Yağız atlar kişnedi,meşin kırbaç şakladı
Bir dakika araba yerinde durakladı.
Neden sonra sarsılsı altımda demir yaylar,
Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar...
Gidiyorum,gurbeti gönlümle duya duya,
Ulukışla yolundan orta Anadolu'ya
İlk sevgiye benzeyen ilk acı,ilk ayrılık
Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık,
Gök sarı,toprak sarı,çıplak ağaçlar sarı...
Arkada zincirlenen yüksek toros dağları,
Önde uzun bir kışın söldürdüğü etekler,
Sonra dönen,dönerken inleyen tekerlekler...
Ellerim takılırken rüzgarların saçına
Asıldı arabamız bir dağın yamacına,
Her tarafta sessizlik,her tarafta ıssızlık,
Bu ıslakla uzayan,dönen kıvrılan yollar.
Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar
Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu.
Gökler bulutlanıyor,rüzgar serinliyordu.
Serpilmeye başladı bir rüzgar ince ince,
Son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince
Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi
Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi
Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine
Yol, hep yol,daima yol...bitmiyor düzlük yine.
Ne civarda bir köy var,ne bir evin hayali
Sonunda Adem'dir diyor insana yolun hali.
Arasıra geçiyor bir atlı,iki yayan
Bozuk düzen taşların üstünde tıkırdıyan
Tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor,
Uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor...
Kendimi kaptırarak tekerleğin sesine
Uzanmış kalmışım yaylının şiltesine,
Bir sarsıntı...uyandım uzun süren uykudan;
Gidiyordu araba yola benzer bir sudan
Karşıda hisar gibi Niğde yükseliyordu,
Sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu;
Ağır ağır önümden geçti deve kervanı,
Bir beldede göründü beldenin viran hanı.
Alaca bir karanlık sarmadayken heryeri
Atlarımız çözüldü,girdik handan içeri.
Bir deva bulmak için bağrındaki yaraya
Toplanmıştı garipler şimdi kervan saraya.
Bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı
Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı,
Bir pırıltı gördümü gözler hemen dalıyor,
Göğüsler çekilerek nefesler daralıyor.
Şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı
Her yüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı,
Gitgide birer ayet gibi derinleştiler
Yüzlerdeki çizgiler,gözlerdeki çizgiler...
Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı,
Üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı;
Fani bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler,
Aygın baygın maniler,açık saçık resimler...
Uykuya varmak için bu hazin günde,erken,
Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken
Birdenbire kıpkızıl bir kaç satırla yandı;
Bu dört mısra değil,sanki dört damla kandı
Ben garip çizgilere uğraşırken başbaşa
Rastlamıştım duvarda bir şair arkadaşa;
* On yıldır ayrıyım Kınadağı'ndan
  Baba ocağından yar kucağından
  Bir çiçek dermeden sevgi bağından
  Huduttan huduta atılmışım ben *
Altındada bir tarih.Sekiz mart otuz yedi...
Gözüm imza yerinde başka ad görmedi.
Artık bahtın açıktır uzun etme arkadaş,
Ne hudut kaldı bu gün,ne askerlik,ne savaş;
Araya gitti diye içlenme baharına,
Huduttan götürdüğün şan yetişir yarına.
Ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk
Soğuk bir mart sabahı...Buz tutuyor her soluk
Ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri
Arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri
Bulutların ardında gün yanmadan sönüyor,
Höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor...
Yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar,
Bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar
Biz bu sonsuz yollarda varıyoz,gitgide,
İki dağ ortasında boğulan bir geçide.
Sanki bir poyraz beni titretirken içimden
Geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden
Ardımda kalan yerler anlaşırken baharla
Önümdeki arazi örtülü şimdi karla
Bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu
Burada son fırtına son dalı kırıyordu
Yaylımız tüketirken yolları aynı hızla
Savrulmaya başladı karlar etrafımızda
Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü;
Kar değil,gökyüzünden yağan beyaz ölümdü...
Gönlümde can verirken köye varmak emeli
Arabacı haykırdı * İşte Araplıbeli *
Allah yardımcı olsun gayrı yolda kalana
Biz menzile vararak atları çektik hana.
Bizden evvel buraya inen üç dört arkadaş
Kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş
Çıtırdayan çalılar dört cana can katıyor
Kimi haydut kimi kurt masalı anlatıyor.
Gözlerime çökerken ağır uyku sisleri
Çiçekliyor duvarı ocağın akisleri
Bu akisle duvarda çizgiler beliriyor
Kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor
* Gönlümü çeksede yarin hayali
  Aşmaya kudretim yetmez cibali
  Yolcuyum bir kuru yaprak misali
  Rüzgarın önüne katılmışım ben *
Sabahleyin gökyüzü parlak,ufuk açıktı
Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı
Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde
Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde
Uzun bir yolculuktan sonra İncesu'daydık
Bir han yorgun argın tatlı bir uykudaydık
Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım.
Baş ucumda gördüğüm şu satırlarla yandım
* Garibim namıma Kerem diyorlar
  Aslı'mı el almış haram diyorlar
  Hastayım derdime verem diyorelar
  Maraşlı Şeyhoğlu Satılmışım ben *
Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında
Korkarım yaya kaldın bu gurbet çıkmazında
Ey Maraşlı Şeyhoğlu,evliyalar adağı
Bahtına lanet olsun aşmadıysan bu dağı
Az değildir,varmadan senin gibi yurduna
Post verenler yabanın haydutuna kurduna
Arabamız tutarken Erciyes'in yolunu
Hancı dedim bildinmi Maraşlı Şeyhoğlunu?
Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,
Dedi,hana sağ indi ölü çıktı geçende
Yaşaran gözlerimde artık herşey değişti
Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti...
Gönlümü Maraşlı'nın yaktı kara haberi.
Aradan yıllar geçti işte o günden beri
Ne zaman yolda bir han,rastlasam irkilirim,
Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim
Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar
Dönmeyen yolculara ağlayan yaşlı yollar
Ey garip çizgilerle dolu han duvarları
Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları...

Faruk Nafiz Çamlıbel

İstanbul - 31.07.2001
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail