GÜZEL YAZI YAZMA SANATI XV. BÖLÜM

„DER ZWECK DES LEBENS IST DAS LEBEN SELBST“. Mana anlamı ile: „HAYAT HAYAT İÇİNDİR”. Tıpatıp Almanca’daki Kelime anlamı ile: „HAYATIN MAKSADI HAYATIN KENDİSİDİR. İki çeviri de doğrudur... Fakat ben birinci anlamı imzalıyorum... Ruhun ölümsüz olduğuna inananlar birinci anlamda kendilerini bulabilirler...  

Sayfamdaki bilgilerden kendi çıkarı için fazlasıyla yararlanan herkesin kendini Ebediyet okuluna kayıtlı olarak değerlendirmesini diliyorum... Ben bu okula şiir yazmaya başladıktan sonra kayıt edildim. Kayıt günümde Almanya’nın Bielefeld şehrindeki Türk Toplumuna veda ettim... Makale yazdığım bir yerel gazeteye şu sözleri yazdım: „Benim biricik kızım, topla kalbini gidiyoruz. Ebediyet okuluna yazdırdım ben seni. Paylaşılmaz değerler bırakacaksın. (Öğretim Meleği).

****************************

Sevgili okuyucum, bu bölümde sana kısmen kafamdan, kısmen kitaplardan genel bilgiler derledim... Roman yazmayla belki dolaylı yoldan ilgili olsa da bunlar, mutlaka bilmen gerekli bilgiler... Gelecek yazıda daha önce kaldığım yerden devam edeceğim...

Bu makaleyi kafanda bir araya sıkıştır, lütfen...

*****************************

„Hayat sonsuza giden bir okuldur“, demiş bir başka alim. (Gottfried Keller)... Ve insan yaşadığı ve öğrenebildiği sürece bu okul hiç bitmez... O yüzden yazar olmaya başlamanın özel bir yaşı yoktur... Erken yazar olanlar, daha erken bu konuda tecrübe toplayabilir, daha fazla eserler bırakabilirler. Ancak fazla eser bırakmak da mühim değildir, önemli olan eserlerin kalitesidir. Tıpkı şiirlerde de olduğu gibi.

İyi bir eser bıraktığınız zaman, eserinizin tüm dünya dillerine çevrilmesi siz yaşarken, veya öldükten sonra da gerçekleşebilir. Bu yazı dizisinde sözlerini çevirdiğim yazar, Layos Egri kitabını ilk defa 1965 yılında yayınlamış. Bu kitabı hemen İngilizce’ye çeviren Amerikalı’lar kitapdaki bilgiler ışığında dünyayı etkileyen dizi Filmler, veya Hollywood makinesinden çıkan binlerce başka film yaratmışlardır. Bir örnek vermek gerekirse: DALLAS’ı, ZENGİN ve YOKSUL’u dünyada seyretmeyen belki de yoktur... Bu filmlerde sürekli karşıt karakterler sergilenmiştir...

Bir önceki yazımda Layos Egri’nin „Ebediyet için yazınız”, cümlesine yer vermiştim. Şimdi Size Heinrich Heine’nin bir yazar arkadaşının konuk defterine yazdığı bir şiirin bir mısrasıyla alaylı bir şekilde bu konunun altını çiziyorum:

„Auch schreibe nicht für die Nachwelt, schreib für den Pöbel,

Der Knalleffekt sei deiner Dichtung Hebel,

Und bald wird dich die Galerie vergöttern…“

(Heinrich Heine, Sämtliche Gedichte in Zeitlicher Folge (2004), Insel Verlag, Frankfurt am Main). 

Türkçesi:

“Sonradan gelen nesiller için yazma sakın, avam (ayak-) takımı için yaz,
Şaşırtıcı tesiri bunun sanatına habire kamçı vurmaktır,
Ve hemen ardından bütün galeriler sana tapacaktır...

Bir başka şiirinde Heine John Jack Rousseau’ya eleştiri mahiyetinde: “Rousseau’nun „Bağımsızlık” fikrine inanma, çocuğum... Demagogların pişirdiği hiçbir çorbayı içme... Yalnızca kendi adına sadık kal, bir de „gerçek bağımsızlık” anlayışına. Ve “bağımsız gerçeğe” bağlı kal. İnanç ve bağımsızlık ve bir de sen, bir üçlüsünüz... „ demiş özet olarak, ebediyet için yazmak isteyenlere...      

