KELAM PRENSLİĞİ/PRENSESLİĞİ SANATI
1. BÖLÜM

“Şiir yazan devlet reislerini biliyoruz; fakat devlet reisliği yapan şairler görmedik. Bizim yekpare ve esasların esasına bağlı dünya görüşümüzde şair ve san’atkar, devlet reisi olması asla şart olmayan, fakat icabında en yüksek devlet reisini kendi kadrosu içinden çıkarınca kimsenin hayret ve istiğraba düşmesi gerekmeyen bir hüviyet ve şahsiyettir. Bu hüviyet ve şahsiyet içinde şair, evinin, kılığının, sokağının nizamından, insan, cemiyet ve her türlü dünya nizamına kadar bütün merkezleriyle hayatı kucaklayıcı bir kürsü sahibidir.“  (Necip Fazıl Kısakürek) 

ŞİİR NEDİR?

Bu makalede sizlere şairlerimizin kaleminden şiirin tariflerini sunacağım. Şiir kitaplarından ve şiir antolojilerinden Türk Şairlerinin şiire bakış açılarını kendi tecrübeleri çerçevesinde ele alacağım. (Belki bazı yeni şairlerimiz bu kitaplardaki bilgilere erişememişlerdir düşüncesiyle, şiirin tarifini şairlerimizden Memet Fuat’ın yazdığı iki ciltlik „Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi”nden okuyunca, aklıma bu yazıyı yazmak geldi. Memet Fuat yazarım sağ olsun, ondan aldığım bayrağı ben de sanal dünyaya taşıyorum şimdi).    

Ama daha önce kendi şairliğimin nasıl ortaya çıktığını sizlerle paylaşayım. Kirkbir yaşıma kadar hayatımda hiç şiir yazmamıştım. Şiir konusunda son derece kabiliyetsiz olduğumu sanırdım. Malatya’da orta okul üçüncü sınıfta iken bir gün Türkçe öğretmenim Mustafa Bey “Atatürk“ üzerine bir şiir yazmamızı istemişti. Ben sınıfta tek öğrenci olarak yazılı kağıdımı bomboş vermiştim. Öğretmenim hayretler içinde: ‘Kızım hiç mi bir kelime yazamadın?’ deyince: “Hayır, öğretmenim, Atatürk’ü o kadar çok seviyorum ki, sevgimi anlatacak kelime bulamadım.“ demiştim. Bunun üzerine öğretmenim boş verilen kağıda „pekiyi“ notunu vermişti.    

Bundan bir buçuk yıl önce dengesiz bir kadın (bir falcı ve göbek dansçısı), bana şiirlerini tercüme etmem için vermişti. Ben kadının birkaç şiirini kendisinin adından bir şiir yarışmasına yolladım. Yarışmayı düzenleyenler kadının üç beş satırını alıp, başka bir kadının şiirine eklemiş ve yayımlamışlardı. Bunun üzerine hakarete uğradım, şiirlerini benim ona buna verip, kopya çekilmesini sağladığımı ileri sürdü kadın ve mahkemelik olduk. Mahkeme bir sonuç vermedi, ama kadın adıma leke sürmeye başladı. Ben onun bir şiirini Almanca’ya çevirip, virtuel arkadaşım Turgut’a yollamıştım. Virtuel arkadaşım bana: Nuray, şiirin Türkçesi değil de, Almanca’sı beni büyüledi. „Bir şiiri bu kadar güzel tercüme etmek için insanda şair ruhu olması lazım.“ diye yazmıştı. Bunun üzerine eski bir aşkım üzerine ilk şiirimi yazdım. O şiiri hiç bir yerde yayınlamadım, çünkü o kadının şiirlerinden etkilenmiş, onun stilinde yazmıştım ilk şiirimi. İkinci şiirimi ise kendisi üzerine yazdım ve kendi şiirlerimde bir kelime o kadından esinlenmemeye son derece önem gösterdim.

