SEYAHAT HABERİ NASIL YAZILIR?
Edebi değer taşıyan seyahat haberleri genellikle insanları ve
mekanları konu alırlar. İnsanlar ve mekanlar yazarın üzerinde
durduğu iki büyük zemindir. Sadece insanlar üzerine yazmak ve
mekanı ihmal etmek okuyucuyu bilgisiz bırakmaktır. Çünkü
insanlar yaşadıkları herşeyi bir mekan içerisinde, bir sosyal
çevrede yaşarlar. Okuyucu her zaman bu mekanın neresi olduğunu
bilmek ister.
Birkaç cümleyle veya paragrafla herhangi bir mekanı, olay yerini
tasvir etmek mümkün. Ancak ondan daha önemlisi herhangi bir yeri
tasvir ederken, oradaki insanların duygusal durumunu dile
getirebilmek. Seyahat haberlerinde ana konu, seyahatı yapan
kişinin çevresinde algıladığı her şeyi kağıda yansıtabilmesidir.
Herhangi bir yeri tasvir etmek, öyle göründüğü gibi kolay
değildir. Yazarlar yer tasviri konusunda metnin sıkıcı olmaması
için, seyahatı diğer seyahatlardan ayıran noktalara, yani
yaşanan olayları mekanla birlikte bütün inceliklerine kadar dile
getirebilmelerinde yatar.
Eğer bir Venedig gezisi yapmışsa yazar, okuyucu oradaki
kanalların veya gondolların sayısını bilmek istemez. Venedig’de
kanalların veya gondolların bulunduğunu zaten önceden
biliyordur. Gondolda neler yaşadığı, ne konuştuğu, havanın nasıl
olduğu, kimle seyahat ettiği, okuyucunun bilmek istediği
şeylerdir. Eğer bir Ağrı gezisi yaptıysanız, Ağrı dağının
yüksekliği okuyucuyu ilgilendirmez, ancak dağda gezi yapan kişi
düşüp, ayağını kırdıysa, o andan sonra neler olduğu yazılmaya
değer bir hikayedir.
Seyahatı bütün detaylarıyla anlatmak, acaba okuyucuyu
ilgilendiriyor mu?
Bir yere seyahat ederken, elbette insan sanki oraya ayak basan
ilk kişiymiş gibi gelebilir. İstanbul’u, Boğaz Köprüsünü, Mısır
Piramitlerini, Pamukkaleyi gören herkes ilk etapta gördüğü
yerden büyülenir. Ancak bu yerler üzerine daha önceden başka
yazarlar tarafından romanlar, hikayeler yazanlar olmuştur. Yazar
olarak gördüğünüz resimleri, kokuları, sesleri kendi sujektiv
gözlüğünüzden geçirip, okuyucuya kendi bakış açınızı ilgi çekici
bir şeklide yansıtmanız gereklidir. Seyahatı bütün detaylarıyla
anlatmak önemli değildir, önemli olan seyahatı unutulmaz yapan,
ilgi çekici noktaları kendi şahsiyet pencerenizden
anlatmanızdır.
Yazmayı bildikten sonra, „bu dünyada cansız olan herşey, aniden
canlanabilir, vitrinler gülümsemeye başlar, binalar ışıldamaya,
harabeler insana el sallar, bacalar bile insana selam verirler”
(William Zinsser)... Güneşin doğuşu veya batışı kimileri için
romantik bir andır, kimileri içinse sıkıcı bir günün başlaması
ve bitmesi demektir.
Herhangi bir yeri tasvir ederken, seyahat haberlerinde, dikkat
edilmesi gereken iki nokta vardır: Birincisi: yazma stiliniz,
ikincisi: içerik.
Kelimelerinizi isabetli seçiniz! Eğer birşeyi yazarken hiç
zorluk çekmeden kelimeler kaleminizden su gibi akıyorsa,
kullandığınız kelimelerin seyahat rehberlerinde sürekli
kullanılan kelimeler olmamasına özen gösteriniz. Kullandığınız
kelimeler sizin kişiliğinizi ve sizin kaleminizi yansıtmalı.