„Kunst ist der Zweck der Kunst, wie Liebe Zweck der Liebe, und gar das Leben selbst der Zweck des Lebens ist“, bu sözler Heine’nin kendini bilen tüm sanatçılara naklettiği mükemmel bir pusuladır.

Bunun Türkçesi: „Sanat sanat içindir, tıpkı sevginin sevgi için, hayatın bile, hayat için olduğu gibi.“ (H. Heine, aynı yerde, S.859).  

Yazar masasının başında yazardır, toplum içerisinde, doğada, sosyal çevresinde ise iyi bir gözlemcidir. Yazarı diğer insanlardan ayıran noktalardan biri de, uzun süre bir şey üzerine kafa yorup, yanlızlığını kabul etmesidir. Her kim ki, yalnızlıktan hoşlanmıyorsa, iyi bir yazar olamaz. Okumanın insanı yaşamdan uzaklaştırdığına inanan kimseler de yazar olamazlar. Çünkü yazar, bir bilim adamından sonra, en çok okuyan kişidir... 

Bir yazarın kaç eser bırakacağı, kendi kişisel şartlarına bağlıdır. Hangi eserin dünyaca tanınmaya hizmet edeceğini kestirmek de mümkün değildir. Ancak dünyaca tanınan eserlerin içerisinde mutlaka bir mücevher taşı bulunur, onun pırıltısıdır aslında diğer dillere çevrilen... Her yazar yaşadığı toplum ve ortam içerisinde bulur kendine ait mücevher taşını... Yazarların mücevher taşları kendi şahsiyetlerinde ve kendi toplumlarında gizlidir...

„Yazar ruhun gizem sokaklarında dolaşan hayalettir”... (Orhan Pamuk). Ve bazen kimseciklerin uğramadığı sokaklara dalar, o sokaklarda gözle görülmeyeni resimler... Geçmiş zamanlara, gelecek zamanlara, şimdiki zamana elinde sihirli bir ayna tutar ve gördüklerini okuyucuya yansıtır. Bazen gördüğü şeyler bir sır olabilir, kimsenin bilmediği, bazen herkesin bakıp, kavrayamadığı veya görmek istemediği ve bazen de defalarca ifşa edilmiş bir gerçekle uğraşır...

Bir yazarın toplumda çok seviliyor olması, veya hiç sevilmemesi de pek mühim değildir. Tarihte milyonlarca yazarın kitapları toplatılmış, dünyanın her devletinde mühim sayılan eserler yok edilmişlerdir. Fakat ne var ki, o eserlerin içinde evrensel değer taşıyanlar, her devirde yeniden basılmıştır.

Şu sıralar Heinrich Heine’nin tüm şiirlerini kapsayan bir kitap okuyorum. Heinrich Heine insanı hemen hemen her şiirinde güldüren ve büyüleyen bir şair. Hayatımda hiç o kadar gülmedim, kitap okurken, diyebilirim. Olağanüstü espirili bir stili var, Heine’nin. O yüzden yaşadığı dönemde kendisine „frivol“ damgası basmışlar, yani o dönemin ahlak anlayışına ters şiirler yazmış ve bir kitabını toplatıp yakmışlar. “Romanzero” adını taşıyan şiir kitabı Prusya’da yasaklanıp, yakılıyor, Bavyera’da kitap kargaşa çıkardığından yasaklanıyor ve Avusturya’da “Marie Antoinette“  üzerine yazdığı bir şiir yüzünden yasaklanıyor. Kafası giotinle kesilen kraliçeyi kesen kişi J. Jack Roussou’dur diyor, şiirinde. Yazar Fransa´ya sürgüne gitmiş o yüzden. Bir şiirinde Heine, İncil’e de kanlı kitap demiş. (Tıpkı benim Kuran-i Kerime patlayan bomba dediğim gibi).  

