KELAM PRENSLIGI/PRENSESLIGI /
III. BÖLÜM
ÇAĞDAŞ ŞİİRİMİZ  ÜZERİNE:


ŞİİRİMİZDE İMGE MESELESİ

“Tarih tekerrür edermiş diyorlar
Hiç ibret alınsaydı tekerrür eder miydi?”

Mehmet Akif Ersoy

Şiir öyle bir deryâdır ki, bütün cazibesiyle bizi derinlere çeker. Geriye nasıl döneceğimizi düşünmeden açıklara doğru yüzersek; biz geriye dönemesek bile, o bizi dalgalarıyla sahile bırakır; ama, çoktan, iş işten geçmiştir artık!

Akif’in bu sözü bana bunları düşündürdü. Sadece yüzme bilmekle, o hırçın dalgalarla başa çıkabileceğimizi sanmak ne büyük gaflet. Rüzgârda savrulan yaprak misali, şiir hakkındaki kabullerimizi değiştirmemiz, bazen imgeye bazen manaya bazen de vezne esir olmamız, okumamak ve araştırmamak noktasındaki taassubumuzun devam etmesi, ne kadar acıdır.

İmgenin ne olduğunu, nereden çıktığını ve kaynağının neresi olduğunu bilmiyoruz. Bilmediğimiz bir şeyi körü körüne savunuyor ve aslında hiçbir anlam ifade etmeyen ahkamlar savuruyoruz. Hepimizin yolu farklı olabilir ama anlayamadığım şey şu: Şiiri sadece imgeden ibaret görmek ve hiçbir araştırma ve sorgulama içersine girmeden, çağımızın modasına, taassup derecesinde uymak, bize ve şiire ne kazandıracak? Bu konudaki seçimimizi bilinçli olarak yapsak, kimsenin tercihine karışmayacağım ama birikim ve bilgi eksikliği noktasında bizi yanlış yönlendirenlerin- şiiri sadece mana ve hayal zaviyesinden görenlerin- oyununa geliyoruz ve bunun neticesinde, her geçen gün gerçek şiirden uzaklaşıyoruz.

Günümüzde hangi toplantıya gitsem, hangi şairle konuşsam iki lafından birisi “imge” oluyor. Kimisi ne olduğunu bilmeden, kimisi de ona başka bir mana vererek konuşuyor. Peki nedir bu imge? Mana mıdır, hayâl midir, yeni midir, eski midir? Yenilir mi, içilir mi?

İlk önce bir meseleyi açıklayayım: Batılılaşma süreci içersinde çoğu sanatkâr ve insanımızın içine düştüğü büyük bir yanılgı var ve bu yanlış inanış toplumumuz içersinde neredeyse modalaştı. Bir düşüncenin, bir akımın ya da şiirdeki bir kavramın kaynaklarını hep dışarıda, batıda arıyoruz. Avrupa’da şu şöyleymiş, bu böyleymiş; şu şair şöyle demiş, şiirde þu olmalıymış, onlar öyle yaptığına göre doğru bu olmadır diyoruz ve yanılıyoruz. Kendi şiir geleneğimize bakmak hiç aklımıza gelmiyor. Batıyı bilelim ama kabul ve tercihlerimizi bizim kültürümüze göre yapalım, demiyoruz. Nedendir bu batı hayranlığı bir türlü anlayamıyorum.

(Ben söyleyeyim nedenini: Batılılar genellikle evrensel bir şiir anlayışı sergilemişler. Batıda „Aydınlanma çağı“, Almanca adı „AUFKLÄRUNGSZEIT“ yaşanmış. O yüzden batı şiiri daha geniş bir sahaya sahiptir. Nuray Lale’nin notu.).

Şairlerimizin sanatını ve üslubunu değerlendirirken de, hep batıda birilerinden etkilendiğini sanma hastalığı bazı komplekslerimizin bir göstergesi herhalde. Sanırım, imgenin kaynağının batı olduğunu düşünenler ne demek istediğimi anlıyorlardır.

