kendi toplumlarında gizlidir...
„Yazar ruhun
gizem sokaklarında dolaşan hayalettir”... (Orhan Pamuk). Ve
bazen kimseciklerin uğramadığı sokaklara dalar, o sokaklarda
gözle görülmeyeni resimler... Geçmiş zamanlara, gelecek
zamanlara, şimdiki zamana elinde sihirli bir ayna tutar ve
gördüklerini okuyucuya yansıtır. Bazen gördüğü şeyler bir sır
olabilir, kimsenin bilmediği, bazen herkesin bakıp,
kavrayamadığı veya görmek istemediği ve bazen de defalarca ifşa
edilmiş bir gerçekle uğraşır...
Bir yazarın
toplumda çok seviliyor olması, veya hiç sevilmemesi de pek mühim
değildir. Tarihte milyonlarca yazarın kitapları toplatılmış,
dünyanın her devletinde mühim sayılan eserler yok edilmişlerdir.
Fakat ne var ki, o eserlerin içinde evrensel değer taşıyanlar,
her devirde yeniden basılmıştır.
Şu sıralar
Heinrich Heine’nin tüm şiirlerini kapsayan bir kitap okuyorum.
Heinrich Heine insanı hemen hemen her şiirinde güldüren ve
büyüleyen bir şair. Hayatımda hiç o kadar gülmedim, kitap
okurken, diyebilirim. Olağanüstü espirili bir stili var,
Heine’nin. O yüzden yaşadığı dönemde kendisine „frivol“ damgası
basmışlar, yani o dönemin ahlak anlayışına ters şiirler yazmış
ve bir kitabını toplatıp yakmışlar. “Romanzero” adını taşıyan
şiir kitabı Prusya’da yasaklanıp, yakılıyor, Bavyera’da kitap
kargaşa çıkardığından yasaklanıyor ve Avusturya’da “Marie
Antoinette“ üzerine yazdığı bir şiir yüzünden yasaklanıyor.
Kafası giotinle kesilen kraliçeyi kesen kişi J. Jack Roussou’dur
diyor, şiirinde. Yazar Fransa´ya sürgüne gitmiş o yüzden. Bir
şiirinde Heine, İncil’e de kanlı kitap demiş. (Tıpkı benim
Kuran-i Kerime patlayan bomba dediğim gibi).
Şair 1856
yılında öldüğü halde, ben onun o yasak şiirlerini
okuyabiliyorum, bugün... Heine Orta çağda bugünkü modern ahlak
anlayışına sahip biriymiş. Yani içinde yaşadığı toplumun 150-200
yıl ilerisinde yaşamış. Çağları etkileyen birçok yazar nedense
gelecek zamanlardan sanki geçmiş zamanlara yerleştirilmiş
gibidir... Bunu anlayamayan bilinçsiz insanlar o insanı hep
çileden çıkarmışlardır, öyle ki o insanların yaşam hikayesi
neredeyse bir dramdır...
Veya kendi
toplumumuzda kitapları yasaklanan yüzlerce yazar ve şairi örnek
verebiliriz...
Benim eğitim
aldığım Bielefeld Üniversitesinde kütüphanenin bir katı tamamen
yasak kitap doludur. Sosyoloji dalındaki o kocaman bandların bir
sayfasını yanında taşıyan herhangi bir Türk genci belki de 1981
yılında Türkiye’de idama kadar yol alabilirdi... Marksist
Literatür adı altında binlerce kalın kitap raflara dizilidir, ve
her insana, her öğrenciye okumaya açıktır... Ve Almanya’da en
iyi Sosyolog’lar Bielefeld Üniversitesinden mezun olurlar... (www.uni-bielefeld.de
sayfasına giriniz, Bibliothekskatalog kelimesini tıklayınız. En
üstteki yazım yerine aradığınız herhangi bir yazarı, örneğin
Heine, Heinrich veya Goethe, Johann Wolfgang, yazınız. Soyadı
ilk önce vermeniz gerek. Hemen karşınıza eserlerinin elektronik
şekli çıkar. Ancak üye olmak gerekmekte... Benim de üç kitabımı
Bielefeld Üniversitesi kütüphanesinde bulabilirsiniz).
