ŞİİRİMİZDE İMGE MESELESİ
“Tarih tekerrür edermiş diyorlar
Hiç ibret alınsaydı tekerrür eder miydi?”
Mehmet Akif Ersoy
Şiir öyle bir deryâdır ki, bütün cazibesiyle bizi derinlere
çeker. Geriye nasıl döneceğimizi düşünmeden açıklara doğru
yüzersek; biz geriye dönemesek bile, o bizi dalgalarıyla sahile
bırakır; ama, çoktan, iş işten geçmiştir artık!
Akif’in bu sözü bana bunları düşündürdü. Sadece yüzme bilmekle,
o hırçın dalgalarla başa çıkabileceğimizi sanmak ne büyük
gaflet. Rüzgârda savrulan yaprak misali, şiir hakkındaki
kabullerimizi değiştirmemiz, bazen imgeye bazen manaya bazen de
vezne esir olmamız, okumamak ve araştırmamak noktasındaki
taassubumuzun devam etmesi, ne kadar acıdır.
İmgenin ne olduğunu, nereden çıktığını ve kaynağının neresi
olduğunu bilmiyoruz. Bilmediğimiz bir şeyi körü körüne savunuyor
ve aslında hiçbir anlam ifade etmeyen ahkamlar savuruyoruz.
Hepimizin yolu farklı olabilir ama anlayamadığım şey şu: Şiiri
sadece imgeden ibaret görmek ve hiçbir araştırma ve sorgulama
içersine girmeden, çağımızın modasına, taassup derecesinde
uymak, bize ve şiire ne kazandıracak? Bu konudaki seçimimizi
bilinçli olarak yapsak, kimsenin tercihine karışmayacağım ama
birikim ve bilgi eksikliği noktasında bizi yanlış
yönlendirenlerin- şiiri sadece mana ve hayal zaviyesinden
görenlerin- oyununa geliyoruz ve bunun neticesinde, her geçen
gün gerçek şiirden uzaklaşıyoruz.
Günümüzde hangi toplantıya gitsem, hangi şairle konuşsam iki
lafından birisi “imge” oluyor. Kimisi ne olduğunu bilmeden,
kimisi de ona başka bir mana vererek konuşuyor. Peki nedir bu
imge? Mana mıdır, hayâl midir, yeni midir, eski midir? Yenilir
mi, içilir mi?
İlk önce bir meseleyi açıklayayım: Batılılaşma süreci içersinde
çoğu sanatkâr ve insanımızın içine düştüğü büyük bir yanılgı var
ve bu yanlış inanış toplumumuz içersinde neredeyse modalaştı.
Bir düşüncenin, bir akımın ya da şiirdeki bir kavramın
kaynaklarını hep dışarıda, batıda arıyoruz. Avrupa’da şu
şöyleymiş, bu böyleymiş; şu şair şöyle demiş, şiirde þu
olmalıymış, onlar öyle yaptığına göre doğru bu olmadır diyoruz
ve yanılıyoruz. Kendi şiir geleneğimize bakmak hiç aklımıza
gelmiyor. Batıyı bilelim ama kabul ve tercihlerimizi bizim
kültürümüze göre yapalım, demiyoruz. Nedendir bu batı hayranlığı
bir türlü anlayamıyorum.
(Ben söyleyeyim nedenini: Batılılar genellikle evrensel bir şiir
anlayışı sergilemişler. Batıda „Aydınlanma çağı“, Almanca adı
„AUFKLÄRUNGSZEIT“ yaşanmış. O yüzden batı şiiri daha geniş bir
sahaya sahiptir. Nuray Lale’nin notu.).
Şairlerimizin sanatını ve üslubunu değerlendirirken de, hep
batıda birilerinden etkilendiğini sanma hastalığı bazı
komplekslerimizin bir göstergesi herhalde. Sanırım, imgenin
kaynağının batı olduğunu düşünenler ne demek istediğimi
anlıyorlardır.
Alexander Potebnya, “imgesiz sanat olmaz, şiir ise hiç olmaz”
der. Bu sözün haklılığına, imgeyi ancak, anlamı güçlendiren,
çağrışıma dayalı, ince bir hayâl olarak düşünürsek
katılabilirim. Yoksa tek başına imge şiirin şiir olması için
yeterli değildir. Perine ise, imgeyi “ duyuyla edinilen
deneyimin dil aracılığı ile sunulması olarak görür ve şiirde en
çok rastlanılan imgenin “görsel imge” olduğundan bahseder.