Alexander Potebnya, “imgesiz sanat olmaz, şiir ise hiç olmaz” der. Bu sözün haklılığına, imgeyi ancak, anlamı güçlendiren, çağrışıma dayalı, ince bir hayâl olarak düşünürsek katılabilirim. Yoksa tek başına imge şiirin şiir olması için yeterli değildir. Perine ise, imgeyi “ duyuyla edinilen deneyimin dil aracılığı ile sunulması olarak görür ve şiirde en çok rastlanılan imgenin “görsel imge” olduğundan bahseder. İmgeyi, sadece zihnimizde oluşan bir görüntü olarak düşünmek ve onu benzetme ve tasvire dayanan bir öğe olarak görmek de yanlıştır. Bazı şairler imgeyi, “düşünceye dayalı bir resim” olarak görür. İmgeyi tamamen bir resme benzetmek de hatalıdır. Hele hele imgenin mana ile aynı şey olduğunu düşünmek, tamamen bir safdilliliktir.

İmge, şiiri şiir yapan üç öğeden- duygu, düşünce ve hayal- biridir. Hayâlin, çağrışım noktasında, duygunun akıl ile yoğrulduğu, hissin düşünceyle muvazenesi sonucunda oluşan, amacı anlamı derinleştirmek ve söylemin etkisini güçlendirmek olan, düşünce ve duygunun kelimelere yansıyan şeklidir. Onun hem görsel, hem de mana boyutu vardır. Ve sonuçta, imgenin, şiirin hayal ve mana noktasında, etkileyiciliğini arttırdığını ve güçlendirdiğini söyleyebiliriz.

Zaman zaman şairler arasında, şiiri kalıcı kılanın, hayal mi, mana mı, biçim mi olduğu konusunda tartışmalar yaşanır. Kimi ondan, kimi bundan yanadır. Bu noktadaki tercihim biçimden yana olsa da, biçimi sadece ölçü, ritm, ses ve mısradan ibaret görmediğimi belirtmeliyim. Şiiri bir vücuda benzetecek olursak, biçim bu vücudu saran elbise; mana da bu elbisenin üstündeki motiflerdir. İkisi birbirine muhtaçtır; ama kumaş olmadan onun üstüne motifi işleyemezsiniz.

Şiir ne tek başına aklın, ne de gönlün işidir. Şiirde ortak bir çalışma vardır. Buna bilgi, sezgi, teknik ve gönlün müşterek çalışması diyebiliriz. Şiiri tek başına ne biçimin, ne imgenin, ne de sesin esareti altına almak yanlıştır. Yalnız bunları, şiirin yapı taşları olarak düşünmeliyiz ve her birinin yüzde olarak şiire katkısının konuşulabilir, tartışılabilir olduğunu da unutmamalıyız. Yoksa bunlardan sadece birinin, şiir için yeterli olduğunu söylemek, büyük bir gaflettir. Gerçek şiir ne tek başına imgedir, ne de musiki. O, bir anlamda sesin, mananın, imgenin, biçimin yardımıyla, şairin ruhundaki heyecanlardan doğar ve bir yönü vardır ki, açıklanamaz. Şiiri, yaradandan gelen sezgi ve bilginin, gönül tezgahında belirli tekniklerle işlenen kelimelerin, mısralara yansıması olarak açıklayabilirim. (Mükemmel bir açıklama, Nuray’ın Notu).

Bugün sadece imgenin esareti altına girmiş şairlerin, Divan şiirine soğuk bakmalarını bir türlü anlayamıyorum. Neden mi? Divan şiiri baştan sona imge üzerine kurulmuştur da ondan.

Divan şiiri içersinde mazmun dediğimiz şey, imgenin tâ kendisidir. “Gül” dendiği zaman, aklımıza “sevgili” gelir. Hem güzelliği, hem kokusu hem de etkileyiciliğiyle. “Mecnûn” dendiği zaman ise, aşkından deli olmuş, sevdâsı için her şeyi göze alabilen kişileri düşünmez miyiz? Bunlar çağrışım yaratan imgeler değilse, nedir o zaman? Fuzuli’nin,

“Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı”

(Gönül ateşinden başka benim için yanan kimse yoktur-
Sabah rüzgârından başka kapımı da kimse açmaz.)

söyleyişindeki, “sabah rüzgârı” imgesi, yalnızlık ve ilgi görmeme duygusunu işleyen değişik ve başarılı bir söylem değil midir? Ya da Hayâli’nin,

