GÜZEL YAZI YAZMA SANATI XVII. BÖLÜM

SEYAHAT HABERİ NASIL YAZILIR?

Edebi değer taşıyan seyahat haberleri genellikle insanları ve mekanları konu alırlar. İnsanlar ve mekanlar yazarın üzerinde durduğu iki büyük zemindir. Sadece insanlar üzerine yazmak ve mekanı ihmal etmek okuyucuyu bilgisiz bırakmaktır. Çünkü insanlar yaşadıkları herşeyi bir mekan içerisinde, bir sosyal çevrede yaşarlar. Okuyucu her zaman bu mekanın neresi olduğunu bilmek ister.

Birkaç cümleyle veya paragrafla herhangi bir mekanı, olay yerini tasvir etmek mümkün. Ancak ondan daha önemlisi herhangi bir yeri tasvir ederken, oradaki insanların duygusal durumunu dile getirebilmek. Seyahat haberlerinde ana konu, seyahatı yapan kişinin çevresinde algıladığı her şeyi kağıda yansıtabilmesidir. Herhangi bir yeri tasvir etmek, öyle göründüğü gibi kolay değildir. Yazarlar yer tasviri konusunda metnin sıkıcı olmaması için, seyahatı diğer seyahatlardan ayıran noktalara, yani yaşanan olayları mekanla birlikte bütün inceliklerine kadar dile getirebilmelerinde yatar.

Eğer bir Venedig gezisi yapmışsa yazar, okuyucu oradaki kanalların veya gondolların sayısını bilmek istemez. Venedig’de kanalların veya gondolların bulunduğunu zaten önceden biliyordur. Gondolda neler yaşadığı, ne konuştuğu, havanın nasıl olduğu, kimle seyahat ettiği, okuyucunun bilmek istediği şeylerdir. Eğer bir Ağrı gezisi yaptıysanız, Ağrı dağının yüksekliği okuyucuyu ilgilendirmez, ancak dağda gezi yapan kişi düşüp, ayağını kırdıysa, o andan sonra neler olduğu yazılmaya değer bir hikayedir.

Seyahatı bütün detaylarıyla anlatmak, acaba okuyucuyu ilgilendiriyor mu?

Bir yere seyahat ederken, elbette insan sanki oraya ayak basan ilk kişiymiş gibi gelebilir. İstanbul’u, Boğaz Köprüsünü, Mısır Piramitlerini, Pamukkaleyi gören herkes ilk etapta gördüğü yerden büyülenir. Ancak bu yerler üzerine daha önceden başka yazarlar tarafından romanlar, hikayeler yazanlar olmuştur. Yazar olarak gördüğünüz resimleri, kokuları, sesleri kendi sujektiv gözlüğünüzden geçirip, okuyucuya kendi bakış açınızı ilgi çekici bir şeklide yansıtmanız gereklidir. Seyahatı bütün detaylarıyla anlatmak önemli değildir, önemli olan seyahatı unutulmaz yapan, ilgi çekici noktaları kendi şahsiyet pencerenizden anlatmanızdır.

Yazmayı bildikten sonra, „bu dünyada cansız olan herşey, aniden canlanabilir, vitrinler gülümsemeye başlar, binalar ışıldamaya, harabeler insana el sallar, bacalar bile insana selam verirler” (William Zinsser)... Güneşin doğuşu veya batışı kimileri için romantik bir andır, kimileri içinse sıkıcı bir günün başlaması ve bitmesi demektir.
Herhangi bir yeri tasvir ederken, seyahat haberlerinde, dikkat edilmesi gereken iki nokta vardır: Birincisi: yazma stiliniz, ikincisi: içerik.

