Konya
velîlerinden Ladikli Hacı Ahmed ağa (1888-1969) Konya'ya bağlı
Ladik kasabasında doğdu. Babasının adı Mehmet, annesinin adı ise
Emine'dir.
Gayet cömert, vakar, temkin ve itidal ehli idi. Sükutu ihtiyar
eden, ihtiyaç halinde konuşurlar.
Ümmi olmasına rağmen, Hocası Hızır Aleyhisselam olduğu için, ondan
manevi ilimler almış olup, İlm-i Hikmette yekta idi.
Kendisini Hakk’ın rızasına, halkın hizmetine adamış, her zaman ve
her yönde halkımıza önder, rehber, teselli ve ümit kaynağı idi.
Kendisine bir şey sorulduğu zaman;
-Durun gardaşım, şimdi cevabınızı getiririm.. der, gider Hızır
Aleyhisselam’a sorar, cevabını alır getirirdi. Kimseyi kırmaz ve
geri çevirmezdi.
Hacı Ahmed Ağa, 8 Haziran 1969 tarihinde Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine
kavuşur. Mübarek kabri şerifleri Ladik mezarlığındadır.
Kerâmet var kerâmetin içinde
Konu keramete gelip çatınca:
- Takmayın kafanıza bunları oğlum! Kerâmet var kerâmetin içinde...
Amma madem ki yârenliğin ucunu ganattınız söğleğim: Bu kerâmet
dediğiniz şeyler, kudretine azametine payân olmayan Allah'ın
ilerde olacak şeyleri böğünden göstermesi gibi bir şeydir.
Mesela ben bazı misafirlerime, yaz ortasında kış, kış ortasında
yaz meyveleri ikram ederim... Hatırları hoş olsun diye...
Rabbimin bir lutfu bu, ihsanı... Bunun hakikatını açamam size.
Üstündeki örtüyü kaldıramam. Doğru değil, uygun da olmaz. Anadan
üryan soyunmaya benzer bu sizin karşınızda.
Amma meselâ bunlara benzer şeyler olacak ilerde. Şidilerde bizim
memlekâtımızda pek yok, olsa da yaygın değil amma, ilerde camlı
bahçalar olacak... Kış ortasında yaz avarı yetiştirilecek o camlı
bahçalarda. Fenne devredilecek bu kerâmet o zaman yani...
O da Allah'ın işi, bu da Allah'ın işi. Allah verirse verir,
vermezsevermez. O istemeyince bir şey olmaz. Bir şeyi
isteyebilmemiz için, O'nun o şeyi istememizi istemesi lazım.
Allah bir kuluna kerâmet kapısı açınca, depelerine çıkılmaz cebel
cebel dağları, kum taneleri gibi küçültüverir ona, derdi.
Bir itirazın varsa dışarı vur
Ahmed Ağa'nın cigarasına takıldı bir adam bir gün.
"-Ahmed Ağa'yı bir de evliyadan diller... Evliyanın işi ne
mekruhtla yaav? Fesübhanallah!..." diye içinden geçirirken, Ahmed
ağa, hiç o değilden, sanki ona değil de bir başkasına söylüyormuş
gibi konuştu:
- Oğlum, dedi, gönliünde dedikodu yapıp durma! İçini gıybetle
bulandırma! Eğer bir safran, tafran bişiyin varsa dışına kus da,
kurtul geç!
"-Kime söylüyor acaba bunları?" diye kıvranmaya başladı adam.
Çünkü mecliste Ahmed Ağa'dan başka bir şey söyleyen, bir şey soran
yoktu.
O adam, "-Kime söylüyor acaba bunları?" diye içinden iç geçirince,
Ahmed Ağa:
- Sana söğleryorum oğlum, sana! Kime olacak sana! Kalbinde
sakladığın teşviş, fitne olur san! Önünü keser durur! Gönlüne saab
ol! Bir itirazın varsa dışına vur! Tutma içinde... İçinde tuttuğun
her şey yara olur. İçinde tutulacak şey vaar, tutulmayacak şey
var. Bunları ayıramazsan hayatın heder olur, der.