Hemen hemen
her devlette bir “Yasak kitaplar listesi“ bulunur... Bu o
kitapların mutlaka kötü oldukları anlamına gelmez... Yazar hep
birilerinin çıkarlarını zedelemiştir, sadece...
Bugün
Internet Cafe´de yeni bir Web – Sitesi keşfettim. Şiir
analizlerini ararken, Duisburg Üniversitesinde çalışan
Brandmeyer adlı bir Öğretim Üyesinin hazırladığı
“Gedichtsanalyse“ sayfasını açtım. İçine daldıkça kocaman bir
deryayla karşı karşıya olduğumu gördüm. O sayfadan ta eski Yunan
klasik şairlerine atladım... 15. Yüzyıldan 20. Yüzyıla kadar
25.000 Band şiir kitabı toplandığını biliyor muydunuz?
Şiir
sanatını ciddiye alan ve Almanca bilen şairlerimizin aşağıdaki
sayfayı iyice incelemelerini tavsiye ederim: (http://www.uni-duisburg.de/FB3/GERM/Brandmeyer
/Gedichtanalyse/home.html)
Almanlar
toplama sanatını en mükemmel şekilde yapan bir millettir.
İnsanlık tarihinde ne yazılmış ise, bulursunuz kütüphanelerinde.
Benim okuduğum Üniversitenin bütün binalarının ikinci katı
olduğu gibi kütüphanedir ve Avrupa’da en ilk sıralarda gelen
kütüphanelerden biridir... Okumak isteyen her insan aradığını
bulabilir...
Şimdi akla
gelen ilk soru, bu kadar şiiri hangi insan okuyabilir, hiçbir
insanın ömrü yetmez ki, bu kadar kitabı okumaya...
Acaba
romanlarda bu nasıldır?
Durumun pek
değişeceğini sanmıyorum, yazılan bütün romanları da insan
okumaya kalksa, bunu asla başaramaz... Ancak her yazarın en
mühim eserleri okuması şarttır. Adı ve ünü okyanuslar ardına
kadar yayılan kitapları bile, okuyan kişi sayısı ile
orantılarsak, pek de çok okunduklarını söyleyemeyiz... Çok
okuyan Bilim adamları, o yüzden ilk önce hızlı okuma tekniğini
öğrenirler. Hızlı okuma beyinle fotoğraf çekmektir, yani satır
satır değil, sayfaları başından aşağı bir bakışta kavrama
tekniğidir. Bu tekniği çok az kişi bilir. Ben bir ara öğrenmeye
kalktım, fakat sabredemediğim için öğrenemedim. Ve satır satır
okumaya mahkum oldum... (Gözünüzü sayfa üzerinde yavaşça
gezdirirken, ilk önce sayfanın orta yerinden iki kelimeyi, sonra
üç, sonra dört, sonra beş, en son 15-20 kelimeyi görmeyi
öğrenmeniz gerekiyor... Gözle okurken, kulaklarınız kendi
sesinize tıkalı olacak, yani içinizden sesli okumayacaksınız)
Benim Psikoloji Profesörüm Dollase ve Pedagoji Profesörüm
Hurrelmann 500 sayfalık bir kitabı birkaç dakikada okurlardı...
Onları seyrederken, benim seyretmekten başım dönerdi...
Almanca
biliyor iseniz, Wolfgang Zielke’nin yazdığı „Schneller lesen
selbst trainiert“ (Moderne Verlagsgesellschaft, Landsberg am
Lech, 1984) kitabını okumanızı tavsiye ederim...