Kelimelerinizi isabetli seçiniz! Eğer birşeyi yazarken hiç zorluk çekmeden kelimeler kaleminizden su gibi akıyorsa, kullandığınız kelimelerin seyahat rehberlerinde sürekli kullanılan kelimeler olmamasına özen gösteriniz. Kullandığınız kelimeler sizin kişiliğinizi ve sizin kaleminizi yansıtmalı. İçerik konusunda da seçici olunuz! Eğer bir sahili tasvir ediyorsanız, kayaların girintili ve çıkıntılı olduğunu anlatmanız gerekmez. Veya denizin üzerinden martıların uçtuğunu bildirmeniz. Doğal olarak yansıyan herşeyi siliniz! Bize denizin üzerinde dalgalar olduğunu, kumun rengini anlatmayınız. Anlatılmaya değer ayrıntıları dile getiriniz. Hikayenize anlam katan, olağanüstü, ilgi çekici, eğlendirici, keyif verici şeyleri yazınız.

Yazmak kendi şahsiyetinizin ifadesidir. Eğer değer yargılarınız henüz körelmemişlerse, kaleminizden körelmemiş yazılar çıkarlar. Herşey bir maksatla başlar. Ne yazmak istediğinizi ilk önce kendiniz için ortaya çıkarınız, daha sonra nasıl çalışmanız gerektiğine geçiniz. Mükemmel bir zevk, mükemmel bir sese benzer, yani Allah vergisidir. Mükemmel bir zevke sahip olmayı insan belirli bir dereceye kadar zamanla öğrenebilir. Bunu en iyi şekilde öğrenmek, mükemmel bir zevke sahip yazarları okumaktan geçer. Unutmayınız, iyi bir zevkin en büyük düşmanı klişelerdir. VE YAZAR YAZMAYI YAZARKEN ÖĞRENİR.

En önemli cümle ilk cümlenizdir. Birinci cümleniz ikinci cümleyi okumaya teşvik etmiyorsa, yazdığınız metin ölüdür. İkinci cümle üçüncü cümleyi merakla okumaya teşvik etmelidir. Birbirine bağlı cümleler zincirinde yazar giriş kısmını çekici bir şekilde meydana getirir.

Duygu ve düşüncelerinizi zayıflatan her kelimeyi atınız: Örneğin: “biraz”, “şey”, “herhangi”, “bir hayli”, “oldukça”, “tamamen”, “çok”, “hemen hemen”, “az veya çok”. Bu tür kelimeler yazdığınız metni sulandırırlar, yazma stilinizi bozar, ikna kabiliyetinizi zayıflatırlar. Mesela: O gün bayağı dağınıktım, demeyiniz, veya biraz yorgundum, hafif üzgündüm demeyiniz, veya herhangi bir şekilde kızgındım. Yorgunduysanız, direk yorgundum deyiniz, üzgündüyseniz, üzgündüm, kızgındıysanız, kızgındım, deyiniz. Okuyucu sizi yanlış parayla yakaladığı zaman, daha sonra söyledikleriniz kendisine yalancık ve sahte gelir. İnandırıcı olmak yazar için en az bir başbakanın halka karşı inandırıcı olması kadar çetindir.

Kendi yazma stilinizi keşfedinceye kadar, diğer yazarları kendinize örnek alabilirsiniz. Bir stili taklit etmek asla yasak değildir. Herhangi bir sanatı öğreninceye kadar, acemi olan ustasını taklit edebilir. Bütün büyük sanatkarlar kendilerinden önce gelen ustaları taklit etmişlerdir. Hiçbir dahi dünyaya dahi olarak gelmemiştir. Mozart, Bach, Picasso, Michalengelo, kendilerinden önceki ustaların eserlerini öğrenerek ilerlemiş, kendi stillerini bulmuşlardır. Yazma sanatı için de bu kural geçerlidir. Beğendiğiniz yazarların eserlerini yüksek sesle okuyunuz, onların ses tonunu, dili kullanma biçimini, kişisel stillerini ruhunuza kayıt ediniz. Daha sonra vakti geldiği zaman üzerinizdeki yabancı kılıfı atıp, olmak istediğiniz yazar olabilirsiniz.