Nasıl bir Hızır bekliyordun?
Akşehir Kaymakamı Ahmed Ağa'ya:
- Ahmed Ağa, demiş siz hep görüşüyorsunuz, bir de bana göster
Hızır Aleyhisselâmı!..
Ahmed Ağa, Kaymakamın talebine yuvarlak çerçeveli bir cevap
vermiş:
- Oğlum, nasibse görürsünüz inşallah! demiş.
Ahmed Ağa'nın hayranlarından olan Kaymakam, bir Ramazan günü,
iftara yakın, iftar sofrasına oturmuşlar, ailecek iftar topunu
bekliyorlar... Kaymakam sigara tiryakisiymiş. Kaymakam
tiryakiliğin verdiği ruh haliyetiyle beklerken, kapısı üç kez
çalınmış. Çıkmış bakmış Kaymakam, kapıda bir adam:
-Biseciii! Bise alırmısınız efendiii?
Arkasında da bir deve, geviş getiriyor geve geve.
Ne desin Kaymakam?
- Ne bisesi be adam? Biseyi ne yapayım ben?
- Peki efendi kızma! Bizden sorması, sanki ısmarlamış gibiydiniz
de... Hadi iftar-ı şerifler hayrolsun! demiş, çekmiş devesinin
yularını:
- Biseciii! Bise alan, katran alan...
Kaymakam kapıyı kapatıp da sofraya dönerken, mırıldanıp kendi
kendine içinden: Allah Allaaah! Bu saatte bise mi satılır be adam?
Mübarek iftar vakti... Fesûbhanallah! çekmiş.
Bir müddet sonra tekrar Ladik'e gittiği zaman:
- Aşk olsun Ahmed Ağa, bize Hızır Aleyhisselâmı daha göstermeyecen
mi Hacı Babam? diye sitem etmeye kalkınca, Ahmed Ağa:
- Size de aşk olsun hay guzum! Kapınıza gelen Hızır'ı kovarsınız,
ondan sonra da gelir bize sitem yaparsınız! demiş.
Kaymakam şaşkınlık içinde:
- Ne demek o? Ne zaman geldi Hacı Babam? diye sorunca, Ahmed Ağa:
- Ramazanın son günlerinde, siz sofrada beklerken kapınıza bir
Biseci geldi mi?
- Geldi?
- Devesinin semerindeki katran küplerine dikkat ettin mi, semere
bağlı mıydı, değil miydi?
- Ben bu tiryaki kafasıyla nerden dikkat edecem ona Hacı Babam?
- İçeceksen sen iç cigarayı oğlum! Cigara seni içmesin!... Hem sen
nasıl bir Hızır bekliyordun? Yakası kartlı, kravatlı birini mi
bekliyordun? Kolalı gömlekli, ütülü pantolonlu birini mi
bekliyordun? Neyse... Gördün işte gayrı... Görmedim diyemezsin!
Kaçırdın ammaa, gördün işte yine de... demiş ve teselli etmiş
Kaymakamı, Ahmed Ağa, ama.... Kaymakam epey eyvah çekmiş tabiii..
Çölde
Bir Mehmetçik
Ladikli Hacı Ahmed Ağa, 1389 Seferberliğinde cepheye gitti. Pınar,
Losfaki, Çatalca, Vokestin, Dökme Meydan Muharebelerine katılarak
kahramanca çarpıştı. Daha sonra; Makedonya'da, Yunanistan,
Arnavutluk ve Bulgaristan'da çeşitli cephelere katılan Ahmed Ağa,
cepheden cepheye koştu.