İçerik konusunda da seçici olunuz! Eğer bir sahili tasvir
ediyorsanız, kayaların girintili ve çıkıntılı olduğunu
anlatmanız gerekmez. Veya denizin üzerinden martıların uçtuğunu
bildirmeniz. Doğal olarak yansıyan herşeyi siliniz! Bize
denizin üzerinde dalgalar olduğunu, kumun rengini anlatmayınız.
Anlatılmaya değer ayrıntıları dile getiriniz. Hikayenize anlam
katan, olağanüstü, ilgi çekici, eğlendirici, keyif verici
şeyleri yazınız.
Yazmak kendi şahsiyetinizin ifadesidir. Eğer değer yargılarınız
henüz körelmemişlerse, kaleminizden körelmemiş yazılar çıkarlar.
Herşey bir maksatla başlar. Ne yazmak istediğinizi ilk önce
kendiniz için ortaya çıkarınız, daha sonra nasıl çalışmanız
gerektiğine geçiniz. Mükemmel bir zevk, mükemmel bir sese
benzer, yani Allah vergisidir. Mükemmel bir zevke sahip olmayı
insan belirli bir dereceye kadar zamanla öğrenebilir. Bunu en
iyi şekilde öğrenmek, mükemmel bir zevke sahip yazarları
okumaktan geçer. Unutmayınız, iyi bir zevkin en büyük düşmanı
klişelerdir. VE YAZAR YAZMAYI YAZARKEN ÖĞRENİR.
En
önemli cümle ilk cümlenizdir. Birinci cümleniz ikinci cümleyi
okumaya teşvik etmiyorsa, yazdığınız metin ölüdür. İkinci cümle
üçüncü cümleyi merakla okumaya teşvik etmelidir. Birbirine bağlı
cümleler zincirinde yazar giriş kısmını çekici bir şekilde
meydana getirir.
Duygu ve düşüncelerinizi zayıflatan her kelimeyi atınız:
Örneğin: “biraz”, “şey”, “herhangi”, “bir hayli”, “oldukça”,
“tamamen”, “çok”, “hemen hemen”, “az veya çok”. Bu tür kelimeler
yazdığınız metni sulandırırlar, yazma stilinizi bozar, ikna
kabiliyetinizi zayıflatırlar. Mesela: O gün bayağı dağınıktım,
demeyiniz, veya biraz yorgundum, hafif üzgündüm demeyiniz, veya
herhangi bir şekilde kızgındım. Yorgunduysanız, direk yorgundum
deyiniz, üzgündüyseniz, üzgündüm, kızgındıysanız, kızgındım,
deyiniz. Okuyucu sizi yanlış parayla yakaladığı zaman, daha
sonra söyledikleriniz kendisine yalancık ve sahte gelir.
İnandırıcı olmak yazar için en az bir başbakanın halka karşı
inandırıcı olması kadar çetindir.
Kendi yazma stilinizi keşfedinceye kadar, diğer yazarları
kendinize örnek alabilirsiniz. Bir stili taklit etmek asla yasak
değildir. Herhangi bir sanatı öğreninceye kadar, acemi olan
ustasını taklit edebilir. Bütün büyük sanatkarlar kendilerinden
önce gelen ustaları taklit etmişlerdir. Hiçbir dahi dünyaya dahi
olarak gelmemiştir. Mozart, Bach, Picasso, Michalengelo,
kendilerinden önceki ustaların eserlerini öğrenerek ilerlemiş,
kendi stillerini bulmuşlardır. Yazma sanatı için de bu kural
geçerlidir. Beğendiğiniz yazarların eserlerini yüksek sesle
okuyunuz, onların ses tonunu, dili kullanma biçimini, kişisel
stillerini ruhunuza kayıt ediniz. Daha sonra vakti geldiği zaman
üzerinizdeki yabancı kılıfı atıp, olmak istediğiniz yazar
olabilirsiniz.