İmgeyi, sadece zihnimizde oluşan bir görüntü olarak düşünmek ve
onu benzetme ve tasvire dayanan bir öğe olarak görmek de
yanlıştır. Bazı şairler imgeyi, “düşünceye dayalı bir resim”
olarak görür. İmgeyi tamamen bir resme benzetmek de hatalıdır.
Hele hele imgenin mana ile aynı şey olduğunu düşünmek, tamamen
bir safdilliliktir.
İmge, şiiri şiir yapan üç öğeden- duygu, düşünce ve hayal-
biridir. Hayâlin, çağrışım noktasında, duygunun akıl ile
yoğrulduğu, hissin düşünceyle muvazenesi sonucunda oluşan, amacı
anlamı derinleştirmek ve söylemin etkisini güçlendirmek olan,
düşünce ve duygunun kelimelere yansıyan şeklidir. Onun hem
görsel, hem de mana boyutu vardır. Ve sonuçta, imgenin, şiirin
hayal ve mana noktasında, etkileyiciliğini arttırdığını ve
güçlendirdiğini söyleyebiliriz.
Zaman zaman şairler arasında, şiiri kalıcı kılanın, hayal mi,
mana mı, biçim mi olduğu konusunda tartışmalar yaşanır. Kimi
ondan, kimi bundan yanadır. Bu noktadaki tercihim biçimden yana
olsa da, biçimi sadece ölçü, ritm, ses ve mısradan ibaret
görmediğimi belirtmeliyim. Şiiri bir vücuda benzetecek olursak,
biçim bu vücudu saran elbise; mana da bu elbisenin üstündeki
motiflerdir. İkisi birbirine muhtaçtır; ama kumaş olmadan onun
üstüne motifi işleyemezsiniz.
Şiir ne tek başına aklın, ne de gönlün işidir. Şiirde ortak bir
çalışma vardır. Buna bilgi, sezgi, teknik ve gönlün müşterek
çalışması diyebiliriz. Şiiri tek başına ne biçimin, ne imgenin,
ne de sesin esareti altına almak yanlıştır. Yalnız bunları,
şiirin yapı taşları olarak düşünmeliyiz ve her birinin yüzde
olarak şiire katkısının konuşulabilir, tartışılabilir olduğunu
da unutmamalıyız. Yoksa bunlardan sadece birinin, şiir için
yeterli olduğunu söylemek, büyük bir gaflettir. Gerçek şiir ne
tek başına imgedir, ne de musiki. O, bir anlamda sesin, mananın,
imgenin, biçimin yardımıyla, şairin ruhundaki heyecanlardan
doğar ve bir yönü vardır ki, açıklanamaz. Şiiri, yaradandan
gelen sezgi ve bilginin, gönül tezgahında belirli tekniklerle
işlenen kelimelerin, mısralara yansıması olarak açıklayabilirim.
(Mükemmel bir açıklama, Nuray’ın Notu).
Bugün sadece imgenin esareti altına girmiş şairlerin, Divan
şiirine soğuk bakmalarını bir türlü anlayamıyorum. Neden mi?
Divan şiiri baştan sona imge üzerine kurulmuştur da ondan.
Divan şiiri içersinde mazmun dediğimiz şey, imgenin tâ
kendisidir. “Gül” dendiği zaman, aklımıza “sevgili” gelir. Hem
güzelliği, hem kokusu hem de etkileyiciliğiyle. “Mecnûn” dendiği
zaman ise, aşkından deli olmuş, sevdâsı için her şeyi göze
alabilen kişileri düşünmez miyiz? Bunlar çağrışım yaratan
imgeler değilse, nedir o zaman? Fuzuli’nin,
“Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı”
(Gönül ateşinden başka benim için yanan kimse yoktur-
Sabah rüzgârından başka kapımı da kimse açmaz.)
söyleyişindeki, “sabah rüzgârı” imgesi, yalnızlık ve ilgi
görmeme duygusunu işleyen değişik ve başarılı bir söylem değil
midir? Ya da Hayâli’nin,
“Aşk bir şem’i ilâhîdir benim pervânesi
Şevk bir zincîrdir gönlüm anın divânesi”
(aşk, ilâhi bir mumdur, çevresinde dönüp dolaşan da benim
Şevk(arzu) bir zincirdir, ona bağlanmış deli de benim.)
beyitinde, “ışık”, “pervâne” ve “zincire vurulmuş deli”
imgeleriyle karşılaşmıyor muyuz?