Allah hakkedilmeyen bir haksızlıktan bir ‘iyilik’ yaratırmış, derler ya, ben şiire kızarak başladım. Bu hakaretten sonra  benim şiir sevdam başlamış oldu. Ve şiire başlar başlamaz aniden „Tasavvuf“ a ilgi duydum. „Çağlara Hükmedenler”  ismini taşıyan (Ahmet Kabaklı’nın yazmış olduğu) bir kitap okumuştum. O kitabı okuduktan sonra yazdığım şiirlerde tasavvuf etkisi oluştu.  

Türk Edebiyatına yüksekten bir dalış yaptım ve halen o deryada yüzmekteyim... Ancak daha henüz emekleme çağımdayım... Asıl güzel şiirlerim belki beş - on yıl sonra gelecek, eğer aşırı sigaradan ömrüm yeter ise...

Bence şiir bir sevdadır. Bazı insanlar bir ömür boyu bu sevdayla yaşamasını bilir, bazılarının sevdası ise kısa sürer veya zamanla söner. Şiir bana göre, insan ruhunda bir sıçrayıştır. Duyguların aniden çağlaması olayıdır. Kimi zaman erken gelir, kimi zaman ise geç başlayabilir. Her sanat dalında olduğu gibi bu sanatta da yukarıya doğru yaş sınırı yoktur...  

Şimdi Cumhuriyet tarihi sonrası şairlerimizin fikirlerine geçmeden önce Türk Edebiyatının klasik şairlerine kısaca bir göz atalım:

Türk Edebiyatı Ahmet Yesevi’den, Aşık Paşa’dan başlar; Dedekorkut öykülerinden, koşuk biçimindeki destanlardan ve aşk konusunu işleyen halk öykülerinden. Mevlana’da ilahi aşk iklimi, Yunus Emre’de Hakk, insan sevgisi ve hoşgörü, Fuzuli ve Baki’de mana zirvesi, Karacaoğlan’da, Emrah’ta sevda coşkusu, Nefi ve Seyrani’de tenkit süzgeci, Niyazi Mısri ve Aziz Mahmud Hüdai’de dergah dersi, Köroğlu’nda kahramanlık duygusu, Pir Sultan Abdal’da ve Aşık Veysel’de halk kültürüdür. Türkçe şiir dili, coğrafyasının büyüklüğüyle uzun bir zamanı ve büyük bir mekanı kapsar. Bu yüzden de Türk Edebiyatında tarih boyunca çok büyük bir birikim, çok büyük bir hazine ortaya çıkmıştır. (Ozan Yusuf Polatoğlu, Söz ikliminde, S.6).

1830 yıllarında başlayan batılılaşma hareketleri 1860’lardan sonra edebiyatımızı etkilemeye başlamış, ama asıl çağdaş ürünler Cumhuriyetten sonra cereyan etmiştir.

Cumhuriyet sonrası edebiyatımız şairlerimizin intensiyonlarına (niyetlerine) göre birkaç değişik dönem geçirmiştir. Tanzimat dönemi yazarları (Namık Kemal, Şinasi, Ziya Paşa), biçimsel yeniliklerin yanısıra güncel yaşama, toplumsal konulara yer vermiş, Fransız Edebiyatının etkisinde kalarak vatan, özgürlük, hak ve eşitlik gibi konuları işlemişlerdir. Daha sonra ise Cumhuriyet dönemi Şairleri şiire başka yönler vermişlerdir. Tevfik Fikret, Ahmet Akif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Haşim, Cumhuriyet döneminin şiir anlayışının ilk mihenk taşlarıdır... (Mehmet Hengirmen: 2000 yılında Türk şiir Antolojisi, Önsöz).

Türk şiiri sanatı 1930’lardan sonra Nazım Hikmet’le toplumcu gerçekçiliğin şiire yansımasını sağlayarak köklü bir değişimi beraber getirmiştir. Serbest şiir ölçüsünün heceli şiir ölçüsünün yerine geçmesi ve biçim olarak serbest ölçünün etkin hale gelmesi 1940 Kuşağı olarak adlandırılan şairlerle başlamıştır. Aynı yıllarda Orhan Veli Kanık, Melih Cevdet Anday, Oktay Rıfat’ın başlattığı „Garip“ diye yeni bir şiir akımı başlamıştır. Bu akım genellikle şehir insanının güncel yaşantısını dile getirmiş, toplumsalcı düşünceye değil, kişisel düşüncelere yer vermiş olduğundan Türk Edebiyatının “İNDİVIDUALISTLERI“ olarak tarihe geçmişlerdir. (Şiirlerinde işledikleri konular genellikle yalnızlık, ölüm, doğa, aşk gibi konulardı).