Dünyada ebedi değer taşıyan, en ölümsüz seyahat haberlerini
Heinrich Heine ile Johann Wolfgang Goethe yazmışlardır. Büyük
şahsiyetleri ve mükemmel kalemleriyle bu yazarlar içinde
yaşadıkları dönemi, gezip gördükleri yerleri ölümsüz
yapmışlardır. Heinrich Heine ilk önce Almanya içinde geziler
yapmış, daha sonra İngiltere, İtalya ve Fransa’ya seyahatlar
düzenlemiştir. Johann Wolfgang Goethe Avrupa ülkeleri dışında
doğuyu ve uzak doğu ülkelerini ziyaret edip, West-Östlicher
Divan adında mükemmel bir sanat eseri yaratmıştır. Heinrich
Heine Sultanımın yazmış olduğu seyahat haberlerinden birini bu
yazı haricinde Almanca’dan Türkçe’ye çevirip, sayfamda yayına
alacağım.
Şimdi örnek olarak başka bir yazarın edebi değer taşıyan bir
seyahat haberine geçelim. Yazar seyahat haberine nasıl başlamış,
haberi nasıl noktalamış. Aşağıdaki pasajı William Zinsser’in
„Schreiben wie ein Schriftsteller” kitabından Almanca’dan
türkçeye çeviriyorum:
Beni derinden etkileyen olay, Timbuktu’ya geldiğim anda, kumdan
sokaklar oldu. Birden kumun topraktan farklı bir şey olduğunu
kavradım. Her şehir torpaktan sokaklarla başlar, sonradan toprak
üzerine asfalt yapılır, eğer orada oturan halk bellirli bir
refah seviyesine ulaşmayı başarırsa ve kendi yaşam çevresini
fethedebilirse. Fakat kum yenilgi demektir. Kumlu sokaklardan
oluşan bir şehir, uçurumun dibindeki bir şehir demektir.“
Burada beş sade cümle ile yazar bir düşünceyi diğerine eklemiş.
Cümleler birbirine mantıkla bağlı olarak bir bütünlük
içeriyorlar. Ve hemen giriş kısmında yazar seyahat haberini
okumaya teşvik ediyor.
“Zaten bu yüzden de oraya seyahat etmiştim: Timbuktu macera
arayanların hedefidir. Sadece isimlerinin ses tonuyla
seyahatçıları kendine çeken bir düzine yerin arasında – Bali ve
Tahiti, Semerkant ve Fes, Mombaza veya Makao – bunların
hiçbirisi Timbuktu gibi ıssız ve terkedilmiş değildir. Beni en
çok şaşırtan şey, seyahatımdan bahsettiğim birçok insanın
Timbuktu’nun bir yer olduğunu ve gerçekten var olduğunu
bilmemeleriydi. Timbuktu’nun real bir yer olduğunu bilseler
bile, nerede olduğunu hiç kimse bilmiyordu. Kelime olarak
bilinse de – erişilmezi anlatmak için, veya şakıcılara „u”
harfini kafiyelemek için gökten gelen bir armağan gibi ve aşk
sarhoşu bir delikanlının sevdiği kızı kazanmak için dünyanın
sonuna seyahat etmeyi göze alıp, sevdiğine ulaşamamasını dile
getiren bir metafer gibi. Fakat sahiden var olan bir yer olarak
Timbuktu akıllara mutlaka çoktan batmış bir ‘afrika kraliyeti’
olarak yansıyordu, tıpkı Victoriyan keşifçilerinin arayarak
bulamadıkları, Kral Salomon’un olmayan yeraltı hazinesi gibi.“
Buradaki birinci cümle giriş kısmındaki cümlenin devamını
içeriyor. Okuyucunun kaçamak yapması asla mümkün değil. Bu
paragrafta okuyucu yazarın Timbuktu üzerine edindiği bilgileri
sanki yazarla birlikte seyahat ediyormuş gibi ve yazarın
duygularını tamamen paylaşıyor gibi gösteriliyor. Ayrıca da
Timbuktu hakkında enformasyon – keskin veriler, hakikatler
değil, insanın bilmesinde hiç bir zarar taşımayan, sohbet
niteliği taşıyan bilgiler var.