Hacı Ahmed Ağa anlatıyor:
"-Şimdiki yahudilerin yerleştiği Gazze şehri civarında,
İngilizlerle harp ederken mensup olduğum birlik İngilizler'ce
pusuya düşürülmüş, birliğin tamamı makinalı tüfeklerle taranıp bir
kısmı öldürülmüş bir kısmı da yaralanmıştı. Ben de vurularak çöle
düştüm. Yanımdaki arkadaşlar da peş peşe vurularak üzerime düşerek
şehid oldular. Bunların arasında sıcaktan kavrulan kumların
üzerinde, son derece susuzluktan yanıyor, bir taraftan da
yaralarım sızlıyordu. Artık Mevla'ma yönelmiş, O'na kavuşma anımı
bekliyordum. Bulunduğumuz mevki; Esas birliğimize üç günlük yol,
bu arada hiçbir canlı yok. Yardım ve kurtuluş ümidi kalmamıştı.
Tam bu sıralarda; Nihayetsiz kerem sahibinin Kudret ve Vefa eli
bize erişti...
Tam çaresizlik içerisinde, sıcak kumlar üzerinde susuzluktan
kavrulan bedenim al kanlar içinde mecalsiz, yaralarım sızlarken,
Güneş’in vurduğu yerden bir beyaz atlı belirdi, bize doğru
geliyordu. Düşman zannı ile korkumdan kendimi ölüler arasında,
ölmüş gibi göstererek yere yatmıştım.
Atlı bize yaklaştı ve bana..:
-Esselamüaleyküm..! Ahmet ne oldu yaralandın mı? Kalk bakalım..!
Diyerek ismimi söyleyince korkum kalmadı, başımı kaldırdım
baktım..
-Kalkmaya mecalim yok.. dedim.
Attan inip yanıma geldi, beni sıkıştıran şehid arkadaşlarımı
üzerimden birer birer çekti. Susuzluktan yanıyordum.
-Sana su vereyim mi? Deyip, su dolu bir matara verdi.
Susuzluktan yanan bağrıma, o Vefa elinin verdiği; hayat ve aşk
bahşeden şifa suyunu içtim... kana kana..!
Mubarek Zat; Ellerini sızlayan yaralar üzerinde gezdirirken,
sızılarım duruyor taze hayat buluyordum. İşte o su, beni başka bir
aleme götürdü.
Bana ne oldu ise; Rahman’ın Vefa elinden içtiğim o hayat ve aşk
bahşeden sudan sonra oldu.!
Sonra beni kaldırıp atının terkisine aldı. En yakın, üç günlük
yoldaki genel karargaha götürdü. Bu yolu nasıl, ne zaman
geldiğimizi bilemedim. Karargahın yakınına atının terkisinden beni
indirdi. Bir değneğe kırmızı bir bez bağlayıp askerlere salladı.
Ayrılacağımız zaman beni getiren bu Zat’a..:
-Efendim sizi bir daha görecek miyim? dedim.
Mubarek Zat bana..:
-Ahmet Ağa; Eğer sen Hak rızası için yaşarsan her zaman seninle
beraberiz. Yok öyle yaşamazsan, bu son görüşmemiz... dedi ve ilave
etti..:
-Askerler gelip seni alınca sana inanmazlar. Onlara beni nöbetçi
subaya götürün, dersin.
Hadiseyi nöbetçi subayına anlat, benim de selamımı söyle..! dedi
ve kayboldu.
Askerler bir sedyeyle gelip beni aldılar. Beni götürürlerken
parola soruyorlardı; fakat ben cevap veremiyordum. Birliğimi
söyledim bana inanmadılar..:
-O birlik vurulup yok edilmiş. Hem sen kurtulduysan, senin
söylediğin birlik buraya 3 günlük yol. Nasıl geldin? Sen yalan
söylüyorsun! dediler.
Ben de :
-Siz beni nöbetçi subayına götürün.. dedim. Askerler beni nöbetçi
subayına götürdüler.