Dünyada ebedi değer taşıyan, en ölümsüz seyahat haberlerini Heinrich Heine ile Johann Wolfgang Goethe yazmışlardır. Büyük şahsiyetleri ve mükemmel kalemleriyle bu yazarlar içinde yaşadıkları dönemi, gezip gördükleri yerleri ölümsüz yapmışlardır. Heinrich Heine ilk önce Almanya içinde geziler yapmış, daha sonra İngiltere, İtalya ve Fransa’ya seyahatlar düzenlemiştir. Johann Wolfgang Goethe Avrupa ülkeleri dışında doğuyu ve uzak doğu ülkelerini ziyaret edip, West-Östlicher Divan adında mükemmel bir sanat eseri yaratmıştır. Heinrich Heine Sultanımın yazmış olduğu seyahat haberlerinden birini bu yazı haricinde Almanca’dan Türkçe’ye çevirip, sayfamda yayına alacağım.

Şimdi örnek olarak başka bir yazarın edebi değer taşıyan bir seyahat haberine geçelim. Yazar seyahat haberine nasıl başlamış, haberi nasıl noktalamış. Aşağıdaki pasajı William Zinsser’in „Schreiben wie ein Schriftsteller” kitabından Almanca’dan türkçeye çeviriyorum:

Beni derinden etkileyen olay, Timbuktu’ya geldiğim anda, kumdan sokaklar oldu. Birden kumun topraktan farklı bir şey olduğunu kavradım. Her şehir torpaktan sokaklarla başlar, sonradan toprak üzerine asfalt yapılır, eğer orada oturan halk bellirli bir refah seviyesine ulaşmayı başarırsa ve kendi yaşam çevresini fethedebilirse. Fakat kum yenilgi demektir. Kumlu sokaklardan oluşan bir şehir, uçurumun dibindeki bir şehir demektir.“

Burada beş sade cümle ile yazar bir düşünceyi diğerine eklemiş. Cümleler birbirine mantıkla bağlı olarak bir bütünlük içeriyorlar. Ve hemen giriş kısmında yazar seyahat haberini okumaya teşvik ediyor.

“Zaten bu yüzden de oraya seyahat etmiştim: Timbuktu macera arayanların hedefidir. Sadece isimlerinin ses tonuyla seyahatçıları kendine çeken bir düzine yerin arasında – Bali ve Tahiti, Semerkant ve Fes, Mombaza veya Makao – bunların hiçbirisi Timbuktu gibi ıssız ve terkedilmiş değildir. Beni en çok şaşırtan şey, seyahatımdan bahsettiğim birçok insanın Timbuktu’nun bir yer olduğunu ve gerçekten var olduğunu bilmemeleriydi. Timbuktu’nun real bir yer olduğunu bilseler bile, nerede olduğunu hiç kimse bilmiyordu. Kelime olarak bilinse de – erişilmezi anlatmak için, veya şakıcılara „u” harfini kafiyelemek için gökten gelen bir armağan gibi ve aşk sarhoşu bir delikanlının sevdiği kızı kazanmak için dünyanın sonuna seyahat etmeyi göze alıp, sevdiğine ulaşamamasını dile getiren bir metafer gibi. Fakat sahiden var olan bir yer olarak Timbuktu akıllara mutlaka çoktan batmış bir ‘afrika kraliyeti’ olarak yansıyordu, tıpkı Victoriyan keşifçilerinin arayarak bulamadıkları, Kral Salomon’un olmayan yeraltı hazinesi gibi.“

Buradaki birinci cümle giriş kısmındaki cümlenin devamını içeriyor. Okuyucunun kaçamak yapması asla mümkün değil. Bu paragrafta okuyucu yazarın Timbuktu üzerine edindiği bilgileri sanki yazarla birlikte seyahat ediyormuş gibi ve yazarın duygularını tamamen paylaşıyor gibi gösteriliyor. Ayrıca da Timbuktu hakkında enformasyon – keskin veriler, hakikatler değil, insanın bilmesinde hiç bir zarar taşımayan, sohbet niteliği taşıyan bilgiler var.