Aşağıdaki pasajda mutlaka bilinmesi gereken enformasyonlara
geçiliyor:
,,Ancak Timbuktu bulunduğunda, çok zor şartlar altında onu
keşfedenler – Şotland’lı Gordon Laing 1826 ve Fransız Rene
Caillie 1828 – kendilerini aldatılmış hissetmiş olmalılardı. Leo
Arfikacanus’un 16. Yüzyılda bahsettiği 100.000 kişilik şehirden
- 20.000 öğrencili ve 180 Kuran okulunun bulunduğu - efsanevi
şehirden hiç bir eser yoktu. Onun yerine dökük saçık yerleşim
alanları ve kerpiçten kulübeler vardı ve şehir bütün efsununu
yitirmişti. Bugüne kadar gelebilmelerini, deve kervanlarının
Saharayı geçmeleri için Tibbuktuyu kavşak olarak kullanmış
olmalarına borçluydular. Afrika’da satılan eşyaların çoğu,
özellikle kuzeyden getirilen tuz ve güneyden getirilen altın,
Timbuktu’da satılıyordu.”
Yer hakkındaki tarihi bilgileri kısa keserek, yazar aşağıdaki
kısımda en önemli noktaya, neden Timbuktu’ya gittiğine geçerek
hikayenin bütünlüğünü sağlıyor:
“Ben Timbuktuya oraya gelecek olan kervanları görmek için
gitmiştim. Ben hem akıllı hem deli olan – bunu henüz
söyleyemesek de –, altı erkek ve kadından biriydim. Bu seyahata
Fransa’da merkezi bulunan, Batı Afrika üzerine kendilerini
Spezialist sayan, bir seyahat acentasının New York Times
gazetesinin Pazar sayısında iki haftalık bir seyahat ilanı
üzerine kayıt yaptırmıştım. (Timbuktu Mali’de bir yer, eskiden
Fransızca konuşulan Sudan’da). Seyahat acentası New York’ta ve
ben herkesten önce orada olmak için Pazartesi sabahı oraya
gitmiştim. Ben alelade sorular sormuş ve alelade cevaplar
almıştım seyahat acentasında. Sarılık aşısı, Kolera aşısı, Sıtma
tabletleri, orada su felan içmemek üzerine ve bir de broşür
almıştım.“
Bu
pasajda yazar seyahat sebebi dışında kendi kişiliğini ve kendi
sesini yansıtıyor. Seyahat haberlerinde yazar seyahat rehberidir
ve okuyucuyu birlikte seyahat etmeye davet eder. Korkularını ve
heyecanlarını birlikte paylaşmak seyahat haberinin esas
konusudur.
„Broşür şöyle başlıyordu: Şansınızı kaçırmayınız, ekstra büyük
heyecan yaşamak için Timbuktu’ya seyahat yerinizi hemen
ayırınız. Bu yıl gerçekleşecek olan Azalayi Tuz Kervanının
gelişine bizzat şahit olunuz. Düşününüz, yüzlerce tuz torbası
taşıyan deve kervanlarını göreceksiniz. Orada yaşayan insanlar
tarafından beyaz altın olarak değerlendirilen tuz kervanları
eski zaman şehri, tanınmış Timbuktu’dan geçip gidecekler. Yarı
şehir, yarı çöl halindeki 7.000 nüfuslu bir yerden. Rengarenk
kıyafetli göçebeler kervanlarıyla 1000 kilometre yolu Sahara’da
geride bırakıp, yorucu yolculuğun sonunda açık hava altında
yerli halk danslarıyla bir eğlence sunacaklar. Ve siz büyük bir
çöl çadırı altında yerli Afrika kabile resileri tarafından
karşılanacaksınız!“
Farkettiğiniz gibi burada anlatılanlar sadece seyahat acentası
tarafından verilen sözler değil, tam süperlatif bir reklam
kampanyası. Şimdi seyahatın devamına bir bakalım:
„Bu tür seyahatlar tam bana göreydiler. Bu açıklamalar ve
reklamlar beni açmasa da, eşimin ve diğer dört kişinin zevkine
uygun bir seyahattı. Yaşımız ortalama olarak hayatın ortasını
geçmişti, hatta bazılarımız yemeğini tekerler üzerinden
ısmarlayan yaşlılardan sayılırdık. İçimizden beş kişi
Manhatten’de oturuyordu, sadece birisi Maryland’dan gelen dul
bir kadındı. Hepimizi birbirine bağlayan nokta, tatil yerimizi
Allah’ın unuttuğu bir yerde, uçurumun dibinde aramış olmamızdı.