Daha sonra az ya da çok bu akımlara katılan şairlerimiz gelir. Fazıl Hüsnü Dağlarca, Asaf Halat Çelebi, Cahit Sıtkı Tarancı, Ahmet Muhip Dıranas, Behçet Necatigil, Salah Birsel, Ceyhun Atıf Kansu, Atilla İlhan ve diğerleri doğrudan hiçbir akıma katılmadan doğu ve batı şiirlerinin ve kendi şiir geleneğimizin senteziyle kendilerine özgü, kimi bireysel, kimi toplumsal şiirler yazmışlardır...

1950’lerden sonra ise İlhan berk, Turgut Uyar, Edip Cansever, Ece Ayhan ve Cemal Süreya’yla ikinci yeni akım başlamış ve bugüne kadar devam etmektedir. Sosyal değişimlerin edebiyatı etkilemesinin yanısıra, sanat da toplumsal yaşamı etkilemiştir. Mistik (gizemci) anlayış ile toplumsal gerçekçi anlayış arasındaki çekişme halen sürmektedir... Bugüne kadar geleneksel kültürümüzü modernist şiir anlayışıyla henüz birleştirebilmiş, sentezlemeyi başarmış değiliz. Bunun en önemli sebebi şairlerimizin kendi çağlarında yaşamış olan diğer şairlerle bir iletişim kuramamış olmalarıdır.

Şairlerimizin eserlerini hala başka dillere çevirememiş olmamız da kendi başına bir sorun. Çok az şairimiz dünyaya tanıtılmıştır. Edebi değeri yüksek olmayan şiirler durmadan birçok dilde yayınlanırken, gerçek sanatçılarımızın eserleri yayınlanamıyor, ne yazık. Yayınevlerinin tutucu davranışları şiirimizi tanıtmamızdaki en büyük engeli teşkil ediyor. Örneğin Necip Fazıl Kısakürek benim nazarımda tam anlamıyla bir “idealist dünya şairidir“, fakat eserleri Büyük Doğu’nun yöneticileri yüzünden henüz başka dillere çevrilmemiştir.   

Necip Fazıl Kısakürek’ten başlayıp, şairlerimizin şiir sevdalarını birlikte inceleyelim şimdi:

„Şairliğim oniki yaşımda başladı. Bahanesi tuhaftır. Annem hastahanedeydi. Ziyaretine gitmiştim. Beyaz yatak örtüsünde, siyah kaplı, küçük eski bir defter... Bitişikte yatan veremli genç kızın şiirleri varmış defterde... Haberi veren annem, birden gözlerinin içini aralayıp:

-         Senin dedi: şair olmanı ne kadar isterdim!

Annemin dileği bana, içimde besleyip de oniki yaşıma kadar farkında olmadığım bir şey gibi göründü. Varlık hikmetimin ta kendisi... Gözlerim hastahane odasının penceresinde, savrulan kar ve uluyan rüzgara karşı, içimden kararımı verdim.

-         Şair olacağım! Ve oldum.“ (Necip Fazıl Kısakürek, Çile, Önsöz, Ilk basım 1962, 49. Basım 2003).

Şiire her insan hayatın her döneminde başlayabilir. Aşık Veysel kırk yaşından sonra şiir yazmaya başlamış, örneğin. Bazı şairlerimiz ise çok küçük yaşlarda tutulmuşlar bu aşka. Bazıları ise liseli gençlik yıllarında başlamışlar sanatlarına.  

www.nuraylale.de
devam edecek...

NURAY  LALE, Eğitim ve Sağlık Bilimcisi
lalenuray@yahoo.de
İstanbul -28.09.2004
http://sufizmveinsan.com

 


Üst Ana sayfa e-mail