Şair 1856 yılında öldüğü halde, ben onun o yasak şiirlerini okuyabiliyorum, bugün... Heine Orta çağda bugünkü modern ahlak anlayışına sahip biriymiş. Yani içinde yaşadığı toplumun 150-200 yıl ilerisinde yaşamış. Çağları etkileyen birçok yazar nedense gelecek zamanlardan sanki geçmiş zamanlara yerleştirilmiş gibidir... Bunu anlayamayan bilinçsiz insanlar o insanı hep çileden çıkarmışlardır, öyle ki o insanların yaşam hikayesi neredeyse bir dramdır...    

Veya kendi toplumumuzda kitapları yasaklanan yüzlerce yazar ve şairi örnek verebiliriz...

Benim eğitim aldığım Bielefeld Üniversitesinde kütüphanenin bir katı tamamen yasak kitap doludur. Sosyoloji dalındaki o kocaman bandların bir sayfasını yanında taşıyan herhangi bir Türk genci belki de 1981 yılında Türkiye’de idama kadar yol alabilirdi... Marksist Literatür adı altında binlerce kalın kitap raflara dizilidir, ve her insana, her öğrenciye okumaya açıktır... Ve Almanya’da en iyi Sosyolog’lar Bielefeld Üniversitesinden mezun olurlar... (www.uni-bielefeld.de sayfasına giriniz, Bibliothekskatalog kelimesini tıklayınız. En üstteki yazım yerine aradığınız herhangi bir yazarı, örneğin Heine, Heinrich veya Goethe, Johann Wolfgang, yazınız. Soyadı ilk önce vermeniz gerek. Hemen karşınıza eserlerinin elektronik şekli çıkar. Ancak üye olmak gerekmekte... Benim de üç kitabımı Bielefeld Üniversitesi kütüphanesinde bulabilirsiniz).     

Hemen hemen her devlette bir “Yasak kitaplar listesi“ bulunur... Bu o kitapların mutlaka kötü oldukları anlamına gelmez... Yazar hep birilerinin çıkarlarını zedelemiştir, sadece...

Bugün Internet Cafe´de yeni bir Web – Sitesi keşfettim. Şiir analizlerini ararken, Duisburg Üniversitesinde çalışan Brandmeyer adlı bir Öğretim Üyesinin hazırladığı “Gedichtsanalyse“ sayfasını açtım. İçine daldıkça kocaman bir deryayla karşı karşıya olduğumu gördüm. O sayfadan ta eski Yunan klasik şairlerine atladım... 15. Yüzyıldan 20. Yüzyıla kadar 25.000 Band şiir kitabı toplandığını biliyor muydunuz?

Şiir sanatını ciddiye alan ve Almanca bilen şairlerimizin aşağıdaki sayfayı iyice incelemelerini tavsiye ederim: (http://www.uni-duisburg.de/FB3/GERM/Brandmeyer

/Gedichtanalyse/home.html)

Almanlar toplama sanatını en mükemmel şekilde yapan bir millettir. İnsanlık tarihinde ne yazılmış ise, bulursunuz kütüphanelerinde. Benim okuduğum Üniversitenin bütün binalarının ikinci katı olduğu gibi kütüphanedir ve Avrupa’da en ilk sıralarda gelen kütüphanelerden biridir... Okumak isteyen her insan aradığını bulabilir...    

Şimdi akla gelen ilk soru, bu kadar şiiri hangi insan okuyabilir, hiçbir insanın ömrü yetmez ki, bu kadar kitabı okumaya...

Acaba romanlarda bu nasıldır?

Durumun pek değişeceğini sanmıyorum, yazılan bütün romanları da insan okumaya kalksa, bunu asla başaramaz... Ancak her yazarın en mühim eserleri okuması şarttır. Adı ve ünü okyanuslar ardına kadar yayılan kitapları bile, okuyan kişi sayısı ile orantılarsak, pek de çok okunduklarını söyleyemeyiz... Çok okuyan Bilim adamları, o yüzden ilk önce hızlı okuma tekniğini öğrenirler. Hızlı okuma beyinle fotoğraf çekmektir, yani satır satır değil, sayfaları başından aşağı bir bakışta kavrama tekniğidir. Bu tekniği çok az kişi bilir. Ben bir ara öğrenmeye kalktım, fakat sabredemediğim için öğrenemedim. Ve satır satır okumaya mahkum oldum... (Gözünüzü sayfa üzerinde yavaşça gezdirirken, ilk önce sayfanın orta yerinden iki kelimeyi, sonra üç, sonra dört, sonra beş, en son 15-20 kelimeyi görmeyi öğrenmeniz gerekiyor... Gözle okurken, kulaklarınız kendi sesinize tıkalı olacak, yani içinizden sesli okumayacaksınız) Benim Psikoloji Profesörüm Dollase ve Pedagoji Profesörüm Hurrelmann 500 sayfalık bir kitabı birkaç dakikada okurlardı... Onları seyrederken, benim seyretmekten başım dönerdi...