Aşağıdaki pasajda mutlaka bilinmesi gereken enformasyonlara geçiliyor:

,,Ancak Timbuktu bulunduğunda, çok zor şartlar altında onu keşfedenler – Şotland’lı Gordon Laing 1826 ve Fransız Rene Caillie 1828 – kendilerini aldatılmış hissetmiş olmalılardı. Leo Arfikacanus’un 16. Yüzyılda bahsettiği  100.000 kişilik şehirden - 20.000 öğrencili ve 180 Kuran okulunun bulunduğu - efsanevi şehirden hiç bir eser yoktu. Onun yerine dökük saçık yerleşim alanları ve kerpiçten kulübeler vardı ve şehir bütün efsununu yitirmişti. Bugüne kadar gelebilmelerini, deve kervanlarının Saharayı geçmeleri için Tibbuktuyu kavşak olarak kullanmış olmalarına borçluydular. Afrika’da satılan eşyaların çoğu, özellikle kuzeyden getirilen tuz ve güneyden getirilen altın, Timbuktu’da satılıyordu.”

Yer hakkındaki tarihi bilgileri kısa keserek, yazar aşağıdaki kısımda en önemli noktaya, neden Timbuktu’ya gittiğine geçerek hikayenin bütünlüğünü sağlıyor:

“Ben Timbuktuya oraya gelecek olan kervanları görmek için gitmiştim. Ben hem akıllı hem deli olan – bunu henüz söyleyemesek de –, altı erkek ve kadından biriydim. Bu seyahata Fransa’da merkezi bulunan, Batı Afrika üzerine kendilerini Spezialist sayan, bir seyahat acentasının New York Times gazetesinin Pazar sayısında iki haftalık bir seyahat ilanı üzerine kayıt yaptırmıştım. (Timbuktu Mali’de bir yer, eskiden Fransızca konuşulan Sudan’da).  Seyahat acentası New York’ta ve ben herkesten önce orada olmak için Pazartesi sabahı oraya gitmiştim. Ben alelade sorular sormuş ve alelade cevaplar almıştım seyahat acentasında. Sarılık aşısı, Kolera aşısı, Sıtma tabletleri, orada su felan içmemek üzerine ve bir de broşür almıştım.“

Bu pasajda yazar seyahat sebebi dışında kendi kişiliğini ve kendi sesini yansıtıyor. Seyahat haberlerinde yazar seyahat rehberidir ve okuyucuyu birlikte seyahat etmeye davet eder. Korkularını ve heyecanlarını birlikte paylaşmak seyahat haberinin esas konusudur.

„Broşür şöyle başlıyordu: Şansınızı kaçırmayınız, ekstra büyük heyecan yaşamak için Timbuktu’ya seyahat yerinizi hemen ayırınız. Bu yıl gerçekleşecek olan Azalayi Tuz Kervanının gelişine bizzat şahit olunuz. Düşününüz, yüzlerce tuz torbası taşıyan deve kervanlarını göreceksiniz. Orada yaşayan insanlar tarafından beyaz altın olarak değerlendirilen tuz kervanları eski zaman şehri, tanınmış Timbuktu’dan geçip gidecekler. Yarı şehir, yarı çöl halindeki 7.000 nüfuslu bir yerden. Rengarenk kıyafetli göçebeler kervanlarıyla 1000 kilometre yolu Sahara’da geride bırakıp, yorucu yolculuğun sonunda açık hava altında yerli halk danslarıyla bir eğlence sunacaklar. Ve siz büyük bir çöl çadırı altında yerli Afrika kabile resileri tarafından karşılanacaksınız!“

Farkettiğiniz gibi burada anlatılanlar sadece seyahat acentası tarafından verilen sözler değil, tam süperlatif bir reklam kampanyası. Şimdi seyahatın devamına bir bakalım:

„Bu tür seyahatlar tam bana göreydiler. Bu açıklamalar ve reklamlar beni açmasa da, eşimin ve diğer dört kişinin zevkine uygun bir seyahattı. Yaşımız ortalama olarak hayatın ortasını geçmişti, hatta bazılarımız yemeğini tekerler üzerinden ısmarlayan yaşlılardan sayılırdık. İçimizden beş kişi Manhatten’de oturuyordu, sadece birisi Maryland’dan gelen dul bir kadındı. Hepimizi birbirine bağlayan nokta, tatil yerimizi Allah’ın unuttuğu bir yerde, uçurumun dibinde aramış olmamızdı. Venedig veya Versailles şimdiye kadar yaptığımız seyahatlarda konuşma konusu bile olmamıştı, ne de Marakeş, Luksor veya Çiang Mai. Ancak Buton ve Borneo, Tibet, Yemen ve diğer baharat adaları seyahat ettiğimiz yerler arasındaydı. Ama şimdi „Allah´a şükür!„ ta Timbuktu’ya kadar gelmeyi başarmıştık. Ve deve kervanlarımız gelmek üzereydiler.