Tam bu
satırları yazdıktan sonra bilgisayarımı kapatıp, bir kahve
içtim. Düşüncelere dalınca, aklıma bu cümlelere parantez içinde
eklemem gereken bir şey daha geldi. Biraz önce Almanların kitap
toplama hastalığına değindim. Almanlar sadece kitapları değil,
dünyada var olan her çeşit şeyi toplarlar. Mesela ağaçları,
çiçek çeşitlerini, her türlü meyve ağacını vs... İklim soğuk
olsa da, ne yapıp, yapıp, tropik, exotik, her şeyi yetiştirmeyi
denerler... Hakan isminde bir tanıdığıma da bu hastalık bulaşmış
Alman´lardan. Bir gün bana: „Nuray yediğin hiçbir eksotik
meyvenin çekirdeğini atma. Bana ver, ben onları götürüp,
Türkiye´de dikiyorum. Toplam 3.000 çekirdeğim var. Diktiğim
bütün ağaçlar yetişiyor.“ Her insan bizim Hakan gibi olsa,
Türkiye´nin her tarafı cennet olurdu, değil mi? :) Kendimden
yola çıkarak, eğer bu yaşıma kadar yediğim her meyvenin
çekirdeğini saklayıp, bir bahçıvana verseydim, koca bir şehri
ağaçlandırabilirdim. Bu da demek oluyor ki, hayat aslında bir
çekirdekte gizlidir... Bunların güzel yazıyla belki hiçbir
alakası yok, ancak size anlatmak istediğim, kaz kafayla değil,
üstün seviyede bir bilinç geliştirmenizdir...
Kaz
kafalılarımızın hepsi sabahtan akşama kadar şarkı, türkü
dinlemektedir... Bunu destekleyen bir yığın da komunikasyon
aleti mevcuttur... Biz Türkler oldum olası eğlenceye çok düşkün
bir milletiz ve deryalar kadar geniş tarihimizi bile kendi
nesillerimize aktaramamışızdır... Edebiyat orada dursun, bilim
adamlarımız bile aptalca hareket etmişlerdir... En değerli
eserler Saray kütüphanelerinde kapalı kapılar adında kalırsa,
sadece yurt dışından gelen birkaç akıllıya sunulursa, elbette
hiçbir ilerleme olmaz... Açın bakalım Astronomie kitaplarımızı
tüm dünyaya... Gerçek tarih kitaplarımız neden kapalı kapılar
adında da, saçma sapan, içi saman dolu kitaplar okutuluyor orta
ve lise okullarımızda... Sırf Amerikalı’lar okuyor onları...
Devlet yönetimi ile ilgili bilgiler ona buna verilip, sonra da
başkaları o sırlardan yararlanıyorlar... Eğer kendi milletini
eğitmez isen, başka milletlere köle yetiştirirsin... Ben kendi
tarihimiz hakkında diyebilirim ki orta ve lise döneminde hiç
birşey öğrenemedim. Studien Kolleg adında bir yıllık bir okulda
hem dünya tarihini ve hem de Osmanlı devletinin neden
yıkıldığını kavradım... Başka devletler nasıl büyük adamlar
yetiştirmişlerdir, ancak onlar tüm dünyaya o kişinin ruhunu su
gibi içirme yoluna gidiyorlar... Hiçbir büyük insanın privat
hayatı yoktur... Mektuplarına, en intim ilişkilerine kadar o
mücevher ruhlar tüm herkese, tüm dünyaya gösterilir... Bizde ama
bir mücevher ruhlu ortaya çıkar çıkmaz, onu aşağı çekme
mentalitesi mevcuttur... Ben hayatım boyunca Türk Toplumunun
çirkinliklerinden tiksinmişimdir... Şiir kitabımı yazdıktan
sonra neden bir yıl hiç şiir yazmadığımı şimdi anladınız
sanıyorum... Ama bana Allah öyle bir güç vermiş ki, son nesefime
kadar hayatı okuyup, yazıp, aranızdan dev bir kadın olarak
geçeceğim... İleriki nesiller anlayacaklar benim değerimi...
Benim üzerime dağ kadar çamur atmaya devam etsinler bakalım,
nereye varabilir, kaz kafalılar... Yakın bir zamanda ne demek
istediğimi çok mükemmel anlayacaksınız...
Toplumumuzun
geri kalmasındaki en büyük etkenlerden biri de, ‘armut piş,
ağzıma düş’ mentalitesinin evlerimizde ve de okullarımızda kol
gezmesidir... Bilinç armudu kendin pişirmeyle gelişir oysa...
