Kuantum
kelimesi, birçoğumuza
karışık bilimsel kavramları çağrıştırır. Kuantum
teorisini anlamak isteyenler için, bu yazıda kuantumun temel
kavramlarının herkes tarafından anlaşılması amacıyla en
basite indirgeyerek yazmaya çalıştım.
İstanbul’daki
ilkokulun bahçesinde ağaçların çiçeklerini inceleyerek başlayan
bilim merakım Tokyo Üniversitesi Kimya Bölümü’nde devam
ediyor. Bu merak, bende şu nedenle başlamıştı: Her gelen
tarih hocası tarihi farklı anlatıyor, edebiyat hocaları şiirleri
farklı farklı yorumluyordu, oysa fen hocalarımız hep aynı
şekilde anlatıyordu. Bilimin bu tutarlılığı bana hep çekici
gelmiş, matematiğin bir kurgu olduğunu düşünerek biyoloji
ve kimya arasındaki ilgimi kimyaya yönlendirerek yolumu çizmeye
başlamıştım.
Bu
yazıdan itibaren, çeşitli güncel bilimsel konuları ele
alarak farklı yaklaşımlarla size sunmaya çalışacağım.
Kimilerine göre kimya, geçen yüzyılın bilimi iken bu yüzyılda
biyolojinin şahlanacağı söyleniyor; oysa bilimler arasında
gerçekte hiçbir zaman duvar olmamış, sanal sınırlar çizilmiştir.
Günümüzde bilimlerin arasındaki bu sanal duvarlar da kalkmıştır,
fizikokimya, biyokimya, jeokimya vb...
Tarih
araştırmaları ve dersleri bu kadar farklılık gösterirken
gerçekten de bilimsel kuramlarda değişimler olmuyor mu? Bunun
en temel örneği Einstein’ın bulgularıyla ortaya konmuştur.
Kütlelerin hızları ışık hızına yaklaştıkça klasik
fiziğin kuralları geçerliliğini yitirmektedir.
Hemen
herkesin bildiği bir söylem vardır: Felsefe, bütün
bilimlerin anasıdır. İnsan düşünmeye başlayarak felsefeyi
oluşturmuş, bunun sonucunda bilimler ortaya konmuş ve
bilimlerin gelişmesi felsefeye paralel ilerlemiştir. Ne var ki
bu noktada felsefenin de ötesinde olan sufizm olmuştur. Zira
sufizmin algı ve tecrübe noktası felsefenin ötesindedir.
Dolayısıyla sufizmin bakış açısıyla bilimsel çalışmalar
yapılmaya başlandığında, yeni bulguların ve keşiflerin
ivmesi artacaktır. Ne var ki sosyolojik şartlanmalar ve
Sufizmin uzun yıllar kapalı kalmış olması birçok bilimadamı
tarafından anlaşılmasına mani teşkil etmektedir.
Kimya,
maddenin özünü anlama, değiştirme ve kontrol etmeye yönelik
bir bilimdir de denilebilir. Geçen yüzyılın ilk yarısında
bu bilim dalının dönüm noktası da diyebileceğimiz süreç,
kuantum teorisinin ilk deneysel sonuçlarıyla ortaya çıkmıştır.
Kuantum
mekaniğinin getirisi ise basit ve temel anlamıyla şöyleydi:
Beş duyu boyutumuzdaki fiziksel kurallar atom boyutunda
geçerliliğini yitiriyordu. Konuyu daha basit bir örnekle
anlatmak gerekirse, Ankara’dan İstanbul’a gelirken
mesafenin 600 km olduğunu düşünürsek ve sabit hızla saatte
100 km ile yol alırsak İstanbul’a 6 saatte varırız ve her
an hangi noktada olduğumuzu tespit etmek de mümkündür, yani
mesafe hız ile zamanın çarpımına eşittir. Ne var ki,
klasik fizikteki bu ve benzeri kurallar, atom boyutunda geçerliliğini
yitirmektedir. İşte bu noktada kuantum mekaniği yeni teoriler
sunmuştur. Bunlardan en önemlisi, belirsizlik prensibi ve
partiküllerin hem tanecik özelliği hem de dalga özelliği göstermesidir.
Kısacası, bir elektronun yerini tam olarak söylemek mümkün
değildir. Kaldı ki bir elektronu mikroskop altında gözlemlemeye
kalktığımızda, görmek için göndereceğimiz ışık ile
elektron hızlanacak ve mikroskop altında elektronu doğru
yerinde görmemiz mümkün olmayacaktır.
Kuantum
teorisi 1900 yılında Max Planck tarafından ortaya atılmıştır.
Planck’ın deneyinin sonucu şudur:
Nasıl
ki madde atomlardan oluşmuş ve sürekli değilse, enerji de süreksiz
olup kuanta denen çok sayıda ayrık birimlerden oluşmuştur.
Einstein
da 1905 yılında, fotoelektrik deneyi ile elektromagnetik
radyasyonun parçacıklardan müteşekkil olduğunu ve
ışığın foton denen parçacıklardan oluştuğunu öne sürmüştür.
