"Şiirin her devirde tartışma yaratan bir sanat
dalı olması, bir anlamda, onun cazibesinden ileri gelir.
Friedrich Hegel’in, “ Güzel sanatların en üstünü ve en zor olanı
şiir sanatıdır.” söyleminin altında yatan gerçek de, bu olmalı
herhalde. Geçenlerde bir şair, “Hocam, şiir sanat için midir,
yoksa toplum için mi?” diye sorunca, bu meselenin hâlâ
hallolmamış olduğunu gördüm. Cevap vermeden önce, “sizce
hangisi?” dediğimde,“Valla, şiiri ben, kendim için yazıyorum;
hangi şair şiirini, sanatı ve toplumu düşünerek yazmış ki?”
sözlerine karşılık, “bir anlamda haklısın; ama kendin için
yazdığını paylaştığın zaman, şiir toplumun hizmetine girmiyor
mu, yazdığının güzel olması için sanat yapmıyor musun, sonuçta
yazdığın şiir, bir sanat eseri olmuyor mu?” dedim. “ Haklısınız
oluyor ve ben bunu hiç düşünmemiştim” cevabına sonra, T. S.
Eliot’ın, şu sözlerini hatırlattım, o şair arkadaşa: “ Hiçbir
ozanın, hiçbir sanatçının tek başına tam bir anlamı yoktur. Onun
anlamı, değerlendirilmesi, ölmüş ozan ve sanatçılarla olan
bağının değerlendirilmesidir.”
Siir yazıyoruz ama niye yazdığımızı ve nasıl güzel mısralara
ulaşacağımızı, pek düşünmüyoruz gibi geliyor bana. Günümüzde,
bazı şairlerin aklını sırf meşhur olmak konusuna taktığını
görüyorum. Oysaki bu arkadaşlarımız şunu iyi bilmelilerdir ki,
yazdıkları şiir, her yönüyle güzel olduktan sonra, o ün, onları
mutlaka bulacaktır. Bu konuda Selahattin Eyüboğlu, “ Şöhret,
sanatın samimi gayesi ve mükâfatıdır.” der; ancak, okumadan,
geleneği ve şiir tekniklerini bilmeden, yazacaklarımızda, hem
duygu hem de mana noktasında, neyi nasıl anlatacağımızı
düşünmeden, bu yolda muvaffakiyet elde edileceğimiz hayali pek
inandırıcı gelmiyor bana. Valery’in, şiir ve sanat eseri
konusunda söylediklerini, mantık süzgecinden geçirip
kabullerimiz ölçüsünde kendimize bir yol çizmemiz gerektiğine
inanıyorum: “ Gerçek şiirin, asıl sanat eserinin kendi
varlığından başka bir amacı yoktur. Şiir, kendisiyle başlar,
kendisiyle biter. Bütün soyluluğu da buradan gelir.”
Günümüz şairlerinin çoğu, şiiri sadece duygudan ibaret
zannediyor ve yanılıyorlar. Şiirde bir biçim kaygısı olamadan,
söyleyişte bir incelik bulunmadan, duygu ve mananın çatısı
altında teknikleri birleşmeden, şiirin sadece ilhamla ortaya
çıkabileceğini iddia etmek, gerçek şiirden ne kadar
uzaklaştığımızın göstergesidir. Bugünkü şairlerin içine düştüğü
durum, işte budur. Kelimelerin şiirdeki yeri ve önemini
anlamazsak, Türkçenin güzelliğini yazdığımız şiirlerde
duyuramazsak, işimiz gerçekten de çok zordur. Bu sözlerimle
yanlış anlaşılmak istemem; şiire bu konuda vakıf olmayanların
şiir yazmaması değildir demek istediğim, sadece, şairliğin ne
kadar zor bir iş olduğunun anlaşılması adına, bunların bilinmesi
gerektiğini söylüyorum. Melih Cevdet Anday’ın- ki bu şairimiz O.
Veli’yle beraber serbest şiirin ve Garip akımının
başlatıcısıdır- söylediği şu sözlere, aslında bütün şair ve
müteşairlerin, kulak vermesi lazım: “ … duygular, düşünceler
sözcükleri değil; sözcükler duygularımı, düşüncelerimi
yönetiyor. Ressam Degas’ın: “ Çok güzel duygularım var, ama
şiirde başarıya eremiyorum. Neden?” diye sorması üzerine
Mallarme, çok ünlüdür, “ Dostum” demiş, “ Şiir sözcüklerle
yazılır. Herkesin duyguları, düşünceleri var, yetseydi herkes
şair olurdu.” Anlaşılamayan budur. İçinden geldiği için mimar ya
da mühendis olmaya kalkanı görmüyoruz. Demek sanatların en
kolayı şiir ki, duygulara, düşüncelere dayanılarak şair
olunabileceğine inanılıyor.”