Nöbetçi subayı, ehli hal, aşık bir kimseymiş. Ben nöbetçi
subayına; Birliğimizin başına gelenleri, yaralanıp düştüğümü, beni
kurtaran Adam’ın gelişini ve durumunu anlatırken subay
heyecanlanıyordu, kendisine...:
-Beni kurtaran kimsenin size selamı var..! deyince..
Subay hemen altındaki sandalyeyi bana verdi, bana hürmet etmeye
başladı ve ..:
-Nasıl oldu, bir daha anlat..!
Diyerek üç kere tekrar ettirdi. Her tekrar edişinde heyecanı daha
da artıyordu. Hemen beni tedaviye alıp yaralarımı sardılar. Yaramı
saran doktor işin farkına varmış, bana inanmayanlara:
-Sizin burnunuz koku almıyor mu? Şimdiye kadar hiçbir askerde
böyle bir koku duydunuz mu? Şu hastanın kokusuna bakın, mis gibi
kokuyor... dedi.
Ben hastanede bulunduğum müddet içerisinde, Hocam bir iki defa ve
bana :
-Ahmed, terhis olup memleketine gittiğinde, ben yine gelip seni
bulacağım, merak etme!.. dedi, gitti.
Elhamdulillah iyileşip taburcu oldum. Çok sürmedi bizi terhis
ettiller, artık memleketim olan Ladik’e gelmiştim.
İşte Hocamın bana çölde yaralı iken gelip kurtardığı sırada verip
içirdiği, bana hayat bahşeden o sudan sonra bende bir aşk başladı.
Aşk ateşi beni günden güne benim sinemi yakmaya ve beni dağlara,
ıssız yerlere sürüklemeye başladı. Evde duramaz oldum, derdimi de
kimseye anlatamıyordum.
Yine bir gün sıkıntımdan, üzüntü ve kederimden ne yaptığımı, ne
yapacağımı bilmez bir halde iken, Aşk’ın galebesi ile dağlara
çıkıp gittim.
Bir kış günü idi, her taraf kar kaplı. Bir de baktım ki, onbir
tane kurt arkama düştüler. Durumlarından aç oldukları belli idi.
Korkup olduğum yerde durdum, onlar da durdular.
-Yaa Rab..! Sen muhafaza eyle.! Diyerek , Rabbıma niyaz ettim.
Hayvanlar ağızlarını kaldırarak hep birden öyle bir uludular ki;
Vücudumun bütün kılları , adeta elbisemden dışarı çıkmıştı. Tam o
sırada, semadan kurtların üzerine beyaz, koyun kuyruğu şeklinde
birşey indi. Hemen kapışıp yediler ve birazını bırakıp gittiler.
Onlar gittikten sonra, o şeyin düştüğü yere varıp;
Acaba bir parça kalmış mı? Diye bakarken ufacık bir parça buldum.
Hakikaten kuyruk şeklinde beyaz ve yumuşak bir şeydi. Bu parçayı
aldım yedim. Günlerce açlık hissetmedim..!
İşte böyle günler aylar geçiyor. Hep gözlerim yolları gözlüyor.
O’nu bekliyorum ;çünkü;
-Geleceğim... demişti.
Gönlümdeki yangın ateşi arttıkça, lisanım gönlümdeki feryadı
dışarıya döküyordu...
Tam oniki sene geçmişti aradan. Nihayet bir gün Elhamdülillah,
Hocam teşrif edip göründüler, artık dünyalar benim oldu.
İşte o günden sonra, hemen hemen hergün uğrar, lüzum eden ders ve
malümatı verirdi. Zaman geldi artık beni alır, kendisi ile beraber
manevi toplantılara götürürdü. Kendisi gelmediği zaman, manevi
telefonla haberleşir, emredilen yere saatinden önce varırdım.
Daima böyle saatinden önce vardığım için de, üstadım beni çok
sever memnun olurdu.