“Aşk bir şem’i ilâhîdir benim pervânesi
Şevk bir zincîrdir gönlüm anın divânesi”

(aşk, ilâhi bir mumdur, çevresinde dönüp dolaşan da benim
Şevk(arzu) bir zincirdir, ona bağlanmış deli de benim.)

beyitinde, “ışık”, “pervâne” ve “zincire vurulmuş deli” imgeleriyle karşılaşmıyor muyuz?
Haşim’in “Merdiven” şiirinin ismi bile bir imgedir. Şiirin içindeki imgeleri bir tarafa bırakalım.

Yine Haşim’in,

“Yeşil sularda büyük inciden çiçekler açar.
Gümüş böcekler okur âba bir neþîde-i hâb,
Durur sevâhilin üstünde bî-heves, bî-tâb
Güneş ziyâsını içmiş benât-ı hâb ü serap”

dörtlüğünde “yeşil sularda büyük inciden çiçeklerin açması”, “gümüş böceklerin suya bir uyku şiiri okuması”, “sahillerin üstünde güneşin ziyâsını içmiş uyku ve serap kızlarının isteksiz ve yorgun duruşları” hayâli ve çağrışımı ön plana çıkartan imgeler değil de nedir?

Divan şiiri ile ilgili örnekleri çoğaltabiliriz. Bu açıklamalarımdan anlayacağımız şey şu olmalı: İmge, yeni icat edilen bir kavram gibi gözükse de, yeni değildir. Bilakis bu söylem tarzı geçmişten beri şiir geleneğimiz içinde kullanılan bir tarzdır. Naili, Nedim, Şeyh Galip ve daha nice Divan şairimiz, içinde sayılamayacak kadar çok imge bulunan gazeller, kasideler yazmıştır.

İmge kavramının, yeni bir şeymiş gibi ön plana çıkışı, 1950’den sonra, “İkinci Yeni” şairleriyle birlikte olur. İmgeyi bu derece önemseyen ve İkinci Yeni şairlerine hayran, birçok şiirseverin, başta Divan şairlerine hayran olması gerekmez mi? İkinci Yeni bir anlamda, Haşim’in tesirindedir; Haşim ise, özelde Şeyh Galip ve sembolizmin, genelde ise Divan şiirinin tesirindedir. O zaman nedir bu Divan şiirine düşmanlığımız? Bizi bu hâllere düşüren, araştırmamak, okumamak ve Türk şiir geleneğini bilmeyişimizdir.

İmge, sözcüğün anlamını genişletir, derinleştirir ve çoğaltır. Kısacası imge, şiirde, kelimeler aracılığıyla çağrışım yaratır. İmgenin en güzel ortaya konulacağı dil –mübalağasız- Türkçemizdir; çünkü dilimiz çağrğşımlara dayalı bir yapıya sahiptir. Yalnız, dilimizi tanımazsak, kelimelerin geri planını göremezsek ve dili bilinçli kullanamazsak, kelimelere hükmedemeyiz.

Gelelim imgeyi yakalama yollarına. Edebi sanatlar içinde “istiare” denen bir sanat vardır. Buna bazı kaynaklarlarda “deyim aktarması” da denir. Benzetme öğelerinden (benzeyen ve benzetilen) sadece birisi ile yapılır ve bir sözcüğün kendi özel anlamının dışında başka bir anlam verilmesiyle ortaya çıkan sanattır.

Ayrıca benzetme (teþbih) ve kişileştirme (teşhis) sanatı da imgeyi yakalamamıza yardım eder. Herkesin ezberinde olan bir mısrada bu tekniği inceleyelim:

“Lambada titreyen alev üşüyor”.

“Alev” sözcüğü benzetme öğelerinden “benzeyendir”, benzetilen ise “insan”dır; ama burada söylenmemiş ve “üşümek” fiili ile insan arasında bağlantı kuruyoruz. Benzetme öğelerinden sadece benzeyenin verilmesiyle yapılan sanata “kapalı istiare” denir. İşte bu sanat sayesinde şair imgeyi yakalıyor.