Haşim’in “Merdiven” şiirinin ismi bile bir imgedir. Şiirin
içindeki imgeleri bir tarafa bırakalım.
Yine Haşim’in,
“Yeşil sularda büyük inciden çiçekler açar.
Gümüş böcekler okur âba bir neþîde-i hâb,
Durur sevâhilin üstünde bî-heves, bî-tâb
Güneş ziyâsını içmiş benât-ı hâb ü serap”
dörtlüğünde “yeşil sularda büyük inciden çiçeklerin açması”,
“gümüş böceklerin suya bir uyku şiiri okuması”, “sahillerin
üstünde güneşin ziyâsını içmiş uyku ve serap kızlarının isteksiz
ve yorgun duruşları” hayâli ve çağrışımı ön plana çıkartan
imgeler değil de nedir?
Divan şiiri ile ilgili örnekleri çoğaltabiliriz. Bu
açıklamalarımdan anlayacağımız şey şu olmalı: İmge, yeni icat
edilen bir kavram gibi gözükse de, yeni değildir. Bilakis bu
söylem tarzı geçmişten beri şiir geleneğimiz içinde kullanılan
bir tarzdır. Naili, Nedim, Şeyh Galip ve daha nice Divan
şairimiz, içinde sayılamayacak kadar çok imge bulunan gazeller,
kasideler yazmıştır.
İmge kavramının, yeni bir şeymiş gibi ön plana çıkışı, 1950’den
sonra, “İkinci Yeni” şairleriyle birlikte olur. İmgeyi bu derece
önemseyen ve İkinci Yeni şairlerine hayran, birçok şiirseverin,
başta Divan şairlerine hayran olması gerekmez mi? İkinci Yeni
bir anlamda, Haşim’in tesirindedir; Haşim ise, özelde Şeyh Galip
ve sembolizmin, genelde ise Divan şiirinin tesirindedir. O zaman
nedir bu Divan şiirine düşmanlığımız? Bizi bu hâllere düşüren,
araştırmamak, okumamak ve Türk şiir geleneğini bilmeyişimizdir.
İmge, sözcüğün anlamını genişletir, derinleştirir ve çoğaltır.
Kısacası imge, şiirde, kelimeler aracılığıyla çağrışım yaratır.
İmgenin en güzel ortaya konulacağı dil –mübalağasız-
Türkçemizdir; çünkü dilimiz çağrğşımlara dayalı bir yapıya
sahiptir. Yalnız, dilimizi tanımazsak, kelimelerin geri planını
göremezsek ve dili bilinçli kullanamazsak, kelimelere
hükmedemeyiz.
Gelelim imgeyi yakalama yollarına. Edebi sanatlar içinde
“istiare” denen bir sanat vardır. Buna bazı kaynaklarlarda
“deyim aktarması” da denir. Benzetme öğelerinden (benzeyen ve
benzetilen) sadece birisi ile yapılır ve bir sözcüğün kendi özel
anlamının dışında başka bir anlam verilmesiyle ortaya çıkan
sanattır.
Ayrıca benzetme (teþbih) ve kişileştirme (teşhis) sanatı da
imgeyi yakalamamıza yardım eder. Herkesin ezberinde olan bir
mısrada bu tekniği inceleyelim:
“Lambada titreyen alev üşüyor”.
“Alev” sözcüğü benzetme öğelerinden “benzeyendir”, benzetilen
ise “insan”dır; ama burada söylenmemiş ve “üşümek” fiili ile
insan arasında bağlantı kuruyoruz. Benzetme öğelerinden sadece
benzeyenin verilmesiyle yapılan sanata “kapalı istiare” denir.
İşte bu sanat sayesinde şair imgeyi yakalıyor.