Venedig veya Versailles şimdiye kadar yaptığımız seyahatlarda
konuşma konusu bile olmamıştı, ne de Marakeş, Luksor veya Çiang
Mai. Ancak Buton ve Borneo, Tibet, Yemen ve diğer baharat
adaları seyahat ettiğimiz yerler arasındaydı. Ama şimdi „Allah´a
şükür!„ ta Timbuktu’ya kadar gelmeyi başarmıştık. Ve deve
kervanlarımız gelmek üzereydiler.“
Yazar seyahat eden kişilerin yaşlarını direk 50-60 olarak
yazabilirdi, fakat o zaman yazdığı cümle bu şekilde yerine
oturmazdı. Seçtiğiniz kelimeler yazdığınız habere tuz biber gibi
olmalıdır. Diliniz ne fazla abartılı, ne de fazla basit
olmalıdır. Bu girişi yapabilmek için yazar tam bir saat zaman
ayırmış. Şimdi seyahat haberini kesmeden devam ediyorum:
„Timbuktu’ya gelebilmek için New York üzerinden Abican’a uçtuk.
Oradan başka bir uçakla kuzey sınırında yer alan Mali’nin
Başkenti olan Bamako’ya uçtuk. Mali’yi diğer Arfika
sahillerinden ayıran nokta yeşil sahaların hiç olmayışı, güney
kısmını Nijer nehri suluyor, kuzeyi ise uçsuz bucaksız çöl.
Timbuktu Sahara’dan kuzeye seyahat edenler için en son stop
noktası – haftalarca yaşanan susuzluk ve yorgunluktan sonra
ufuklarda hasretle beklenen bir parça toprak.
Hiç birimiz Mali üzerine fazla bilgi sahibi değildik ve bizi
orada nelerin beklediğini bilmiyorduk. Bildiğimiz tek şey
Timbuktu’dan geçecek olan, tuz taşıyan deve kervanlarıydı, bütün
düşüncelerimiz bu konu üzerine yoğunlaşıyordu. Oraya varmak için
geçtiğimiz yerler üzerine fazla düşünce sarfetmiyorduk.
Seyahatımızın bu denli büyüleyici olacağını hiç düşünmemiştik.
Mali renkler içinde banyo ediyordu: güzel bezlerle bezenmiş,
süslenmiş insanlar, bezlerde ilginç ve etkileyici motifler,
Sebze ve pırıl pırıl meyve dolu pazar yerleri ve gülüşü günlük
bir mucize olan çocuklar… Korkunç derecede fakir olan Mali insan
bakımından çok zengindi. Ağaçlara bürünmüş Bamako bütün gücümüzü
ve güvenimizi arttırıyordu.
Ertesi gün sabah erkenden kalkmış olarak on saat boyunca bir
minibüsle yolculuğumuza devam ettik. Minübüs bekli de daha iyi
zamanlar görmüştü, ancak çok fazla da değil. Minübüsle kutsal
şehir Djenne’ye, Timbuktu’dan daha eski ve her konuda, şan ve
şöhrette Timbuktu’yla yarışan bir ortaçağ ticaret merkezine,
Nijer’de islam bilimleri merkezine gittik. Bugün Dejene şehrine
sadece küçük bir vapurla ulaşılabiliyor. Arabamız bizi karanlık
çökmeden gideceğimiz yere ulaştırmak için, kötü ve yarık
sokaklardan atlaya zıplaya geçerken, kerpiçten yapılma camiinin
minareleri her an bize uzak görünen, minare uçlarıyla sanki
bizimle alay eder gibiydi. Sonunda oraya vardığımızda, cami
sanki sahilde çocuklar tarafından yapılmış bir kum kulesine
benziyordu. Cami yapısına mühendislerin Sudan stili inşaat
şekli dediklerini duyduk, sonradan. Yani çocuklar sahilde Sudan
stilinde inşaat yapmışlar farkında olmadan. Gün batışında
Djene’de pazarda vakit geçirmeyi çok hoş ve eğlenceli bulmuştuk.
Öteki günlerimiz de daha az etkileyici değildiler. Bir günümüzü
Dogon´lara gidip, gelmeye harcamıştık. Dogon´lar yabancıların
kolay kolay gidemediği rampa bir kayalığın üzerinde
yaşıyorlardı. Antropologlar bu kavmin insanlarını vahşi
kültürleri ve astronomik bilgileriyle tanıyorlardı.
