Çizgisizlik, brainnetçilik
(internet’ten mülhem bu “tilciği” benim uydurup fikir
hayatımıza kazandırdığımı hatırlarsınız), hakikâti
ararken zavallı gerçeklerde
boğulmak, transandans...
Buralardan devam etmekteyiz sohbetimize.
“Memleketimizde
genel olarak müşahade ettiğimiz sosyo-kültürel yozlaşma ve
kayıplar beni çok üzüyor dostum. Basitlikle
(simplicity) sadelik
(ignorance: hem saf, sade hem de cahil anlamına
gelir), seçkinlikle
(elitizm) züppelik
(snobizm), vulgarizasyonla
(hem halkın anlayabileceği hâle getirme hem de bayağılaştırma
anlamlarına gelir) veya popülarizasyonla
(toplumun anlayabileceği yaygınlığı kazandırma) ucuz popülizm
(halk dalkavukluğu) maâlesef karmakarışık olmuş hâlde.
Toplumumuz gustosunu
kaybetti. Zaten Çanakkale
Harbi’nde Osmanlı’nın harsını bize taşıyacak hemen
hemen bütün münevverlerini şehit vermiş bu ülke. Kalan azıcık
elitin çoğunu teşkil eden, 15-20 sene önce gazinoları
dolduran kaliteli ve kültürlü, görgülü orta sınıf artık
sürünmekte, kitap veya CD alacak parası da, morali de yok! O
zamanlar, assolist halis klâsik Türk Musıkisi
meşk etmek için sahneyi teşrif ettiğinde sol ellerindeki çatalları,
sağ ellerindeki bıçakları usulca kenara koyup huşu içerisinde
dinleyenler, artık, sırra kadem bastılar. Müzikolojik
açıdan değersiz
ama ekonomik açıdan
pek kıymetli, estetik açıdan
çirkin, muhteva
açısından lümpen
ve argo şarkıları söyleyen, bir gecede şöhretin zirvelerine tırman(dırılı)ıvermiş
sözüm ona san’atçılar itibarda artık. Tabaklar kırılıyor,
ceketler yakılıyor, ar damarları patlıyor ve bunları
yapanları her gün toplumumuza “hortumlayan” vicdan fakiri
büyük medya kurumları köşeleri dönüyor...
Saldırganlık,
cinsellik, dehşet ve kan süslüyor (!) televizyon ekranlarını;
esbab-ı mucibe hazır: Rating
için canım! Rating hesaplarında kıstas alınan kesim kim? C
ve D kümeleri; yani, sosyo-kültürel ve ekonomik açılardan
en düşük, en cahil kesimler. Peki, neden onlar? Çünkü
en büyük tüketici
pazarını oluşturuyorlar da, ondan. Her şey bu derecede
maddi ve ucuz mu? El cevap: Evet, piyasa
ekonomisinin kaçınılmaz sonuçları bunlar, n’apalım!
Her şey ekonomi-merkezli olmuş. Doğu ve Güneydoğu’dan yoğun
bir şekilde yaşanan göç müthiş bir sorunsalı da yanında
getirmiş: Toplumsal anomi.
Yani normların
kaybı, kafa bulanıklığı, aidiyet
ve mensubiyet şuurunun silikleşmesi veya sapması.