Almanca biliyor iseniz, Wolfgang Zielke’nin yazdığı „Schneller lesen selbst trainiert“ (Moderne Verlagsgesellschaft, Landsberg am Lech, 1984) kitabını okumanızı tavsiye ederim...

Tam bu satırları yazdıktan sonra bilgisayarımı kapatıp, bir kahve içtim. Düşüncelere dalınca, aklıma bu cümlelere parantez içinde eklemem gereken bir şey daha geldi. Biraz önce Almanların kitap toplama hastalığına değindim. Almanlar sadece kitapları değil, dünyada var olan her çeşit şeyi toplarlar. Mesela ağaçları, çiçek çeşitlerini, her türlü meyve ağacını vs... İklim soğuk olsa da, ne yapıp, yapıp, tropik, exotik, her şeyi yetiştirmeyi denerler... Hakan isminde bir tanıdığıma da bu hastalık bulaşmış Alman´lardan. Bir gün bana: „Nuray yediğin hiçbir eksotik meyvenin çekirdeğini atma. Bana ver, ben onları götürüp, Türkiye´de dikiyorum. Toplam 3.000 çekirdeğim var. Diktiğim bütün ağaçlar yetişiyor.“  Her insan bizim Hakan gibi olsa, Türkiye´nin her tarafı cennet olurdu, değil mi?  :) Kendimden yola çıkarak, eğer bu yaşıma kadar yediğim her meyvenin çekirdeğini saklayıp, bir bahçıvana verseydim, koca bir şehri ağaçlandırabilirdim. Bu da demek oluyor ki, hayat aslında bir çekirdekte gizlidir... Bunların güzel yazıyla belki hiçbir alakası yok, ancak size anlatmak istediğim, kaz kafayla değil, üstün seviyede bir bilinç geliştirmenizdir...

Kaz kafalılarımızın hepsi sabahtan akşama kadar şarkı, türkü dinlemektedir... Bunu destekleyen bir yığın da komunikasyon aleti mevcuttur... Biz Türkler oldum olası eğlenceye çok düşkün bir milletiz ve deryalar kadar geniş tarihimizi bile kendi nesillerimize aktaramamışızdır... Edebiyat orada dursun, bilim adamlarımız bile aptalca hareket etmişlerdir... En değerli eserler Saray kütüphanelerinde kapalı kapılar adında kalırsa, sadece yurt dışından gelen birkaç akıllıya sunulursa, elbette hiçbir ilerleme olmaz... Açın bakalım Astronomie kitaplarımızı tüm dünyaya... Gerçek tarih kitaplarımız neden kapalı kapılar adında da, saçma sapan, içi saman dolu kitaplar okutuluyor orta ve lise okullarımızda... Sırf Amerikalı’lar okuyor onları... Devlet yönetimi ile ilgili bilgiler ona buna verilip, sonra da başkaları o sırlardan yararlanıyorlar... Eğer kendi milletini eğitmez isen, başka milletlere köle yetiştirirsin... Ben kendi tarihimiz hakkında diyebilirim ki orta ve lise döneminde hiç birşey öğrenemedim. Studien Kolleg adında bir yıllık bir okulda hem dünya tarihini ve hem de Osmanlı devletinin neden yıkıldığını kavradım... Başka devletler nasıl büyük adamlar yetiştirmişlerdir, ancak onlar tüm dünyaya o kişinin ruhunu su gibi içirme yoluna gidiyorlar... Hiçbir büyük insanın privat hayatı yoktur... Mektuplarına, en intim ilişkilerine kadar o mücevher ruhlar tüm herkese, tüm dünyaya gösterilir... Bizde ama bir mücevher ruhlu ortaya çıkar çıkmaz, onu aşağı çekme mentalitesi mevcuttur... Ben hayatım boyunca Türk Toplumunun çirkinliklerinden tiksinmişimdir... Şiir kitabımı yazdıktan sonra neden bir yıl hiç şiir yazmadığımı şimdi anladınız sanıyorum... Ama bana Allah öyle bir güç vermiş ki, son nesefime kadar hayatı okuyup, yazıp, aranızdan dev bir kadın olarak geçeceğim... İleriki nesiller anlayacaklar benim değerimi... Benim üzerime dağ kadar çamur atmaya devam etsinler bakalım, nereye varabilir, kaz kafalılar... Yakın bir zamanda ne demek istediğimi çok mükemmel anlayacaksınız... 