Sanatseverler ise onların kendine özel maskeleri ve
heykelleriyle tanıyorlar. Birkaç saatin içinde o insanların
köylerine çıkarken, bir maske dansına tanık olmuştuk ve o insan
cemiyetine kısacık bir göz attığımızda, hiç de geri kalmış
olduklarını sanmadık. Diğer günümüzü Mopte’de, Nijer nehri
yakınlarında nabız atan bir çarşı şehrinde, geçirdik. Şehir çok
hoşumuza gittiği halde, gezimize çok az zaman ayırmıştık. Ancak
bizim ondan daha mühim bir işimiz vardı, Timbuktuda buluşacaktık
ve bizi oraya götürmek için bir uçak kalkış yapmayı bekliyordu.
Tarih verme günü beni seyahat acentasındayken şüpheye
düşürmüştü. Oradaki şefe: „Tuz kervanının Aralık ayının 2. günü
gerçekten geleceğinden nasıl emin olabilirsiniz?“, diye sordum.
Çölde kervan süren göçebeler benim bir memur gibi dakiklik
anlayışıma ille de uymak zorunda değiller, herhalde. Eşim benim
pozitif görüş açımı paylaşmasa da, doğal güçler, kervanlar,
seyahat acentaları konularında kendinden emin olarak, „biz
Timbuktu’ya gidinceye kadar Tuz kervanı muhakkak gelip, çoktan
gitmiş olacaktır”, dedi. “Veya daha büyük olasılıkla orada
yaşayan hiç kimse Tuz kervanını belki de hiç duymamıştır”.
Seyahat acentasında çalışan kadın beni süzerek ve bana
yukarıdan, alaylı bir şekilde bakarak, şunları söyledi:
„Biz kervanla her an bağlantıdayız. Biz çöle takipçi yolluyoruz.
Onlar bize kervanın birkaç gün gecikeceğini bildirdikleri
takdirde, biz hemen Mali programınızı ona göre ayarlıyoruz.“
Kadının konuşması bana inandırıcı geldi. Tabi ben pozitif
düşünceli bir insan olduğumdan, kadına inanmak zorundaydım. Ve
şu anda Lindbergh’den çok daha büyük olan bir uçağın içindeydim,
kuzeye Timbuktu’ya doğru verimsiz torpaklar ve bölgeler
üzerinden uçuyorduk, sanki orada asla insanlar yaşamamışlardı.
Aynı zamanda yüzlerce deve kervanı tuz torbalarıyla güneye doğru,
benimle buluşmaya gidiyorlardı. Ve
kabile reisleri çöl çadırlarında beni nasıl eğlendirecekleri
konusunda kara kara düşünüyorlardı.
Pilotumuz Timbuktu üzerinden daireler çizerek uçuyordu, bize bu
uzun seyahatı daha iyi değerlendirmek ve her yeri güzelce
görebilmemiz için. Ve biz içinde kimseciklerin oturmadığı
düzensiz bir kerpiç yığınını yukarıdan seyrediyorduk. Büyük bir
olasılıkla orada hiç kimse yaşamıyordu, çünkü şehir aşağıda ölü
gibi duruyordu. Doyumsuz Sahara, bir kuşak gibi tüm Arfikayı
kuru bir çöle çevirmiş ve Timbuktu üzerinden çoktan geçmişti ve
şehri kendi haline bırakmıştı. İçimde korkuyla dolu bir titreme
başlamıştı, böylesine terkedilmiş bir yerde asla uçaktan inmek
istemeyecektim.
Hava alanında bizi seyahat rehberimiz, Taureg’den gelen Muhammed
Ali karşılamıştı. Bizim için onun yüzünü görmek büyük bir
teselliydi. Bu Sahara olsa olsa Tuareglere ait bir yerdi, bir
berber kavmine, ne Araplara ne de Fransızlara boyun eğen, çölün
içlerine kadar giren bir insan kavmi. Muhammed Ali, üzerinde
Tuareglere ait bir yerli mavi elbiseyle, koyu teniyle ve zekice
yüzüyle biraz Arapçaya çalan konuşma şekliyle ve düzgün
yürüyüşüyle kendine özgü bir karakter taşıyordu. Çocukken
babasıyla birlikte Hacca, Mekke’ye gitmiş, (Bir çok Tuaregli
müslüman olmuş), Arap Yarımadasında ve Mısır’da yedi yıl
geçirmiş, orada İngilizce, Fransızca ve Arapça öğrenmiş.