Üniversitelerde bile hala ders ‘armut piş, ağzıma düşle’
veriliyor... Bu metotlar ta eski çağlarda kaldı... Şimdi her
insanın, daha doğrusu düşünebilen her insanın ilgi alanlarına
göre, kendi kendisini yetiştirmesinden geçer... Ben Edebiyatçı
değilim, bilimle uğraştım, ancak kaderimde Edebiyat ta varmış...
Bazen bir şiir yazıyorum, onu yazdıktan sonra, Nuray kızım, sen
bu şiiri daha önceden de yazmıştın gibi acayip bir duygu geliyor
bana... Veya eski çağ şairlerimizi okuyorum, okurken şiiri daha
önceden bildiğim yansıyor bilincime... Nuray Lale bir Edebiyatçı
değil, fakat Edebiyat Fakültesini bitiren bir öğrenciden kat kat
daha fazla kitap okumuştur...
Bugün
Üniversiteme uğradım, en büyük insanları okuyan çok az öğrenci
var... Baktım bir masa bir genç kız mecmua karıştırıyor...
Aldığım kitapları masaya koydum. Kız şaşırdı o kadar kitaba.
Kendisine siz öğrencisiniz mecmua okuyorsunuz, ben artık öğrenci
değilim, ama kimse görev vermediği halde, Heinrich Heine’yi
anlamak istiyorum, dediğimde bana bakıp, gülümsedi... Öğrenciler
hep imtahan derdiyle veya eğlence derdiyle uğraşırlarken,
değerli eserler hep raflarda toz kaplıyor... Gidip 24 Band kitap
(1.5 metre kadar) getirdim, hepsi Heine üzerine... Bunlar devede
kulak tabi... Heine üzerine bir oda dolusu kitap yazılmış...
Bütün şiirlerini okuduktan sonra yapıyorum bu işi... Belki bana
inanmayacaksınız, o büyük insanı okuduktan sonra Size bir
sürpriz hazırladım, fakat artık şiirlerimi Almanca dilinde
yazıyorum... Değer bilmeyen bir topluma neden hizmet edeyim
ki... Ama akıllı insan varsa aranızda benim yazdığım her
kelimeyi arşivler... Sebebini söylüyorum: Ay ışığında Lalem
benim, benim adıma bir Üniversite kurmuşlar diyorsun bana, sen
bu şekilde devam edersen, senin adını bir şehire vermek
gerekecek, diyordu gizlice kulağımda Heinrich Heine’nin
sesi...
Sadece
inanılmaz şeylere inananlar, inanılmaz işler başarabilirler...
İnanılmaz şeyler hep fantazimizde gizlidir. Onun için yazar da,
şair de, her zaman fantazisini gemisinin kaptanı yapmak
zorundadır. Eğer geminin yelkenlerini neşe ya da keder
rüzgarları estirir, gemideki işlere de neşeli hizmetçiler
bakarlarsa, akılı ve mantığı da güverteye almayı unutmazsanız,
şaheser kitaplar yazarsınız, diyor Heinrich Heine : )
İnsan
dediğimiz rüyalardan oluşan bir varlıktır. Rüyalarsa kendimizden
oluşurlar... O yüzden bütün zorluklara ve acılara rağmen,
hayatta olmak kadar güzel bir şey yoktur... Hepimiz ölmek
zorundayız, ve bize sadece belirli bir süre verilmiştir. O süre
zarfında ne yaptıysak, ne ektiysek, onu biçeriz... Hayat denen
bilmeceyi şimdiye kadar hiç kimse çözememiştir, bu soru
ebediyete kadar böyle cevapsız kalacaktır. Heine bir şiirinde
bunu çok acayip bir şekilde açıklamış: „Ne zaman ki, kadın
ağzını açar da, dünyanın sihirli sözünü söylerse, işte o gün
dünyanın sonu gelmiş demektir...” Yani dünyanın sırrı kadının
elindedir... (Ben o sırrı öğrendiğimde ruhen öldüm, sonra Allah
yapmam gereken işlerden dolayı ruhumu ard arda üç kez geri verdi
bana : ).
