ir
Asya ülkesi olan Japonya’nın ekonomik kalınma modeli, yirminci yüzyılın
son çeyreğinde hayretle izlenirken, üzerinde birçok bilimsel araştırma
yapılmış, akademisyen, ekonomist ve
siyasetçiler için birer tez konusu olmuştur. Ayrıca çok sayıda
kitap yayımlanarak “Japon mucizesi” olarak adlandırılan kalkınma
modelinin detayları incelenmiştir. Konunun en hararetli olduğu dönemlerde,
çoğu Türk köşe yazarı da görüşlerini dile getirmiş ve genel olarak
araştırma eksikliğinden dolayı Japon modelinin bizim için de tek çözüm
olduğunu ileri sürenler olmuştur. Avrupa’yla ilişkilerin kötüleştiği
dönemlerde, yine Japonya ile kurulacak bağlantılar ve bu modelin Türkiye’ye
uygulanması tartşılmaya başlanmıştır.
Acaba gerçekten Japonların kalkınırken
uyguladığı stratejiler, toplum düzeni, şirket sistemi bizim değerlerimizle
örtüşüyor mu? Yazımızda çeşitli örneklemelerle bu noktayı ele
alacağız.
Tarih
sürecinde siyasi anlamda Japon ve Türk toplumları arasındaki
benzerliği Yazar Yaşar Nabi, Varlık (Mart,1971) dergisinde şöyle
dile getirmiştir:
“Japon
imparatorluğu da tıpkı Osmanlı imparatorluğu gibi, uzun yüzyıllar,
Batı'ya, Batı zihniyet ve kültürüne sıkı sıkıya kapalı tutulan bir
rejimle yönetilmişti. Her ikisi de Batıya yenilerek birer yarı sömürge
dönemi yaşamışlar, sonra ulusal bağımsızlıklarını kazanabilmişlerdir.
Bu tarihsel süreçte iki toplum arasında bir paralellik vardır. Bundan
sonrası değişik bir doğrultuda gelişmiştir. Japonya İkinci Dünya
Savaşı’na girmiş ve yenilmiştir, Türkiye girmemiştir. Bununla
birlikte her ikisi de, biri zorunlu, öteki ihtiyarî olmak üzere,
Amerika’nın himayesi altına girmekle, durumlarına bir paralellik daha
katmışlardır. Ancak bu himaye döneminde – ki günümüze kadar uzar -
iki ulusun kaderleri arasında bir benzerlik bulmak güçtür.
Japonya da Türkiye gibi çağdaş uygarlık düzeyine
girmeye karar vermiş, her iki ulus
da gene Amerika’nın etkisi altında demokrasi düzenini kabul etmişlerdir.
Ancak, bu düzene girer girmez , bizde uygarlık ve bilim düşmanı
gericiler, çıkarcı politikacılar ve işadamlarıyla el ele vererek
ulusal çıkarlara aykırı bir tutum benimserken, dini olmaktan çok ulusal
gelenekçi olan, böyle çağdışı bir tutuma sürüklenmeyen Japonlar,
tam bir ulusal birlik havası içinde el ele bugünkü büyük ve refahlı
Japonya’nın inşası işine girişmişlerdir. Savaştan hiçbir yıkıntıya
uğramadan çıkmak gibi bulunmaz bir nimetten yararlanan Türkiye,
demokrasi düzeninde geriye çeken güçlerin etkisi altında manda adımlariyle
yol alırken sağlam bir akıl ve ahlâk yapısına
sahip olan Japonlar, baştan başa yıkılmış, ağır tazminatlar ödemeye mahkum edilmiş yurtlarını yirmi beş
yıl içinde dünyanın en zengin ve ileri ülkelerinden biri haline
getirmeyi başarmışlardır. İşte bu son dönemdeki gelişmelerin seyri
de Japonya için yerinde ve geçerli olan liberal sistemin bize örnek
olamayacağı sonucunu ortaya koyar.”
Japonya’nın
yakın tarihinde iki dönüm noktasından söz edilir.Birincisi 1800 yıllarında
olan Meiji devrimi, ikincisi 2. Dünya savaşı.
Meiji
dönemiyle, batıda gelişen teknoloji devrimini yakalamak için ilk
sanayileşme hareketleri başlamış ve ikinci dünya savaşına kadar devam
etmiştir. Şu bir gerçek ki, bu süreçte Japonya, batının kültür ve
medeniyetini değil, bilim ve teknolojisini örnek almıştır. Ancak ikinci
dünya savaşını kaybedince Amerikan Askeri birlikleri tarafından işgâl
edilen ülkenin her tarafında
Amerikan kışlaları kurulmuştur.