(....)
Azalai Oteline geldiğimizde, bizden başka otelde kimsecikler
yoktu. Muhammed Ali’ye kaç turistin Timbuktu’da tuz kervanını
selamlayacağını, sorduk.
-
„Altı kişi“,
dedi. „Siz“.
-
„Ama“,
-
cümlemin sonunu getirmeye içimdeki duygular engel oldu.
„Anlamadığım nokta Azalai ne demek? Kervanın adı neden Azalai
Tuz Kervanı”, diye devam ettim konuşmaya.
-
“Fansızlar kervana bu adı
vermişler.“ dedi, kervan turunu organize ederlerken; kervanlar
eskiden yılda bir kez Aralık ayında bu turu yaparlardı.
-
“Bugün nasıl yürüyor?“
dedik hep bir ağızdan.
-
Mali bağımsızlığını ilan
ettikten beri tüccarlar tuzlarını diledikleri zamanda
getiriyorlar.“
Mali bağımsızlığını 1960 yılında kazanmıştı. Ve biz Timbuktu’ya
bir olay için gelmiştik, 27 yıldır gerçekleşmeyen bir Kervan
turu, yani. : )”
Bu
son cümle hikayeyi bir bomba gibi patlatıyor. Yazar hiç
okuyucuya sezdirmeden mizah kullanıyor. Dikkatli okunduğunda
Timbuktu seyahati yazarın sohbet niyetiyle yazdığı bir seyahat
haberi olduğu ve yazarın kendine özgü bir yazma stili olduğu
anlaşılıyor.
“Eşim ve diğer arkadaşlar bu olaya hiç şaşırmamışlardı. Hepimiz
istifimizi bozmamaya çalıştık. (...) Muhammed Ali’nin bize
Seyahat acentası tarafından verilen sözlerden hiç haberi yoktu.
Bildiği tek şey, bize bir kervan alayını göstermek için
görevlendirildiği ve ertesi gün bizimle birlikte yola çıkıp, bir
kervan arayacağıydı ve o gece Sahara’da geceleyecektik. ‘Normal
olarak, Aralık ayı başında kervanların gelme zamanıdır’, dedi.
Kabile reisinin çadırı üzerine hiçbir şey söylemedi. (...)
Çölü ortalayarak arabamızla gidiyorduk. Çöl uçsuz bucaksız
kahverengi bir örtü gibiydi, hiçbir iz veya yol gözükmüyordu. O
anda içimden bir ses bizim uçurumun ucunda olduğumuzu
hissettiriyordu. Kendi kendime: “Biz deliyiz galiba. Sahi, biz
burada ne arıyoruz?” Ancak burada ne yaptığımızı pekala
biliyordum. (...) Muhammed Ali’ye sorduk, ne zaman kervan
alayını göreceğiz.
„Üç
dört saatten fazla sürmez”, dedi Muhammed Ali. (...)
Birden şoför sola dönerek sert fren yapıp, durdu. ‘Develer!’
dedi. Ben şehirli gözlerimi zorladım, fakat bir şey yoktu
görünürde. Sonra çok uzaklarda birşeyler göründü. Yaklaşık kırk
elli deve temkinli adımlarla Timbuktu’dan salınarak geçiyordu.
(...) Biz deve kervanına yüz metre kadar yaklaştık. Muhammed
bize develerin çok hassas hayvanlar olduklarını ve en ufak şeyde
ürkeceklerini anlattı. Panik yaratmamak için kervanı uzaktan
seyrettik. Muhammed kervanların geceleyin caddeler boş olduğu
vakit şehire girdiklerini ve tuz torbalarının develerden
indirildiğini anlattı. Muzafferane kervan geçiti işte bu
kadardı.