Köyünden gelen ilk aile prensip olarak örfüne, adetlerine,
devletine ve -kendi anladığı anlamda- dini inançlarına
iyice sarılıyor, hemşehrileri dışındaki dünyaya
kapanıyor. Onlardan pek sorun çıkmıyor, esas tehlike ikinci neslin tepesinde, yani onların çocuklarında! Ne
köylü kalabiliyorlar, ne şehirli olabiliyorlar ve her şeye
isyan ediyorlar, kimlikleri yok çünkü. Medyanın mahut
hediyelerini (!) gördükçe asla ulaşamayacakları bir
hayata hem özeniyor, hem ona perestiş ediyor (öykünüyor),
hem de nefretle doluyorlar. Zaten manevi
kodlar değişmiş son on-onbeş senede: “Köşeyi dön de
nasıl dönersen dön”, “benim memurum işini bilir”
diyen, saatte 200 küsür kilometre sür’atle gitmekle övünen,
şatafat ve papatya meraklısı bir zihniyet dimağlara
pompalanmış; dürüstçe ticaret yapmak, vergisini ödemek
enayilik hâline gelmiş. O zaman kolayca kötü
yola düşüyor bu ikinci nesil: Yasadışı işlere bulaşmak,
ideolojik veya dinsel örgütlere karışmak veya
etnik terörün oyununa gelmek! Bizim muhterem medyamızın önemli
bir kesimi de bu grupları kıstas alarak yayın yapıyor. Maâlesef
insanlar kalitesizliğe, basitliğe kayma eğilimini genellikle
taşır; entropi (dağılıp
gitme eğilimi) ve entalpi
(daha düşük enerji düzeyine kayma eğilimi) prensipleri
fizikte olduğu gibi, aynen, cemiyetler
için de geçerlidir. Çoğu kimse Itri’yi
veya Bach’ı
değil, Abraham Sweetvoice’yi dinlemeyi tercih eder; ettikçe daha çok
dinler; dinledikçe daha çok uzaklaşır sofistike
zevklerden (bu arada, sophisticated
lâfı hem üstün ve kaliteli, hem de içine hile ve desise
karıştırılmış anlamlarına gelir ve tam Türkçe karşılığı
yoktur – uydurdularsa da ben bilmiyorum). Rasyonalizasyon (mazeret
bulup akla uygun hâle getirme veya minareyi
çalınca kılıfını hazırlama) da hazırdır: Halka
iniyoruz efendim.
İnmeyin kardeşim! Hele bizimki gibi cehaletin kol gezdiği,
feodal, ataerkillikten ve yaşlı-erkillikten kopamamış, her türlü
büyüsel düşünce tuzağına
düşmeye pek müsait, henüz uluslaşma sürecini tamamlayamamış
ülkede halka inilmez,
halk yukarıya çıkarılır!
Hattâ, bunu gerçekleştirebilmek için milli
seferberlik yapılır bir zamanların Halk
Evleri hareketinde olduğu gibi (tabii, oraları belli ideolojilerin
pazarlandığı beyin yıkama merkezlerine çevirmemek kaydıyla).
Halka inmeye kalktınız mı sonuç ortada: En fazla 100
kelimeyle düşünüp yaşayan bir güruh, Marx’ın
‘din, halkların afyonudur’ ifadesini, hayatta olsaydı,
‘din kadar, hattâ ondan da hâllice bir şekilde,
medya halkın afyonudur’ diye değiştireceği kadar uyuşturulmuş
beyinler.”
Genç
dostumun gözleri faltaşı gibi açıldı; hayretle araya
girdi:
“Aman
hocam, bunlar bal gibi sosyalist söylemler. Bir önceki
sohbette vecdden, mistik yaşantıdan bahsediyordunuz, şimdi Marx’ı
haklı görüp dine saldırıyorsunuz. Bir yandan da uluslaşmaktan
söz ediyorsunuz. Bu ne perhiz ne lâhana turşusu? Üstelik büyük
medyada çok görünen, hattâ bu sebeple meslekdaşlarınızca
eleştirilen bir kişi olarak, sanki tükürdüğünü yalamak
olmuyor mu bu sözleriniz?”
Çizgisiziz
ya! Brainnetlerden birine bağlı değiliz ya! İzah gerek,
yoksa gene damgalanacağız...
“Sevgili
dostum. En muazzez hâliyle dinin kendisinin bu işte ne
kabahâti var? Ama binlerce safsatayla, bid’atla ve uydurmayla
bir sömürü aracı durumuna getirilmiş kurumsal anlamdaki
dine tabii ki hiç hoş bakmıyorum. Hem hatırlarsan, evrenle bütünleşme
(vahdet) yaşantısını yaşamak için dindar olmanın hiç de
gerekmediğini, dinlerin gaye değil vasıtalar
olduğunu anlatmıştım sana. Eğer bu vasıta hayra
(esenliğe, barışa, sevgi ve bilgiye) hizmet ederse makbûldür,
şerre yönlendirirse ben onu istemem. Örnek mi istiyorsun? İslâm’ın
altın devrinde (yaklaşık X. Y.Y. civarına kadar)
gerek Arap ve Acem, gerekse Türk Müslüman bilim adamlarının
müsbet bilime yaptıkları muazzam katkıları hatırla; bir de
İslâm ülkelerinin şimdiki hâline bak! Batı’dan örnek
istersen Ortaçağ karanlığının mimarı Katolik
Kilisesi’ni hatırlayıver; zavallı Galileo’nun
çektiklerini hafızanda canlandır.
Marx’a gelince... Tıpkı
psikiyatride Freud’un,
müzikte Wagner’in,
doğa-bilimlerinde Darwin’in yaptığını yapmıştır, tam bir devrimci ve dahidir.
Söylediklerinde ve tahlillerinde son derecede haklı olduğu
taraflar vardır. Marx’ı
tanımadan entellektüel olunamaz ve Batı tarihinin
dinamikleri anlaşılamaz. O da, demin zikrettiğim diğer dahiler
gibi, kendi büyüklüğünün altında ezilmiş ve hatalar
yapmıştır; bir nev’i ‘peygamberliğe’ soyunmuştur.
Bu büyüklerin ortak
tarafı var: Çok iyi gözlemciler, çok isabetli
tahlilleri ve keşifleri var ama her şeyin çözümünü bulmak
vehmine düşmüşler. Freud
insanı çözdüğü vehmiyle etkili (efficious) bir tedavi
yöntemi olduğunu zannettiği psikanalizi
nöropsikiyatrinin başına sararken, Wagner
eşsiz armoni anlayışı ve uygulamasını müteakip
bestekârlara empoze ederek atonal ve ucube müziklerin yapılmasına yol açmış, Darwin
de evrimin en önemli mekanizmalarından birini (doğal ayıklanma-seçilme)
keşfederken, her şeyi bundan ibaret sanmıştı. Bu ve
başka büyük adamların dehalarından nasiplenmek ve doğru
yanlarını istihraç etmek (extraction) için illâ ki
onlara tamamen katılıp kapılmak mı gerekiyor? İşte, benim mutaassıp bir şekilde muhalif olduğum taassup batağı burada
başlıyor. Wagner için bu pek söylenemez ama, Marksizm ve Freudizm
birer din hâlini
alıp, yeni yobazların afyonu durumuna düşmüşlerdir. Darwin’inki
çok daha fazla sınanabilir bilimsel bir kuram olduğu için,
bu alandaki ilerleme Neo-Darwinizm şeklinde modifiye edilmiş ve Vatikan tarafından
bile kabûl görmüştür.
Uluslaşmak (millet hâline gelmek), bu günün ve yarının
dünyasında mevcudiyetimizi devam
ettirebilmemizin tek yolu. Millet deyince de, Fransız İhtilâli’ni
müteakip, Atatürk’ün
“Ne Mutlu Türk’üm Diyene” sözlerinde şahikasına
ulaşan, asla
etnik veya dinsel temele dayanmayan, tarih, menfaât, gönül
ve (kısmen) coğrafya birliği içerisinde aidiyet ve
mensubiyet şuurunda buluşmuş bir Türklüğü anlıyorum.
Nitekim o dönemin paradigması “uluslaşarak
Batılılaşmak” idi; safsatalardan arınarak aydınlanan
ve Batı medeniyetinin trenine binen ama özüne de yabancılaşmayan
bir millet ve milliyetçiliğe mecburuz. Bu gün
Avrupa’nın çoğu gelişmiş ülkesinde “nationalism”
deyince “racism” yani ırkçılık
anlaşılır ve nefretle karşılanır. Doğrudur ve öyledir
de. Çünkü onlar uluslaşma sürecini çoktan aşıp bütünleşmeye
gidiyorlar. Fransız her
hücresine kadar Fransız’dır, İtalyan burnundan kıl aldırmayacak
derecede İtalyanlığı ile mağrurdur, Portekizliler İspanyollardan
nefret edecek derecede Portekizlidir vs... Yani bireysel
ve toplumsal kimlikleri tam oturmuştur. Öyle olunca da, rahatlıkla
Avrupa Birleşik Devletleri’ne bayrak açarlar; ayrıca, dünyanın
kalan kısmını bir güzel sömürerek yakaladıkları ekonomik
refah da onlara bu lüksü tanır. Tıpkı, bireyleşme sürecini
tam ve tekemmül ederek yaşayabilmiş ve maddi problemi
olmayan olgun bir kişinin filânca partiye, falanca sosyal kulübe
girmekle kişiliğini kaybetmeyeceği gibi. Ama ya biz... 50 küsür
etnik, yüz küsür dini grup, feodal bir yapı, berbat
bir ekonomi ile bu talihe sahip değiliz henüz. Önce
kaderde ve kederde bir olmayı öğrenelim yani ulus olalım,
sonra onu aşalım. Görmüyor musun bütün dünya
bizi dezentegre edip didiklemek için nasıl üzerimize üzerimize
geliyor? Sevr asla
ölmedi, uykuya yatırmışlardı, şimdi esnemeye başladı,
akabinde de uyandıracaklar. SAĞCIMIZLA,
SOLCUMUZLA GELİN CANLAR BİR OLALIM! Evrensele
giden yol ulusaldan geçer, aksi takdirde tarihin tozlu
sayfalarında yok olur gideriz. Vatanını, halkını sevmek de
hiçbir kurdun kuşun tekelinde değildir. Bilmem
anlatabildim mi?
Medyada
sık görünmeme gelince... Bir de kabûl etmeyip katılmadığım
programları, teklifleri saysam herhâlde epey gülerdin. Genel
kültürüne güvenen, ağzı lâf yapan, söylediğinin arkasında
duran ve doğru mesajlar veren psikiyatrların medyadaki sayısının
artmasını ve sık sık da bu misyonlarını yerine
getirmelerini samimiyetle diliyorum. Eleştirenler de zarfı
değil, mazrufu muhatap almalılar ve bunu yaparken hakaretamiz,
edepsizce ve seviyesizce değil, edeple ve efendilikle gerçekleştirmeliler;
‘zort’, ‘çüş’, ‘ulan’ gibi lümpen ifadeler
yazanların kendisine tevcih eder, kişiliklerini yansıtır!
Psikiyatri dışındaki konularda fikir yürütmem konusundaki gıyabi
eleştirilere gelince... 'Fikir Adamlığı Fakültesi vardı da
biz mi orada tahsil görmedik' diyerek, ince bir tebessümle karşılıyorum
bunu.”
“Biraz
daha anladım sanıyorum bu sefer sizin nasıl bir kafa yapısına
sahip olduğunuzu. Bu sohbetimiz lisandan çok fikir teatisi
hâlinde geçti. Dil konusunda açılımlara
giremedik...”
“Aman
canım kardeşim. Hiç olur mu? Her fikrin de, zikrin de taşınma,
paylaşılma ve iletilme yolu dildir. Yukarıda bahsettiğim ruh
içerisinde, sekterlikten uzak, fakirleştirici değil zenginleştirici,
tasfiyeci değil kollayıcı bir platformda lisanımıza
sarılmak zorundayız. Basit, sade dilinden dolayı Yunus
Emre’yi ve Aşık Veysel’i sevdiğimiz kadar, divan şiirini de, Mevlâna’yı
da anlayabilmek için çabalamalıyız. Bir ulusu tahrip etmek
istiyorsanız onun lisanını mahvedin, topa tüfeğe
gerek kalmaz.
Bu
sohbetimize rahmetli Cemil
Meriç amcamın (kendisine böyle hitap ederdim) sözleriyle
son verelim istersen: “Kamusa uzanan eller namusa uzanır”; dil de bir
milletin namusudur!”
“Gene
görüşürüz, sevgiyle...”
İstanbul
- 01.02.2000
http://afyuksel.com
|