Amerika’ya
karşı savaşı kaybeden Japonya için, artık bu ülkenin kültüründen
etkilenmemek imkânsız hâle gelmiş, özellikle 1970’li yıllarda her
tarafı Mcdonalds’lar 7Eleven Shop’lar kaplamıştır. Bu süreçte
Japon dili de İngilizce’den giren yabancı sözcüklerle dolmuştur. Yine
de Japonlara göre, Amerikan kültürü ve etkileri Japon kültürünü değiştirmemiş,
sadece sosyal yaşantıdaki boşlukları doldurmuştur. Çünkü bütün bu
gelişmelere karşı Japonlar, kendi kültürlerinden de asla taviz vermemişlerdir.
Peki,
ama Japonya nasıl kalkınmıştır?
Bunu
açıklarken sayısız kriter ele alınabilir, fakat temelinde incelediğimizde
Japon kalkınması şöyle bir seyir izlemiştir:
İlk
teknolojik gelişmelerin başladığı 1868 yılından 1912 yılına kadar
batı malları ülkeye girmiş, özellikle askeri alanda teknoloji geliştirilmiştir.
Bu dönemde, Japon denizaltıları ve gemilerinin kalitesi büyük gelişmeler
kaydetmiştir. Birinci Dünya Savaşında İngiltere’nin yanında yer alan
Japonya savaşı kazanmış, Asya’da güçlü bir orduya sahip devlet
konumuna gelmiştir. İkinci dünya savaşına kadar yine askeri alandaki
gelişme devam etmiş, Japonlar gemi ve denizaltı teknolojilerinde
sağladıkları gelişmeyi, nükleer silah ve uçaklarda da göstermişler,İkinci
dünya savaşında bu uçaklar Amerikalıların korkulu rüyası haline
gelmiştir.
Japonya’nın
bugünkü sivil teknolojik gelişmesi, temellerini bu tarihi dönemeçten alır.
İkinci dünya savaşını kaybeden Japonya için ordu kurmak ve silahlanmak
Amerika tarafından yasaklanmıştır. Zaten taş taş üstünde kalmayan ülkede
bu askeri teknoloji sivil hayata taşınmış ve sivil şirketler, eski
Japon ordu düzeninde örgütlenmeye başlamıştır. Günümüzdeki
Japonya’nın yapısını işte bu şirketler oluşturmuştur. Mesela, bugünkü
Mitsubishi, aslında Japon donanmasına gemi yapan bir kurum iken, sivilleşmeyle
birlikte teknolojisini geliştirip satan bir şirket konumuna gelmiştir.
Benzer bir örnek olan Nikon da aslında Japon ordusuna dürbün, denizaltı
periskoplarını ve benzer teçhizatı sağlamaktaydı. Temelini askeri endüstriden
alan ve bugün karşımıza marka olarak çıkan daha birçok Japon şirketi
vardır.
Şirketlerdeki
ikinci tür yapılaşma ise şöyle gelişmiştir:
Japonya’daki
eski köyler bizim köylere benzer, halk arasında büyük birlik ve dayanışma
vardır. Kalkınma sürecinde olan Japonya’da
köylerin durumu içler acısıydı, askeri alanda gelişen
teknoloji, sivil halka ve köylere bir katkı sağlamadığından, ilkel
aletlerle ile zanaat yapılıyordu. İşte Japon endüstrisi bu işyerlerinde
dünyaya gözlerini açtı. Son derece açıkgöz (ama dürüst) ve zeki
ustalar, büyük endüstri ülkelerinin ürünlerini ithal edip bunları parçalarına
ayırarak nasıl yapıldığına baktılar ve benzerlerini asıllarından çok
daha fazla emek harcayarak meydana getirdiler.
Bizde
asırlardır süregelmiş el sanayi, Avrupa mallarının ucuzluğu ve üstünlüğü
karşısında çöküp giderken, Japonlar yeni karşılaştıkları ve öğrendikleri
makine endüstrisini yaratmaya dört elle sarıldılar. Kısa bir zamanda bu
ilkel endüstri yuvalarında yapılan mallar, sırf el emeğinin ucuzluğu
ve kârın azlığı yüzünden birçok ileri sanayi ülkesinde damping
piyasası yaratmayı başardı. O yıllarda Japon malı bisikletler,
oyuncaklar, türlü aletler akıl durduracak ucuzlukta satılıyordu Avrupa
ve Amerika pazarlarında.