Develer birbirlerine iplerle bağlıydılar ve uygunadım
yürüyorlardı – dalgalanan ritimleriyle develer bir Televizyon
balesini anımsatıyorlardı. Her deve dört tuz torbası taşıyordu,
iki torba bu tarafta, ikişer torba diğer tarafta. (...) Biz
kumlarda oturmuş kervan geçitini seyrediyorduk, son deve çölde
yok oluncaya kadar gözlerimizi develerden ayırmadık.“
Hiç farkında olmadan dört saat vakit geçmişti, sanki başka bir
zaman dilimine girmiştik - Sahara zamanı. Ve güneş ufuklarda
batarken Roverimize binip, Saharanın içinden kalacağımız çadıra
gidecektik. Çölde her yer aynı manzarayı taşıyordu. Sonra
Muhammed Ali’nin çadır dediği yere geldiğimizde, çadıra benzer
hiçbir şey yoktu. Sadece bir ağaç vardı ve altında her tarafı
siyah örtülerle kapalı Beduin kadınları oturuyordu. Muhammed Ali
bizi onların yanına bırakıp, gitti. (...)
Orada piknik yaptık ve sonra uyuduk. Ertesi gün uyandığımızda
yanımdaki kumlarda hayvan ayak izleri gördüm. Muhammed Ali, bu
ayak izlerinin bir çakkala ait olduğunu söyledi. Çakkal
geceleyin gelip, bizim yere attığımız tavuk kemikleri ve et
kırıntılarını yemiş. Yediğimiz tavuğu düşünürsem, epey artık
bırakmıştık. Ama ben hiç bir şey duymadım. Çünkü çok derin bir
rüyaya dalmıştım, rüyamda kendimi Lawrence von Arabien olarak
görmekteydim.“
SON
...............................
Timbuktu’ya belki hiç kimse gitmemiştir, ama Almanya’dan
Türkiye’ye veya Türkiye’nin içinde herhangi bir yere her insan
seyahat etmiştir. 1970-1980’li yıllarda Almanya’da yaşayan
Türklerin hepsi arabayla 4.000 kilometrelik yollar kathederek
Türkiye’ye izine giderlerdi. O zamanlar uçakla Türkiye’ye gitmek
henüz moda haline gelmemişti. Haziran ve Ağustos aylarında
Türkiye’ye giden izincileri otobahnlarda bayrak gibi herkes
farkediyordu. Çingene usulü valizleri ve torbaları arabaların
üzerine yükleyip, Avusturya, Yugoslavya ve Bulgaristan yolu
üzerinden vatanlarına giderlerdi. Yanlarında akrabalarını memnun
edemeyecek kadar hediye götürürlerdi. Birçoğu bütün yıl
biriktirdiği parayla yolculuğa çıkar, yollarda soyguncular
tarafından soyulurlardı. Üç gün, üç gece hiç bir yerde durmadan
araba sürmek neredeyse mümkün değildi. O yüzden her yerde mola
vermek, biraz dinlenip, yoluna devam etmek büyük ustalık
gerektiriyordu. Özellikle Yugoslavya ve Bulgaristan ülkelerinde
transit geçmek gerekiyordu, bu devletlerde polisin kendisi
soygunculuk yapardı. Yolda trafik işaretlerine uygun olarak
araba sürenler durdurulur, ellerinden ehliyet ve pasaportları
alınır, cezalar kesilirdi. Türkiye’ye arabayla gitmek heyecan
dolu bir macera olurdu. Yollarda kazayla ölenlerin sayısı
belirsizdi, her yıl yüzlerce insan yollarda hayatını veya
elindeki varını yoğunu kaybederek geri dönerdi.
Umarım bu yazıyı okuduktan sonra, yazmayı bilen herkes kendi
seyahatları üzerine birbirinden güzel seyahat haberleri yazar,
yayınlarlar.
Not.: Almanca bilenlerin Heinrich Heine’nin: ‘Denn das Meer ist
meine Seele. Reisebilder, Prosa und Dramen’. Artemis & Winkler
Verlag ve Johann Wolfgang Goethe’nin: ‘Gesammelte Werke in
sieben Bänden, (Hrsg. Bernt von Heiseler, C. Bertelsmann
Verlag.) mutlaka okumalarını tavsiye ederim.
NURAY
LALE, Eğitim ve
Sağlık Bilimcisi
lalenuray@yahoo.de
Bielefeld
-
10.10.2005
|