1920’lerde ise Niels Bohr ve Werner Heisenberg, hipotetik
deneylerinde atomaltı parçacıkların davranışlarının ne
kadar kesinlikle ölçülebileceğini araştırmışlardır. Ulaştıkları
sonuç, parçacıkların momentum (hızları ve kütlelerinin çarpımından
çıkan değer) ve pozisyonlarının (bulundukları noktaların)
kesin olarak tespit edilemeyeceği şeklindedir.
Bu
sonucu şu şekilde örneklendirebiliriz: Bir hidrojen atomu,
bir proton ve bir elektrondan oluşmuştur. Eğer bu atomun
elektronuna mikroskop altında bakmak istesek, elektronu görmek
için göndereceğimiz ışık,
elektrona enerji katacak ve elektron hızlanarak
mikroskobun görüş alanının dışına çıkacaktır.
Kuantum
fiziğinin diğer önemli bir yaklaşımı 1924 yılında Louis
de Borglie tarafından yapılmıştır. Borglie, ışığın
sadece parçacık özelliği değil, aynı zamanda dalga özelliği
de gösterdiğini sunmuştur. 1927 yılında Irwin Schrödinger
tarafından yapılan deneyler Borglie’yi tasdik eder sonuçlarda
olmuştur. Bir elektronun hem parçacık hem de dalga özelliği
gösterdiği kabul edilmiştir.
İşte
bu noktadan itibaren yapılan bilimsel gelişme, Sufizmi algılamamızı
kolaylaştırmıştır. Nar
yapı ve nur yapı ile ifade edilen kavramların aslında
bilimsel olarak da açıklanabilmesi gündeme gelmiştir. Bu
önemli bir noktadır. İnsanlığın geneline yayılan bilim,
tarih içinde sadece belli kişilere açıklanan mistisizmin bütün
insanlığa açıklanmasına sebep olmuştur. Konuyu bu açıdan
değerlendirince, nasıl ki bilim bir dönüm noktasına girmişse
Sufizmin algılanması da bir dönüm noktasına girmiştir. Dünün
metafiziği, bugünün kimyasını oluşturmaktadır. Bu sürecin
bizi getireceği noktanın henüz bilim kurgularda bile boy göstermediği
kanaatindeyim.
Sağlam
bilimsel veri tabanı ve bilim etiği almış kişilerin Sufizmi
anlaması ve yaşam biçimine dönüştürmesindeki ana sebep,
sufizmin ve bilimin şartlanma kabul etmemesidir.
2002
Kimya Nobel ödülünü alan Mühendis Tanaka’nın yaptığı
deneyle ilgili olarak bütün çalışma arkadaşları hazırladıkları
raporlarında son noktayı koymuşlardı: ‘Yumemonogatari’
Bunu gerçekleştirmek hayalden öte bir şey değil. Ancak Mühendis
Tanaka böyle bir şartlanma içine girmemiş, lazer ile molekülleri
parçalardan yapılarını belirleyecek sistemi geliştirmiştir.
Son yıllarda insanlığa sunulan büyük buluş olarak
nitelendirilerek Kimya dalında Nobel ödülüne layık görülmüştür.
Sufizm
de bize benzer örnekler sunmakta, bazılarının düşünmeye
bile cesaret edemediği gerçekleri bütün çıplaklığı ile
göz önüne sermektedir ve en karışık gözüken konuları
bile düşünce ile somutlaştırarak şartlanmasız şekilde
anlamaya çalışan bütün insanlığa sunmaktadır. Neredeyse çöl
bedevilerinin örf adetleri olarak algılayacağımız noktada
yine sufizm imdadımıza yetişmektedir. Ancak, sufizmin anlatım
tarzı olmuş mecazi ifadeleri birebir anlamlarıyla değerlendirmemek
gerektiğini, bunların sadece kişileri konuları anlamaya yakınlaştıran
unsurlar olduğunu ifade etmek gerekir. Düşünün ki siz
MIT’de bir kimya profesörüsünüz ve sizden 1400 sene önce
yaşamış kızılderelilere kuantum fizik dersi vermeniz
isteniyor. Ne kadar konuyu somutlaştırmak isterseniz, o kadar
mecaz içine gömüleceğiniz kaçınılmazdır. Anlatılanların
mecaz olarak anlaşılmasındaki en önemli sebeplerden biri de
anlatan ile algılayan arasındaki frekans farkıdır. Kaldı ki
anlatmaya çalıştığınız, sadece kuantum fiziği, ya ötesi.
İnsanları
genel anlamda forme eden şartlanmalar ne yazık ki bilimi de
etkilemektedir; şartlanmasız ve ön yargısız yaklaşımlar
ile ortaya konacak gerçeklerin bilime ve dolayısıyla insanlığa
açacağı sonsuz kapılar olduğu bir gerçektir. Ne var ki,
bilimin ulaştığı son nokta ile insanlığın genelindeki
idrak düzeyi arasında oldukça büyük fark olduğu bir gerçektir.
Bilimin sonsuzluk ve sınırsızlıktan dolayı herhangi bir son
noktaya geleceğini de söyleyemeyiz.
Turhan Doğan
turhandogan@yahoo.com
Tokyo - 13.12.2002
http://sufizmveinsan.com
|