Yazar seyahat eden kişilerin yaşlarını direk 50-60 olarak yazabilirdi, fakat o zaman yazdığı cümle bu şekilde yerine oturmazdı. Seçtiğiniz kelimeler yazdığınız habere tuz biber gibi olmalıdır. Diliniz ne fazla abartılı, ne de fazla basit olmalıdır. Bu girişi yapabilmek için yazar tam bir saat zaman ayırmış. Şimdi seyahat haberini kesmeden devam ediyorum:

„Timbuktu’ya gelebilmek için New York üzerinden Abican’a uçtuk. Oradan başka bir uçakla kuzey sınırında yer alan Mali’nin Başkenti olan Bamako’ya uçtuk. Mali’yi diğer Arfika sahillerinden ayıran nokta yeşil sahaların hiç olmayışı, güney kısmını Nijer nehri suluyor, kuzeyi ise uçsuz bucaksız çöl. Timbuktu Sahara’dan kuzeye seyahat edenler için en son stop noktası – haftalarca yaşanan susuzluk ve yorgunluktan sonra ufuklarda hasretle beklenen bir parça toprak.

Hiç birimiz Mali üzerine fazla bilgi sahibi değildik ve bizi orada nelerin beklediğini bilmiyorduk. Bildiğimiz tek şey Timbuktu’dan geçecek olan, tuz taşıyan deve kervanlarıydı, bütün düşüncelerimiz bu konu üzerine yoğunlaşıyordu. Oraya varmak için geçtiğimiz yerler üzerine fazla düşünce sarfetmiyorduk. Seyahatımızın bu denli büyüleyici olacağını hiç düşünmemiştik. Mali renkler içinde banyo ediyordu: güzel bezlerle bezenmiş, süslenmiş insanlar, bezlerde ilginç ve etkileyici motifler, Sebze ve pırıl pırıl meyve dolu pazar yerleri ve gülüşü günlük bir mucize olan çocuklar… Korkunç derecede fakir olan Mali insan bakımından çok zengindi. Ağaçlara bürünmüş Bamako bütün gücümüzü ve güvenimizi arttırıyordu.
Ertesi gün sabah erkenden kalkmış olarak on saat boyunca bir minibüsle yolculuğumuza devam ettik. Minübüs bekli de daha iyi zamanlar görmüştü, ancak çok fazla da değil. Minübüsle kutsal şehir Djenne’ye, Timbuktu’dan daha eski ve her konuda, şan ve şöhrette Timbuktu’yla yarışan bir ortaçağ ticaret merkezine, Nijer’de islam bilimleri merkezine gittik. Bugün Dejene şehrine sadece küçük bir vapurla ulaşılabiliyor. Arabamız bizi karanlık çökmeden gideceğimiz yere ulaştırmak için, kötü ve yarık sokaklardan atlaya zıplaya geçerken, kerpiçten yapılma camiinin minareleri her an bize uzak görünen, minare uçlarıyla sanki bizimle alay eder gibiydi. Sonunda oraya vardığımızda, cami sanki sahilde çocuklar tarafından yapılmış bir kum kulesine benziyordu. Cami yapısına  mühendislerin Sudan stili inşaat şekli dediklerini duyduk, sonradan. Yani çocuklar sahilde Sudan stilinde inşaat yapmışlar farkında olmadan. Gün batışında Djene’de pazarda vakit geçirmeyi çok hoş ve eğlenceli bulmuştuk.

Öteki günlerimiz de daha az etkileyici değildiler. Bir günümüzü Dogon´lara gidip, gelmeye harcamıştık. Dogon´lar yabancıların kolay kolay gidemediği rampa bir kayalığın üzerinde yaşıyorlardı. Antropologlar bu kavmin insanlarını vahşi kültürleri ve astronomik bilgileriyle tanıyorlardı. Sanatseverler ise onların kendine özel maskeleri ve heykelleriyle tanıyorlar. Birkaç saatin içinde o insanların köylerine çıkarken, bir maske dansına tanık olmuştuk ve o insan cemiyetine kısacık bir göz attığımızda, hiç de geri kalmış olduklarını sanmadık. Diğer günümüzü Mopte’de, Nijer nehri yakınlarında nabız atan bir çarşı şehrinde, geçirdik. Şehir çok hoşumuza gittiği halde, gezimize çok az zaman ayırmıştık. Ancak bizim ondan daha mühim bir işimiz vardı, Timbuktuda buluşacaktık ve bizi oraya götürmek için bir uçak kalkış yapmayı bekliyordu.

Tarih verme günü beni seyahat acentasındayken şüpheye düşürmüştü. Oradaki şefe: „Tuz kervanının Aralık ayının 2. günü gerçekten geleceğinden nasıl emin olabilirsiniz?“, diye sordum. Çölde kervan süren göçebeler benim bir memur gibi dakiklik anlayışıma ille de uymak zorunda değiller, herhalde. Eşim benim pozitif görüş açımı paylaşmasa da, doğal güçler, kervanlar, seyahat acentaları konularında kendinden emin olarak, „biz Timbuktu’ya gidinceye kadar Tuz kervanı muhakkak gelip, çoktan gitmiş olacaktır”, dedi. “Veya daha büyük olasılıkla orada yaşayan hiç kimse Tuz kervanını belki de hiç duymamıştır”. Seyahat acentasında çalışan kadın beni süzerek ve bana yukarıdan, alaylı bir şekilde bakarak, şunları söyledi:

„Biz kervanla her an bağlantıdayız. Biz çöle takipçi yolluyoruz. Onlar bize kervanın birkaç gün gecikeceğini bildirdikleri takdirde, biz hemen Mali programınızı ona göre ayarlıyoruz.“

Kadının konuşması bana inandırıcı geldi. Tabi ben pozitif düşünceli bir insan olduğumdan, kadına inanmak zorundaydım. Ve şu anda Lindbergh’den çok daha büyük olan bir uçağın içindeydim, kuzeye Timbuktu’ya doğru verimsiz torpaklar ve bölgeler üzerinden uçuyorduk, sanki orada asla insanlar yaşamamışlardı. Aynı zamanda yüzlerce deve kervanı tuz torbalarıyla güneye doğru, benimle buluşmaya gidiyorlardı. Ve kabile reisleri çöl çadırlarında beni nasıl eğlendirecekleri konusunda kara kara düşünüyorlardı.

Pilotumuz Timbuktu üzerinden daireler çizerek uçuyordu, bize bu uzun seyahatı daha iyi değerlendirmek ve her yeri güzelce görebilmemiz için. Ve biz içinde kimseciklerin oturmadığı düzensiz bir kerpiç yığınını yukarıdan seyrediyorduk. Büyük bir olasılıkla orada hiç kimse yaşamıyordu, çünkü şehir aşağıda ölü gibi duruyordu. Doyumsuz Sahara, bir kuşak gibi tüm Arfikayı kuru bir çöle çevirmiş ve Timbuktu üzerinden çoktan geçmişti ve şehri kendi haline bırakmıştı. İçimde korkuyla dolu bir titreme başlamıştı, böylesine terkedilmiş bir yerde asla uçaktan inmek istemeyecektim.

Hava alanında bizi seyahat rehberimiz, Taureg’den gelen Muhammed Ali karşılamıştı. Bizim için onun yüzünü görmek büyük bir teselliydi. Bu Sahara olsa olsa Tuareglere ait bir yerdi, bir berber kavmine, ne Araplara ne de Fransızlara boyun eğen, çölün içlerine kadar giren bir insan kavmi. Muhammed Ali, üzerinde Tuareglere ait bir yerli mavi elbiseyle, koyu teniyle ve zekice yüzüyle biraz Arapçaya çalan konuşma şekliyle ve düzgün yürüyüşüyle kendine özgü bir karakter taşıyordu. Çocukken babasıyla birlikte Hacca, Mekke’ye gitmiş, (Bir çok Tuaregli müslüman olmuş), Arap Yarımadasında ve Mısır’da yedi yıl geçirmiş, orada İngilizce, Fransızca ve Arapça öğrenmiş.