Toplumumuzun geri kalmasındaki en büyük etkenlerden biri de, ‘armut piş, ağzıma düş’ mentalitesinin evlerimizde ve de okullarımızda kol gezmesidir... Bilinç armudu kendin pişirmeyle gelişir oysa... Üniversitelerde bile hala ders ‘armut piş, ağzıma düşle’ veriliyor... Bu metotlar ta eski çağlarda kaldı... Şimdi her insanın, daha doğrusu düşünebilen her insanın ilgi alanlarına göre, kendi kendisini yetiştirmesinden geçer... Ben Edebiyatçı değilim, bilimle uğraştım, ancak kaderimde Edebiyat ta varmış... Bazen bir şiir yazıyorum, onu yazdıktan sonra, Nuray kızım, sen bu şiiri daha önceden de yazmıştın gibi acayip bir duygu geliyor bana... Veya eski çağ şairlerimizi okuyorum, okurken şiiri daha önceden bildiğim yansıyor bilincime... Nuray Lale bir Edebiyatçı değil, fakat Edebiyat Fakültesini bitiren bir öğrenciden kat kat daha fazla kitap okumuştur...

Bugün Üniversiteme uğradım, en büyük insanları okuyan çok az öğrenci var... Baktım bir masa bir genç kız mecmua karıştırıyor... Aldığım kitapları masaya koydum. Kız şaşırdı o kadar kitaba. Kendisine siz öğrencisiniz mecmua okuyorsunuz, ben artık öğrenci değilim, ama kimse görev vermediği halde, Heinrich Heine’yi anlamak istiyorum, dediğimde bana bakıp, gülümsedi... Öğrenciler hep imtahan derdiyle veya eğlence derdiyle uğraşırlarken, değerli eserler hep raflarda toz kaplıyor... Gidip 24 Band kitap (1.5 metre kadar) getirdim, hepsi Heine üzerine... Bunlar devede kulak tabi... Heine üzerine bir oda dolusu kitap yazılmış... Bütün şiirlerini okuduktan sonra yapıyorum bu işi... Belki bana inanmayacaksınız, o büyük insanı okuduktan sonra Size bir sürpriz hazırladım, fakat artık şiirlerimi Almanca dilinde yazıyorum... Değer bilmeyen bir topluma neden hizmet edeyim ki... Ama akıllı insan varsa aranızda benim yazdığım her kelimeyi arşivler... Sebebini söylüyorum: Ay ışığında Lalem benim, benim adıma bir Üniversite kurmuşlar diyorsun bana, sen bu şekilde devam edersen, senin adını bir şehire vermek gerekecek, diyordu gizlice kulağımda Heinrich Heine’nin sesi...              

Sadece inanılmaz şeylere inananlar, inanılmaz işler başarabilirler... İnanılmaz şeyler hep fantazimizde gizlidir. Onun için yazar da, şair de, her zaman fantazisini gemisinin kaptanı yapmak zorundadır. Eğer geminin yelkenlerini neşe ya da keder rüzgarları estirir, gemideki işlere de neşeli hizmetçiler bakarlarsa, akılı ve mantığı da güverteye almayı unutmazsanız, şaheser kitaplar yazarsınız, diyor Heinrich Heine  : )     

İnsan dediğimiz rüyalardan oluşan bir varlıktır. Rüyalarsa kendimizden oluşurlar... O yüzden bütün zorluklara ve acılara rağmen, hayatta olmak kadar güzel bir şey yoktur... Hepimiz ölmek zorundayız, ve bize sadece belirli bir süre verilmiştir. O süre zarfında ne yaptıysak, ne ektiysek, onu biçeriz... Hayat denen bilmeceyi şimdiye kadar hiç kimse çözememiştir, bu soru ebediyete kadar böyle cevapsız kalacaktır. Heine bir şiirinde bunu çok acayip bir şekilde açıklamış: „Ne zaman ki, kadın ağzını açar da, dünyanın sihirli sözünü söylerse, işte o gün dünyanın sonu gelmiş demektir...” Yani dünyanın sırrı kadının elindedir... (Ben o sırrı öğrendiğimde ruhen öldüm, sonra Allah yapmam gereken işlerden dolayı ruhumu ard arda üç kez geri verdi bana : ).     