Japonları
diğer Asya ülkelerinden ayıran nokta, bu ülkelerin genelde sömürge altındayken,
Japonların ilk defa kendileri için çalışan bir ülke haline gelmesiydi.
Kazançlar, yatırıma dönüşüyor ve halkın yaşam düzeyinde bir gelişme
olmazken, her şey sanki sanayinin kalkınmasına adanmış gibi
ilerliyordu. Bunun doğal sonucu olarak da halk için daha fazla iş imkânı
doğuyor ve işsizlik azalıyordu, ekonomide ise üretimin artmasıyla, ihracat – ithalat
dengesi sağlanmaya başlamıştı. Japonlar üretmek zorundaydı, zira nüfus
hızla artıyor ve zaten tarıma elverişli olmayan ülkede temel gıda
ihtiyaçlarını karşılamak için dışa bağımlılık da artıyordu.
Bu
süreç Japonlar için çok sıkıntılı ve sancılı olmuştur; zira her
şey, çalışmak üzerine kurulmuştur. Ne var ki, bu kalkınma döneminde
özel sektör, bilinçli devlet kurumu gibi davranmıştır. Bizdeki gibi
vergi kaçırmayı, servet teşhirini ve çalışanların boğazından
kesilmiş milyonları gösteriş için savurmayı marifet sayan bir
zihniyet, Japon endüstrisinin genel kuralı olmamıştır.
Köyden kalkınan Japon endüstrisi, kısa sürede bütün dünyada
tanınan markalar haline gelmiştir. Honda, Toyota, Bridgestone, bunlara örnek
olarak gösterilebilir.
Bu
arada şu gerçeği de göz ardı etmemek gerekir: Japonlar millet olarak asırlar
boyu dışarıdan karışıma uğramamış bir gen havuzuna sahiptirler. Diğer
bir ifadeyle, değişik ırkların karışımı söz konusu değildir, bunun
sosyal sonucu ise, aynı düşünce yapısını paylaşan, aynı şekilde
davranan, tek tip insan modeli denilen bir toplumun var olmasıdır. Bu,
netice olarak birlik, beraberlik, takım çalışması gibi kavramların
gelişmesine sebep olurken aynı etnik, yani genetik yapıya sahip olan
insanların arasında siyasi ve toplumsal uzlaşmanın hep var
olması sonucunu doğurmuştur. Bir Japon Profesör, bu konudaki görüşünü
şöyle dile getirmişti; “Japonlar kişisel olarak ‘ben’ diyemezler,
onun yerine ‘biz’ derler, hep bir gruba ait olmak isterler. Bilim alanında
büyük kişisel çalışma pek
çıkmaz Japonlar arasından, onun yerine takım çalışmasının sonucu
olan uygulamalı bilimler ve teknoloji açasından iyi çalışmalar söz
konusudur.”
Bu
nedenle, Japonya’da temel bilimler, fizik, kimya, biyoloji alanında Nobel
ödüllü çok az sayıda çalışma varken, teknoloji harikası çalışmalar
batıyı da geride bırakmaktadır.
Söz
konusu olan Japon kimliğini bizim yapımızla karşılaştırdığımızda
Türklerden farklı olan yönleri hemen ortaya çıkmaktadır. Yaklaşık
bin yıldır Anadolu’da yaşayan biz Türkler için Japonlar gibi tek
renk, tek ırk, tek genetik yapı gibi kavramlar söz konusu değildir.
Tarihsel süreçte, özellikle Anadolu’nun konumundan dolayı farklı
milletlerle kaynaşmamızın neticesi olarak çok renkli bir genetik havuza
sahip olmuşuz. Sosyal planda bunun getirileri ise çok çeşitli düşünce,
kültür ve etnik yapıdan müteşekkil bir toplum olmamız ve artık
“biz” kavramının yok olup
onun yerine “ben” diyenlerin sayısının artmasıdır. Böyle değişik
toplumsal yapılara sahip olan iki milletin her ne kadar tarih sürecinde
kaderlerinde belli bir paralellik söz konusu ise de, farklılıkların çok
daha fazla olduğu açıktır. Dolayısıyla, gelişimimizi devam ettirirken
bizim için geçerli olan ve kendi ihtiyaçlarımıza uygun bir kalkınma
modelini ulusal bilinçle bulup gerçekleştirmemiz gerekmektedir.
Ahmet F. Yüksel
& Turhan Doğan
İstanbul
- 09.7.2000
http://afyuksel.com
Referanslar
Varlık
Dergisi 1 Mart 1971
|