(....)

Azalai Oteline geldiğimizde, bizden başka otelde kimsecikler yoktu. Muhammed Ali’ye kaç turistin Timbuktu’da tuz kervanını selamlayacağını, sorduk.

-         „Altı kişi“, dedi. „Siz“.

-         „Ama“,

-          

cümlemin sonunu getirmeye içimdeki duygular engel oldu. „Anlamadığım nokta Azalai ne demek? Kervanın adı neden Azalai Tuz Kervanı”, diye devam ettim konuşmaya.

-         “Fansızlar kervana bu adı vermişler.“ dedi, kervan turunu organize ederlerken; kervanlar eskiden yılda bir kez Aralık ayında bu turu yaparlardı.

-         “Bugün nasıl yürüyor?“ dedik hep bir ağızdan.

-         Mali bağımsızlığını ilan ettikten beri tüccarlar tuzlarını diledikleri zamanda getiriyorlar.“

Mali bağımsızlığını 1960 yılında kazanmıştı. Ve biz Timbuktu’ya bir olay için gelmiştik, 27 yıldır gerçekleşmeyen bir Kervan turu, yani. : )”

Bu son cümle hikayeyi bir bomba gibi patlatıyor. Yazar hiç okuyucuya sezdirmeden mizah kullanıyor. Dikkatli okunduğunda Timbuktu seyahati yazarın sohbet niyetiyle yazdığı bir seyahat haberi olduğu ve yazarın kendine özgü bir yazma stili olduğu anlaşılıyor.

“Eşim ve diğer arkadaşlar bu olaya hiç şaşırmamışlardı. Hepimiz istifimizi bozmamaya çalıştık. (...) Muhammed Ali’nin bize Seyahat acentası tarafından verilen sözlerden hiç haberi yoktu. Bildiği tek şey, bize bir kervan alayını göstermek için görevlendirildiği ve ertesi gün bizimle birlikte yola çıkıp, bir kervan arayacağıydı ve o gece Sahara’da geceleyecektik. ‘Normal olarak, Aralık ayı başında kervanların gelme zamanıdır’, dedi. Kabile reisinin çadırı üzerine hiçbir şey söylemedi. (...)

Çölü ortalayarak arabamızla gidiyorduk. Çöl uçsuz bucaksız kahverengi bir örtü gibiydi, hiçbir iz veya yol gözükmüyordu. O anda içimden bir ses bizim uçurumun ucunda olduğumuzu hissettiriyordu. Kendi kendime: “Biz deliyiz galiba. Sahi, biz burada ne arıyoruz?” Ancak burada ne yaptığımızı pekala biliyordum. (...)  Muhammed Ali’ye sorduk, ne zaman kervan alayını göreceğiz. Üç dört saatten fazla sürmez”, dedi Muhammed Ali. (...)

Birden şoför sola dönerek sert fren yapıp, durdu. ‘Develer!’ dedi. Ben şehirli gözlerimi zorladım, fakat bir şey yoktu görünürde. Sonra çok uzaklarda birşeyler göründü. Yaklaşık kırk elli deve temkinli adımlarla Timbuktu’dan salınarak geçiyordu. (...) Biz deve kervanına yüz metre kadar yaklaştık. Muhammed bize develerin çok hassas hayvanlar olduklarını ve en ufak şeyde ürkeceklerini anlattı. Panik yaratmamak için kervanı uzaktan seyrettik. Muhammed kervanların geceleyin caddeler boş olduğu vakit şehire girdiklerini ve tuz torbalarının develerden indirildiğini anlattı. Muzafferane kervan geçiti işte bu kadardı.

Develer birbirlerine iplerle bağlıydılar ve uygunadım yürüyorlardı – dalgalanan ritimleriyle develer bir Televizyon balesini anımsatıyorlardı. Her deve dört tuz torbası taşıyordu, iki torba bu tarafta, ikişer torba diğer tarafta. (...) Biz kumlarda oturmuş kervan geçitini seyrediyorduk, son deve çölde yok oluncaya kadar gözlerimizi develerden ayırmadık.“

Hiç farkında olmadan dört saat vakit geçmişti, sanki başka bir zaman dilimine girmiştik - Sahara zamanı. Ve güneş ufuklarda batarken Roverimize binip, Saharanın içinden kalacağımız çadıra gidecektik. Çölde her yer aynı manzarayı taşıyordu. Sonra Muhammed Ali’nin çadır dediği yere geldiğimizde, çadıra benzer hiçbir şey yoktu. Sadece bir ağaç vardı ve altında her tarafı siyah örtülerle kapalı Beduin kadınları oturuyordu. Muhammed Ali bizi onların yanına bırakıp, gitti. (...)

Orada piknik yaptık ve sonra uyuduk. Ertesi gün uyandığımızda yanımdaki kumlarda hayvan ayak izleri gördüm. Muhammed Ali, bu ayak izlerinin bir çakkala ait olduğunu söyledi. Çakkal geceleyin gelip, bizim yere attığımız tavuk kemikleri ve et kırıntılarını yemiş. Yediğimiz tavuğu düşünürsem, epey artık bırakmıştık. Ama ben hiç bir şey duymadım. Çünkü çok derin bir rüyaya dalmıştım, rüyamda kendimi Lawrence von Arabien olarak görmekteydim.“

SON

...............................

Timbuktu’ya belki hiç kimse gitmemiştir, ama Almanya’dan Türkiye’ye veya Türkiye’nin içinde herhangi bir yere her insan seyahat etmiştir. 1970-1980’li yıllarda Almanya’da yaşayan Türklerin hepsi arabayla 4.000 kilometrelik yollar kathederek Türkiye’ye izine giderlerdi. O zamanlar uçakla Türkiye’ye gitmek henüz moda haline gelmemişti. Haziran ve Ağustos aylarında Türkiye’ye giden izincileri otobahnlarda bayrak gibi herkes farkediyordu. Çingene usulü valizleri ve torbaları arabaların üzerine yükleyip, Avusturya, Yugoslavya ve Bulgaristan yolu üzerinden vatanlarına giderlerdi. Yanlarında akrabalarını memnun edemeyecek kadar hediye götürürlerdi. Birçoğu bütün yıl biriktirdiği parayla yolculuğa çıkar, yollarda soyguncular tarafından soyulurlardı. Üç gün, üç gece hiç bir yerde durmadan araba sürmek neredeyse mümkün değildi. O yüzden her yerde mola vermek, biraz dinlenip, yoluna devam etmek büyük ustalık gerektiriyordu. Özellikle Yugoslavya ve Bulgaristan ülkelerinde transit geçmek gerekiyordu, bu devletlerde polisin kendisi soygunculuk yapardı. Yolda trafik işaretlerine uygun olarak araba sürenler durdurulur, ellerinden ehliyet ve pasaportları alınır, cezalar kesilirdi. Türkiye’ye arabayla gitmek heyecan dolu bir macera olurdu. Yollarda kazayla ölenlerin sayısı belirsizdi, her yıl yüzlerce insan yollarda hayatını veya elindeki varını yoğunu kaybederek geri dönerdi.

Umarım bu yazıyı okuduktan sonra, yazmayı bilen herkes kendi seyahatları üzerine birbirinden güzel seyahat haberleri yazar, yayınlarlar.

Not.: Almanca bilenlerin Heinrich Heine’nin: ‘Denn das Meer ist meine Seele. Reisebilder, Prosa und Dramen’. Artemis & Winkler Verlag ve Johann Wolfgang Goethe’nin: ‘Gesammelte Werke in sieben Bänden, (Hrsg. Bernt von Heiseler, C. Bertelsmann Verlag.) mutlaka okumalarını tavsiye ederim.

NURAY  LALE, Eğitim ve Sağlık Bilimcisi
lalenuray@yahoo.de
Bielefeld - 10.10.2005


Üst Ana sayfa e-mail