Haşim’in, “O Belde” şiirinde geçen, “ Melâli anlamayan nesle
aşina değiliz” mısraındaki gizli gerçeği göremeyenlerin, “gerçek
şiire” ulaşabileceklerine inanmıyorum. Şiir sanatını
anlayabilmek için, bu konu hakkında kafa yormuş şairlerin
poetikalarını, sorgulayıcı bir üslupla okumanın şiirimize ve
şiire bakış açımıza katacağı o kadar çok şey var ki… Şu
inadımızdan vazgeçip de bir okumaya başlasak, şiirin ne kadar
ciddi bir iş olduğunu anlayacağız. Şiiri gereksiz yere
uzatanların, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın, “ En az sözcükle
yazılmalıdır şiir” tanımından haberleri yok herhalde. Gelenek
noktasında, “ büyük şiire” ulaşmış şairlerin şiirlerinden ders
almayanların, Cemal Süreyya’nın deyimiyle, “şiirin, şiirle
öğrenileceğini” bilmeyenlerin, kendilerini tatminden öte yol
alamayacaklarını düşünüyorum. İnsanın kendini kandırması
kolaydır, dinletilerde ve şiir çevrelerinde aldığımız alkışlar
bizleri yanıltmasın; çünkü yanlışlarımızdan dönmezsek ve
kendimize ait bir “şiir dili” oluşturamazsak, bu şair bolluğu
içinde, özgün niteliklerimizi ortaya koyamazsak, sonuç hiç de
tahmin ettiğimiz gibi olmayacaktır. Zaman kaybetmeden, “ Şimdi
ne güzel yeni baştan- Yürümeye ve sevmeye başlamak” diyen Melih
Cevdet gibi, şiirimiz adına okumaya, araştırmaya, başta kendi
şiirimizi ve sonra evrensel şiiri öğrenmeye başlamamız lazım.
Şiirimizi ilimle, teknikle ve bilgiyle yoğurmazsak; “ ilimsiz
şiir, harcı ve hesabı olmayan duvar gibidir” diyen Fuzuli, bu
sözünde haklı çıkacak ve şiirimizi sağlam temeller üzerine
oturtmadığımız sürece, zaman, emek ve uğruna birçok şeyimizi
harcadığımız şiirlerimiz kağıttan duvarlar gibi sanatın acımasız
eleştirisi ve zamanın yıpratıcılığı karşısında, yıkılıp
gidecektir. Bu konuda ciddi düşünenlerin, Ziya Osman Saba’nın, “
Geç Kaldık” adlı şiirindeki gibi, şiirleri adına geç kalmaktan
dolayı hayıflanmamalarını diliyorum.
“Geç kaldık, Yârâb, geç kaldık!..
Şu hayât işte, gök, dallar, gün,
Bizi sardı, Yârâb, geç kaldık…
Bırakıp fazlasını ömrün
Koşup sükununa ermeğe,
Koşup sana hesap vermeğe
Geç kaldık, Yârâb, geç kaldık...”
Okumamamız ve bir anlamda şiirlerimiz adına eleştiriye açık
olmamız, bizi devamlı yanlışa sürüklüyor; bir an önce gerçekleri
görmek zorundayız; yoksa çok geç olacak. 1959 yılında yapılan
bir söyleşide, “Türk şiiri için neleri zararlı buluyorsunuz?”
sorusuna, Atilla İlhan’ın verdiği cevap enteresandır: “ Başta
siyaseti, sonra Orhan Veli’yi.” Atilla İlhan, o günlerden -belki
de- bugünleri görerek söylemiştir o sözü. Serbest şiiri, her
şeyiyle “serbest” zanneden bir neslin yetişmesinde, bir anlamda,
suçlu bulmuştur Orhan Veli’yi. Aslında O. Veli, tam da şiir
estetiğini değiştirmeye başladığı bir dönemde, talihsiz bir
şekilde aramızdan ayrılmıştır; ama onun şu sözü bile, serbest
şiirin sanıldığı kadar kolay olmadığını anlatmaya yeter: “
Kolayca okunabilen bir şiirin, kolayca yazılabileceğini mi
sanıyorsunuz?..” Bu tarzda yazılmış şiirlerin basit bir şekilde
yazılmış gibi görünmesi aldatmasın sizi. Orhan Veli’nin alt
kültüründe nelerin olduğunu bilmememiz yanıltıyor bizleri. İşte
bütün bu yanılgılarımız, şairleri gerçek manada tanımayışımızdan
ileri geliyor; şiirleri dışında şairlerin şiir hakkında neler
söylediğini bilmiyoruz, “ondan, bundan” duyduklarımızın
doğruluğunu araştırmadan anlatılanlara körü körüne inanıyoruz?
Artık bu yanlışlardan dönmenin zamanı gelmedi mi diye sormak
isterim şairlere?
Montaigne, “ büyük şiir, aklımızı allak bullak eder” diyor,
aslında gerçekleri bir görebilsek ve gelenekle, gerçek şiirle
bir yüz yüze gelebilsek, bir“aydınlanma dönemi” yaşayacağız.