Örnekleri çoðaltalım:
“Sabahtan uğradım ben bir fidana
Dedim mahmur musun dedi yok yok”
(Erzurumlu Emrah)
“Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller
Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller
Sular mı yandı, neden tunca benziyor mermer?”
(Ahmet Haşim)
“Yeşil pencerenden bir gül at bana,
Işıklarla dolsun kalbimin içi.
Geldim işte mevsim gibi kapına
Gözlerimde bulut saçlarımda çiğ.”
(Ahmet Muhip Dıranas)
Bu sanatların dışında bütün diller içinde görülen, daha çok
soyut ve somut kelimelerin bir araya getirilmesiyle yapılan,
duyduğumuz an, biraz yadırgadığımız ama anlam itibariyle hoşa
giden “alışılmamış bağdaştırmalar” da şiirde manayı güçlendiren
ve imgenin oluşmasını sağlayan bir yoldur. Bu kullanım manayı
derinleştirmek için şairler tarafından çokça kullanılmıştır.
Gelelim örneklere:
“Yine zevrâk-ı derûnum kırılıp kenâre düştü
Dayanır mı şîşedir bu reh-i sengsâre düştü”
(Şeyh Galip)
(Yine içimin (gönlümün) kayığı parça parça olup kıyıya düştü
Sırçadandır bu, dayanır mı, taşlık yola düştü.)
(Gönlün kayığı- Alışılmamış bağdaştırma)
“Giydin boyunca nâz ü letâfet libâsını
Öptür doyunca dâmenini bînevâlara ”
(Bâkî)
(Boyunca naz ve incelik elbisesini giydin
Gel, (sana) düşkün olanlara (peşinden koşanlara) eteğini
doyasıya öptür.)
(Naz ve incelik elbisesi- Alışılmamış bağdaştırma.)
“Sana kullanılmamış bir gök getirsem”
(Atilla İlhan- Ben Sana Mecburum)
“Onu terk ettiğim kül rengi salı
Bir ölüm fırıldağı gibi içim sıra dönüyor”
(Atilla İlhan- Eski Rumeli)
“Biliyorsun ben hangi şehirdeysem
Yalnızlığın başkenti orası”
“Ve denizin gişesinde oturan kısa boylu saat gişesi”
(Cemal Süreyya- Vakit var Daha)
Bu açıklamalardan sonra þunu rahatlıkla söyleyebilirim: İmge
yeni bulunan bir şey değil, o zaten Türk şiir geleneği içinde
vardı ve şairler tarafından anlamı güçlendirmek, manaya derinlik
kazandırmak amacıyla kullanılıyordu. Geleneğimize baktığımız
zaman, onu öğrenmeye çalıştığımız an, onun derinliğini
kavrayabiliriz. Dilimizi gerçekten öğrendiğimizde ve onu
bilinçli olarak kullanmaya başladığımızda, bir şair olarak
kelimelere hükmedebilir ve hafızalarda yer alabilecek şiirler
yazabiliriz. Necip Fazıl’ ın “Sayıklama” adlı şiirindeki sesi ve
imgeleri yakalayabilirsek, “büyük şiir” lere imza atmamız hiç de
zor olmayacaktır.
SAYIKLAMA
"Kedim, ayak ucuma büzülmüş, uyumakta,
İplik iplik sarıyor sükûtu bir yumakta
Hırıl hırıl,
Hırıl hırıl…
Bir göz gibi süzüyor beni camlarda gece,
Dönüyor etrafımda bir sürü kambur cüce
Fırıl fırıl,
Fırıl fırıl…
Söndürün lâmbaları uzaklara gideyim
Nurdan bir şehir gibi ruhumu seyr edeyim
Pırıl pırıl,
Pırıl pırıl...
Sussun, sussun uzakta ölümüme ağlayan!
Gencim, ölmem, arzular kanımda bir çağlayan
şırıl şırıl,
şırıl şırıl...
Ne olurdu bir kadın, elleri avucumda,
Bahs etse yaşamanın tadından baş ucumda
Mırıl mırıl,
Mırıl mırıl…
MEHMET NURİ PARMAKSIZ BEYE BU GÜZEL YAZIDAN DOLAYI SONSUZ
TEŞEKKÜRLER…
(NURAY LALE)
Mehmet
Nuri Parmaksız
İstanbul -01.03.2006
http://sufizmveinsan.com
|