Şakayı
bırakıp, bir konuya daha değinmek istiyorum. Bir önceki yazımda
figurunuzun beyninin içine bakmayı öğrenin demiştim. Beyinden
daha derin bir derya var ki, ona bakmayı bilmeyen asla yazar
olamaz. Bu dipsiz derya bizim kalbimizdir. Her ne kadar Tıp
Bilimiyle uğraşanlar, kalbi sadece bir pompa olarak görüyorlarsa
da, bu asla doğru değildir...
Geçenlerde
kalp transplantasyonu yapan bir doktorun televizyonda
konuşmasını dinledim. Kalp hiç de öyle karmaşık kimyasal
süreçlerin vuku bulduğu bir organ değilmiş, beyinden sonra,
böbrek, karaciğer, akciğer daha fazla görev yapıyormuş insan
vücudunda... Bu bir Tıp Bilimcisinin bakış açısı. Doktorlar
genellikle insanı madde olarak görürler, bu biraz da aldıkları
tek yönlü Atheist eğitimle alakalıdır.
Şimdi de bir
şairden dinleyelim, kalbe bakış açısını:
„Der Stoff
für Gedichte wird
nicht aus den Fingern gesaugt… Ich kenne keinen größeren Gott,
als den Menschenherzen. Lerne in die Herzen der Menschen zu
schauen, nur dort wachsen die schönsten Lilien, die Yasmine, und
die Rosen… „ Bu cümleyi tıpatıp böyle söylemiyor, den bu cümleyi
onun yazdıklarından süzerek kendim ortaya çıkardım…
Türkçesi:
“Şiirlerin içeriğini kendi parmağından sızdıramazsın. Ben insan
kalbinden daha büyük bir Allah tanımadım. İnsanların kalbine
bakmayı öğren çocuğum, çünkü sadece orada en güzel leylaklar,
yaseminler ve güller yetişir.“
Bir başka
şiirinde ise: „Hiçbir insanın gözüne dilsiz bakma!“ diyor.
Heinrich
Heine aslen Yahudi, fakat kendisine Yahudi demek mümkün değil.
Asimile edilmiş bir Hristiyan mı, o da değil... Müslüman da
değil. Bütün dinlerin üstünde bir dine sahip birisi... Tüm
insanlığı bir görmüş birisi... Yani ilahi bir şahsiyet... (18.
Yüzyılda Berlin duvarını görmüş, en kokunç adamın Almanlardan
çıkacağını da anlatıyor bir şiirinde. “Bir gün elinde bir balta
bulunan bir adam doğuracak Germania“, diyor. Onun vaktinde
Almanlar Fransız’lardan ve Ingilizler´den hep zulüm görmüşler).
Eğer
yüreğinizdeki bütün bülbüller susmuşsa, sabah akşam Allah’a dua
etseniz de, bir insanı sevmez iseniz, Allah sevginiz hiç bir
boka (kusura bakmayın) yaramaz... Yani içi boş bir kabaktır
inancınız... Müslüman toplumları işte bu sebepten geri
kalmışlardır...
Ve bütün
yıkıcı karekterleri bu toplumlarda bulursunuz... İnsan toplumsal
bir varlık olsa da, tek başına bir aynadır, hiçkimsenin malı
değildir... İnsanları kendi başına bir evren olarak algılama
anlayışı bence sadece batıda vardır. Bu aydınlanma çağından
dolayı böyledir... Hiçbir müslüman toplumda gerçek bir
aydınlanma dönemi yaşanmamıştır...
Bır gizli
sır daha vermek istiyorum bu genel bakışta... Türkiye’mizde
Cumhuriyet kurulduktan sonra hep yanlış eliteler topluma yön
vermişlerdir... Kültür ve Sanat yozlaşmıştır... Bilim alanında
neler oldu bilmiyorum, çünkü 26 yıldır yurt dışındayım... Fakat
Kültür ve Sanatın yozlaştığını sanatın sanat olmaktan çıktığını
kendi izlenimlerimle gördüm ve hala görüyorum... Yeni yeni Türk
Toplumuna has değerler keşfediliyor. Bir toplum eğer kendi
hüviyetini unutur ise, her yöne doğru yol alır... Bu şuradan
kaynaklanıyor: Araştırma ruhu olmayan insan uğraşıyor sanatla...