Şakayı bırakıp, bir konuya daha değinmek istiyorum. Bir önceki yazımda figurunuzun beyninin içine bakmayı öğrenin demiştim. Beyinden daha derin bir derya var ki, ona bakmayı bilmeyen asla yazar olamaz. Bu dipsiz derya bizim kalbimizdir. Her ne kadar Tıp Bilimiyle uğraşanlar, kalbi sadece bir pompa olarak görüyorlarsa da, bu asla doğru değildir...

Geçenlerde kalp transplantasyonu yapan bir doktorun televizyonda konuşmasını dinledim. Kalp hiç de öyle karmaşık kimyasal süreçlerin vuku bulduğu bir organ değilmiş, beyinden sonra, böbrek, karaciğer, akciğer daha fazla görev yapıyormuş insan vücudunda... Bu bir Tıp Bilimcisinin bakış açısı. Doktorlar genellikle insanı madde olarak görürler, bu biraz da aldıkları tek yönlü Atheist eğitimle alakalıdır.

Şimdi de bir şairden dinleyelim, kalbe bakış açısını:

„Der Stoff für Gedichte wird nicht aus den Fingern gesaugt… Ich kenne keinen größeren Gott, als den Menschenherzen. Lerne in die Herzen der Menschen zu schauen, nur dort wachsen die schönsten Lilien, die Yasmine, und die Rosen… „ Bu cümleyi tıpatıp böyle söylemiyor, den bu cümleyi onun yazdıklarından süzerek kendim ortaya çıkardım…

Türkçesi: “Şiirlerin içeriğini kendi parmağından sızdıramazsın. Ben insan kalbinden daha büyük bir Allah tanımadım. İnsanların kalbine bakmayı öğren çocuğum, çünkü sadece orada en güzel leylaklar, yaseminler ve güller yetişir.“ 

Bir başka şiirinde ise: „Hiçbir insanın gözüne dilsiz bakma!“ diyor.  

Heinrich Heine aslen Yahudi, fakat kendisine Yahudi demek mümkün değil. Asimile edilmiş bir Hristiyan mı, o da değil... Müslüman da değil. Bütün dinlerin üstünde bir dine sahip birisi... Tüm insanlığı bir görmüş birisi... Yani ilahi bir şahsiyet... (18. Yüzyılda Berlin duvarını görmüş, en kokunç adamın Almanlardan çıkacağını da anlatıyor bir şiirinde. “Bir gün elinde bir balta bulunan bir adam doğuracak Germania“, diyor. Onun vaktinde Almanlar Fransız’lardan ve Ingilizler´den hep zulüm görmüşler).

Eğer yüreğinizdeki bütün bülbüller susmuşsa, sabah akşam Allah’a dua etseniz de, bir insanı sevmez iseniz, Allah sevginiz hiç bir boka (kusura bakmayın) yaramaz... Yani içi boş bir kabaktır inancınız... Müslüman toplumları işte bu sebepten geri kalmışlardır...

Ve bütün yıkıcı karekterleri bu toplumlarda bulursunuz... İnsan toplumsal bir varlık olsa da, tek başına bir aynadır, hiçkimsenin malı değildir... İnsanları kendi başına bir evren olarak algılama anlayışı bence sadece batıda vardır. Bu aydınlanma çağından dolayı böyledir... Hiçbir müslüman toplumda gerçek bir aydınlanma dönemi yaşanmamıştır...