Şiirlerinin çoğunu serbest tarzda yazmış olan Nazım’ın şu
sözlerini, hece ve aruza önyargı ile yaklaşan ve taassup
derecesinde serbest şiir tarzını benimseyenlerin dikkatine
sunuyorum: “ Ben kendi payıma bir iki iyice şiir yazdımsa,
bunların tümünün içeriğini önceden iyice pişirdim. Sonra en
uygun biçimlerini ne çeşit uyakla ( kafiye ile), ne çeşit ölçü
ile yazılabileceğini, boyutunun aşağı yukarı ne olabileceğini,
dilinin edâsını, çeşnisini, peşinen kestirmeye çalıştım. Yani
çok zahmetli bir çalışmadan sonra işe koyuldum.”
Günümüzde, çoğu kişinin kendisini şiirin üstadı olarak
görmesinin nedeni, biraz da cehaletten ileri geliyor. Bu konuda,
Yahya Kemal’in, “cehâlet, esâretten kötüdür.” sözünü hatırlatmak
isterim. Yani, “İnsan bilmediğinin cahili, bilmediğinin
düşmandır her zaman.” Kabullerini araştırmadan, okumadan ve
belli bir sorgulama neticesinde oluşturmayan şairlere, doğruyu
göstermek de, her geçen gün zorlaşıyor. Kulakları alkışlara
alışmış şairlerimizi eleştirmeye kalktığınız zaman- ki onların
daha güzel şiirler yazması adına bunu yaptığınızı da
anlamıyorlar- birçok şeyi göze almak gerekiyor. Çağımızda,
milletvekili dokunulmazlığı gibi, sanki şairlerin de bir
dokunulmazlığı var. Bu şairlerin şiirleri hakkında
düşüncelerinizi söylemek ve eleştirilerinizi sunmak için,
“Müteşair Bakanlığı”ndan izin almanız gerekiyor ve bu müsaadeyi
alabilmek de öyle kolay bir iş değil. Peki, şimdi soruyorum
size: Gerçek manada şair olanların, eleştiriye açık olmaları
gerekmez mi?
Şiirlerimiz ve sanat konusunda, birisi bizi eleştirdi diye, o
kişiye küsmek ve hemen savunmaya geçmek de ne oluyor? Sanatta
iltimas olmaz; bir şiir güzelse güzeldir, beğenmediğimiz bir
şiiri alkışlamak zorunda değiliz. Eleştiri ve tenkitlerimizde
kırıcı olalım demiyorum; hiç olmazsa, beğenilerimizde objektif
olalım diyorum. Hep alkış, hep alkış… Beğenmediğimiz bir şiire
karşı sükût etmek varken, neden o şiiri alkışlarız? Aslında her
şey ortada. Eleştiri ve alkışlarımızda objektif olalım yeter.
Geçmişle bugünü karşılaştırıyorum da, ilgi yönünden pek bir
azalma söz konusu değil; ama şiirin okunması noktasında durum,
hiç de iç açıcı değil. Şairlerin kendi imkânları ile
bastırdıkları şiir kitapları, ancak eşe dosta hediye ediliyor ve
sınırlı sayıda insana ulaşabiliyor. Dergiler ve internet
sitelerinde şiirler yayınlanmaya devam etse de, gazeteler
açısından şiir çok önemsenmiyor. Ezberinde 5–10 şiir olan, şiir
defteri tutan öğrenci veya insan kalmadı gibi. Teknolojik
gelişmelerin de tesiriyle, şiir okunmaktan çok “dinlenmeye”
başladı çağımızda ve bu noktada “şiir yorumcuları” sayesinde,
Türk şiiri, manzum hikâye tarzı şiirlerin istilasına uğradı
denebilir. Gösteri amaçlı bu tarz dinletilerin şiire karşı
ilgiyi artırması, olumlu bir etki sayılsa da, “ticari kaygı”
neticesinde yazılan şiirlerin, şiirimizin kalitesini
düşündürdüğü de bir vakıadır.
Peki, ne yapmamız lazım o zaman? Bir kere, devrin estetiği ve
insanların istekleri, belli bir süre daha şiirimize yön vermeye
devam edecektir. Şiirle ciddi bir şekilde uğraşanların
yazdıklarının değeri tam olarak anlaşılmasa da, zamanın
süzgecinden geçen şiirler noktasında “gerçek şiirin peşinde,
yılmadan çalışanların”, isimlerini yaşatma hususunda, şanslı
olduğunu söyleyebilirim. Tabi bu görüş, bana göre bir doğru.
Herkes inandığı yolu seçmekte serbesttir; zaman, bu konuda kimin
haklı olduğunu, nasıl olsa ortaya koyacaktır. Bekleyelim ve
görelim.
Bu düşünceler ışığında, Faruk Nafiz’e ait olan, “Sanat”
şiirinin, şairlerimiz tarafından bir kez daha gözden
geçirilmesinin gerekliliğine inanıyorum.
SANAT
...
Başka sanat bilmeyiz, karşımızda dururken
Yazılmamış bir destan gibi Anadolumuz
Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken
Sana uğurlar olsun... Ayrılıyor yolumuz! "
Mehmet
Nuri Parmaksız
İstanbul -15.03.2006
http://sufizmveinsan.com
|