İşini çok mükemmel yapan sanatçı bile kendi yaptığı işi
araştırmıyor... Eğer bunu yapsalardı, yer yerinden oynardı...
Birkaç harmonik sözle, veya birkaç harmonik melodiyle milyon
kırıyorsa bir sanatçı ve de ona bütün avvam takımı tapıyorsa, bu
sanattır demek doğru değildir... Evrensel değer taşıyan sanat
sanattır... Şairlerimizin ruhlarına bakın bakalım, hangi birinde
bunu görüyorsunuz... Nazım Hikmet, Necip Fazıl gibi aranızdan
geçen ve diğer şairleri etkileyen şairler bile kendi toplum
yapılarını mükemmel bir şekilde resimleyememişlerdir... Bu iki
şair ters yöne giden iki trene benzerler... Hal böyle olunca da
ondan sonra gelenler de aynı yolları deniyorlar... Oysa şair
eğer gerçekten şair ise yolu bellidir, gideceği yer de
bellidir... Orası neresi biliyor musunuz? Ölümsüzlük suyunun
verildiği yer... Oraya varmak içinse yüzbin imatahandan
geçeceksiniz... Yolu en sapa olan yer orasıdır, çünkü... Öncünüz
yoktur, siz kaptansınızdır, çünkü... Sizden önce ve sonra da her
zaman oraya varanlar olacaktır... Çünkü kudretin kudreti oradan
gelir... Ve kimin ruhuna yansırsa o yıldız gibi çevresini
büyüler... Bizim sanatçılarımız oraya sadece bir göz atıp,
kaçıyorlar...
HEINRICH
HEINE ile noktalıyorum yazımı: “JEDE KUNST IST AM ENDE EINE
BLAUE DUNST!” Türkçesi: “HER SANAT SONUÇTA TOZ VE DUMANDIR!“.
(Bunu
söyleyen şair bazı şiirlerini birkaç yılda, bazılarını da bir
çağ boyu üzerinde çalışarak yazmış. Heine sırtına tüm dünyayı
yüklemiş ve o kadar ağır bir yükü inanılmaz bir hafiflikle
taşımış. O yüzden „klasik sanatçı” sıfatını kazanmış).
NURAY LALE
Not.: Bu
yazı dizimi ‘Onbeş altın kural’ dan başlayarak alt alta bir
dosya yapınız ve milyon kez aranızda dağıtınız... Baştan aşağıya
doğru okuduğunuz zaman benim size bir diploma çalışması
sunduğumu görürsünüz... İleriye doğru neredeyse doktora da
olabilir... Ama tabi ben bunu tam bilimsel de yapabilirdim, ama
o zaman okumaya sıkılırdınız... Hepimiz ölümsüz eserler
bırakacağız, çünkü... Dua ediniz ki, sizi bir Nuray Lale
düşünüyor... Edebiyat dergileri yönetmenleri ve de öğretmenleri
yazılarımı kullanabilirler... Kimseden ücret felan da
beklemiyorum... Ben Edebiyet okuluna ücretsiz çalışıyorum...
Okulumda ücretsiz iş yapacak Edebiyatçı arıyroum... Yakında
belki yüz öğretmenim olabilir...
Yazı ve
şiirlerimi kötüye kullanmamanız dileklerimle... Belki
inanmazsınız, benim sırtımdan birilerinin dünyanın herhangi bir
yerinde çok büyük para kazandığını gördüm...
Ama sonuçta
o kişi açığa çıkıyordu... (Çünkü eserlerim noterde sentlidir,
para ödeyerek bir nüsha Notere veriyorum)...
Hepinize
Kolay gelsin!
DEVAM
EDECEK!
NURAY
LALE, Eğitim ve
Sağlık Bilimcisi
lalenuray@yahoo.de
Bielefeld
-
21.12.2005
|