Bır gizli sır daha vermek istiyorum bu genel bakışta... Türkiye’mizde Cumhuriyet kurulduktan sonra hep yanlış eliteler topluma yön vermişlerdir... Kültür ve Sanat yozlaşmıştır... Bilim alanında neler oldu bilmiyorum, çünkü 26 yıldır yurt dışındayım... Fakat Kültür ve Sanatın yozlaştığını sanatın sanat olmaktan çıktığını kendi izlenimlerimle gördüm ve hala görüyorum... Yeni yeni Türk Toplumuna has değerler keşfediliyor. Bir toplum eğer kendi hüviyetini unutur ise, her yöne doğru yol alır... Bu şuradan kaynaklanıyor: Araştırma ruhu olmayan insan uğraşıyor sanatla... İşini çok mükemmel yapan sanatçı bile kendi yaptığı işi araştırmıyor... Eğer bunu yapsalardı, yer yerinden oynardı... Birkaç harmonik sözle, veya birkaç harmonik melodiyle milyon kırıyorsa bir sanatçı ve de ona bütün avvam takımı tapıyorsa, bu sanattır demek doğru değildir... Evrensel değer taşıyan sanat sanattır... Şairlerimizin ruhlarına bakın bakalım, hangi birinde bunu görüyorsunuz... Nazım Hikmet, Necip Fazıl gibi aranızdan geçen ve diğer şairleri etkileyen şairler bile kendi toplum yapılarını mükemmel bir şekilde resimleyememişlerdir... Bu iki şair ters yöne giden iki trene benzerler... Hal böyle olunca da ondan sonra gelenler de aynı yolları deniyorlar... Oysa şair eğer gerçekten şair ise yolu bellidir, gideceği yer de bellidir... Orası neresi biliyor musunuz? Ölümsüzlük suyunun verildiği yer... Oraya varmak içinse yüzbin imatahandan geçeceksiniz... Yolu en sapa olan yer orasıdır, çünkü... Öncünüz yoktur, siz kaptansınızdır, çünkü... Sizden önce ve sonra da her zaman oraya varanlar olacaktır... Çünkü kudretin kudreti oradan gelir... Ve kimin ruhuna yansırsa o yıldız gibi çevresini büyüler... Bizim sanatçılarımız oraya sadece bir göz atıp, kaçıyorlar...

HEINRICH HEINE ile noktalıyorum yazımı: “JEDE KUNST IST AM ENDE EINE BLAUE DUNST!”  Türkçesi: “HER SANAT SONUÇTA TOZ VE DUMANDIR!“.

(Bunu söyleyen şair bazı şiirlerini birkaç yılda, bazılarını da bir çağ boyu üzerinde çalışarak yazmış. Heine sırtına tüm dünyayı yüklemiş ve o kadar ağır bir yükü inanılmaz bir hafiflikle taşımış. O yüzden „klasik sanatçı” sıfatını kazanmış).      

NURAY LALE

Not.: Bu yazı dizimi ‘Onbeş altın kural’ dan başlayarak alt alta bir dosya yapınız ve milyon kez aranızda dağıtınız... Baştan aşağıya doğru okuduğunuz zaman benim size bir diploma çalışması sunduğumu görürsünüz... İleriye doğru neredeyse doktora da olabilir... Ama tabi ben bunu tam bilimsel de yapabilirdim, ama o zaman okumaya sıkılırdınız... Hepimiz ölümsüz eserler bırakacağız, çünkü... Dua ediniz ki, sizi bir Nuray Lale düşünüyor... Edebiyat dergileri yönetmenleri ve de öğretmenleri yazılarımı kullanabilirler... Kimseden ücret felan da beklemiyorum... Ben Edebiyet okuluna ücretsiz çalışıyorum... Okulumda ücretsiz iş yapacak Edebiyatçı arıyroum... Yakında belki yüz öğretmenim olabilir...

Yazı ve şiirlerimi kötüye kullanmamanız dileklerimle... Belki inanmazsınız, benim sırtımdan birilerinin dünyanın herhangi bir yerinde çok büyük para kazandığını gördüm...

Ama sonuçta o kişi açığa çıkıyordu... (Çünkü eserlerim noterde sentlidir, para ödeyerek bir nüsha Notere veriyorum)...

Hepinize Kolay gelsin!  
DEVAM EDECEK!

NURAY  LALE, Eğitim ve Sağlık Bilimcisi
lalenuray@yahoo.de
Bielefeld - 21.12.2005


Üst Ana sayfa e-mail