Örnekleri çoðaltalım:

“Sabahtan uğradım ben bir fidana
Dedim mahmur musun dedi yok yok”

(Erzurumlu Emrah)

“Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller
Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller
Sular mı yandı, neden tunca benziyor mermer?”

(Ahmet Haşim)

“Yeşil pencerenden bir gül at bana,
Işıklarla dolsun kalbimin içi.
Geldim işte mevsim gibi kapına
Gözlerimde bulut saçlarımda çiğ.”

(Ahmet Muhip Dıranas)

Bu sanatların dışında bütün diller içinde görülen, daha çok soyut ve somut kelimelerin bir araya getirilmesiyle yapılan, duyduğumuz an, biraz yadırgadığımız ama anlam itibariyle hoşa giden “alışılmamış bağdaştırmalar” da şiirde manayı güçlendiren ve imgenin oluşmasını sağlayan bir yoldur. Bu kullanım manayı derinleştirmek için şairler tarafından çokça kullanılmıştır.

Gelelim örneklere:

“Yine zevrâk-ı derûnum kırılıp kenâre düştü
Dayanır mı şîşedir bu reh-i sengsâre düştü”

(Şeyh Galip)

(Yine içimin (gönlümün) kayığı parça parça olup kıyıya düştü
Sırçadandır bu, dayanır mı, taşlık yola düştü.)
(Gönlün kayığı- Alışılmamış bağdaştırma)
“Giydin boyunca nâz ü letâfet libâsını
Öptür doyunca dâmenini bînevâlara ”

(Bâkî)

(Boyunca naz ve incelik elbisesini giydin
Gel, (sana) düşkün olanlara (peşinden koşanlara) eteğini doyasıya öptür.)
(Naz ve incelik elbisesi- Alışılmamış bağdaştırma.)

“Sana kullanılmamış bir gök getirsem”
(Atilla İlhan- Ben Sana Mecburum)

“Onu terk ettiğim kül rengi salı
Bir ölüm fırıldağı gibi içim sıra dönüyor”
(Atilla İlhan- Eski Rumeli)

“Biliyorsun ben hangi şehirdeysem
Yalnızlığın başkenti orası”
“Ve denizin gişesinde oturan kısa boylu saat gişesi”
(Cemal Süreyya- Vakit var Daha)

Bu açıklamalardan sonra þunu rahatlıkla söyleyebilirim: İmge yeni bulunan bir şey değil, o zaten Türk şiir geleneği içinde vardı ve şairler tarafından anlamı güçlendirmek, manaya derinlik kazandırmak amacıyla kullanılıyordu. Geleneğimize baktığımız zaman, onu öğrenmeye çalıştığımız an, onun derinliğini kavrayabiliriz. Dilimizi gerçekten öğrendiğimizde ve onu bilinçli olarak kullanmaya başladığımızda, bir şair olarak kelimelere hükmedebilir ve hafızalarda yer alabilecek şiirler yazabiliriz. Necip Fazıl’ ın “Sayıklama” adlı şiirindeki sesi ve imgeleri yakalayabilirsek, “büyük şiir” lere imza atmamız hiç de zor olmayacaktır.

SAYIKLAMA

"Kedim, ayak ucuma büzülmüş, uyumakta,
İplik iplik sarıyor sükûtu bir yumakta
Hırıl hırıl,
Hırıl hırıl…
Bir göz gibi süzüyor beni camlarda gece,
Dönüyor etrafımda bir sürü kambur cüce
Fırıl fırıl,
Fırıl fırıl…
Söndürün lâmbaları uzaklara gideyim
Nurdan bir şehir gibi ruhumu seyr edeyim
Pırıl pırıl,
Pırıl pırıl...
Sussun, sussun uzakta ölümüme ağlayan!
Gencim, ölmem, arzular kanımda bir çağlayan
şırıl şırıl,
şırıl şırıl...
Ne olurdu bir kadın, elleri avucumda,
Bahs etse yaşamanın tadından baş ucumda
Mırıl mırıl,
Mırıl mırıl…



MEHMET NURİ PARMAKSIZ BEYE BU GÜZEL YAZIDAN DOLAYI SONSUZ TEŞEKKÜRLER…

(NURAY LALE)

    Mehmet Nuri Parmaksız
İstanbul -01.03.2006
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail