GÜZEL YAZI YAZMA SANATI XIV. BÖLÜM



«Allah dahilerde düşünür, şairlerle rüya görür ve diğer bütün insanlarda uyur.» : )   (Peter Altenberg)

Bir Televizyon reklamı: Okumak bir tutkudur. İnsanın asla yeteri kadar kitabı olamaz. Öyle çok okunması gereken kitap var ki. Tek soru nereden başlamalı acaba? Ama kitapları dinlemek de mümkün. O yüzden ben hep NDR dinliyorum... : )

MÜKEMMEL BİR ROMAN NASIL YAZILIR?

Ilk önce yazı dizimi biraz fazla geciktirdiğim için, özür dilerim. Biraz tatil yapmam gerekli idi. Ancak şundan emin olabilirsiniz, güzel yazı yazma sanatı ile ilgili en önemli bilgileri bulup, derleyip, çevirip, Size kendi kelimelerimle su gibi içirmeye devam edeceğim...
Bu yazı dizisi için özel olarak kitaplar satın aldım, onların içeriğini özetleyerek, Sizlere sunmaya çalışacağım... Esasen yazımın sonuna geldiğimi ve son bölümü yazacağımı sanmıştım. Ancak Roman yazmak gerçekten de hiç basit bir iş değilmiş. Bu işin daha bir yığın püf noktası varmış.

Mükemmel bir roman nasıl yazılır konusunu genel olarak James N. Frey’in kitabından derlemiştim. Şimdi ama Size daha iyi bir yazarı tanıtmaya çalışacağım. Layos Egri’nin “Literarisches Schreiben“ (Edebi Eser Yazma Sanatı) kitabından kesitler sunuyorum.

Layos Egri kitabına „Ebediyet için yazmak” cümlesi ile başlamış ve bunu şu şekilde açıklamış:

Her ebedi eser içinde bulunan kahramanların inandırıcı olmaları ile yükselir ve düşer... O yüzden yazar bir boyutlu, iki boyutlu ve üç boyutlu figurlar arasında bir seçim yapmak zorundadır. Bu iş her ne kadar basit görünse de, oldukça zordur. İnsanlar esasen birbirlerine benzerler, ancak aralarında sadece bir derece farkı vardır. Yazarı ilgilendiren konu, üç boyutlu bir figurun normal günlük yaşamındaki pozunda uzun süre tutabilmek ve onu bu pozda kağıda resimleyebilmektir. İnsan dediğin, oldukça çelişkili bir varlıktır, bir ınsanın bugün şöyle davranması, yarın böyle davranması, bazen başka insanlarla aynı seviyede olup, bazen arada dağlar oluşması, günlük hayatta gayet normaldir. İnsan psikolojisi ile uğraşan bütün Bilim adamları insan ruhunun oldukça karmaşık bir yapıya sahip olduğunu, hiçbir insanın ne tamamen melek, ne de tamamen kötü ve bozuk karakterli olduğunu ortaya çıkarmışlardır. İnsan ruhunun kompleksliğini en geç S. Freud, C. G. Jung ve A. Adler gibi Ruh bilimcileri inceden inceye incelemiş ve birkaç sırrını açığa çıkarmışlardır.

Ruhumuz öyle derin bir deryadır ki, kim bilir daha neler neler ortaya çıkaranlar olacaktır...

İnsan davranışını resimlerken, yazarı ilgilendiren nokta, hangi dış ve iç şartların insanın iyi veya kötü yönünü gün ışığına çıkardığıdır. Ancak bu oldukça genel bir tasvirdir. İyi bir yazar tasvir ettiği karakteri tıpkı bir şirurg gibi bıçak altına alıp, beyninin içindeki düşünceyi bulup, ortaya çıkarır.

Layos Egri bakın kendi beyninin içine nasıl bakmış:

Ben oldukça hırslı, oldukça kıskanç ve egositin biriyim. Bütün işim gücüm, sürekli başkalarını beni sevmeye teşvik etmektir. Gece gündüz kafa yorarım. Acaba ne yapmalıyım ki, çevremdeki insanlar mecburiyet karşısında benim çok mühim biri olduğumu ve müthiş bir adam olduğumu kabul etsinler. İstemeden itiraf etmeliyim ki, en sevdiğim şey, her zaman kabul edilmektir. O yüzden şu neticeye vardım, bu işin sadece iki sebebi olabilir:

  1. Kendim için sempati kazanmak,

  2. Çok mühim biri olduğumu ille de göstermek.

Evet, kafatasımın içinde bunları keşfettim. İlkönce biraz korktum bu bulgulardan: „Olamaz, bu ben miyim, gerçekten?“ dedim, kendi kendime. İkinci deneyimde de aynı şeyleri görünce: Evet, doğru! Bu kişi benim gerçekten. Ve daha da fazlasıyla...

Şimdi de Nuray Lale’nin beynine bakmak ister misiniz?

Bizim Nuray Lale’nin herşeyi aşırı. : ) Sevgisi aşırı, çalışması aşırı, düşünmesi aşırı, iyiliğikseverliği aşırı, yani bütün karakter sıfatlarının önüne hep “aşırı“ kelimesi yerleştirmek gereklidir. Öyle “aşırı” olduğundandır ki, çevresini hiç takmaz. O yüzden çevresindekiler de durmadan kendisiyle uğraşırlar... Ancak iyi bir yönü vardır, hiç kimseyi kıskanmaz, kimsenin atına “eşek” demez, her zaman kendi bildiği yolda yürür. Kimsenin önünde ruhu eğilmez, emir altında hiç çalışamaz... Haksızlığa hiç, ama hiç gelemez. En büyük duvarları kafasıyla yıkar da, içinden geçer... Hiç kimseden korkmaz... Işık yıllarıyla yürür, sonun en sonuna gider, geri başa döner.

Evet, bu Nuray Lale’nin beyin çizelgesi: Bunun birkaç sebebi vardır:

  1. Kendi gücüne güveni sonsuzdur.

  2. Çevre bana uysun, ister...

  3. Lider ruhludur, onun için ruhu kimsenin önünde eğilmez... (Ancak bizimkisi ne yazık ki, makamsız bir lider. : ) 

  4. Ruhen çevresinde eline su dökecek ne kadın, ne de erkek vardır... : )

  5. Biraz, yok yok, haddinden fazla delidir...

Umarım Sizi biraz güldürdüm... Hayat hikayemi bilseniz, deliliklerime gülmekten ölürsünüz...

Evet, roman kahramanlarınızın kafatasının içine ve dışına bu şekilde bakmayı öğrenmelisiniz...

Yazdığınız kitap kim ve ne üzerine olursa olsun, satırlarınız hayat dolu olmalı. Ve fıgurlarınızı öyle tasvir etmelisiniz ki, okuyucu fıguru sağından, solundan, önünden, arkasından, her yönünden, ruh gözüyle görebilsin. Ancak fıgur sadece göze de hitap etmemelidir. Önemli olan okuyucunun kalp yolunu bulmaktır. Bunu yaparken, yarım yamalak, sıradan sözler ile rastgele değil, herşeyi titizlikle bir bütüne taşımalısınız...
Duygu ve düşüncelerinizi soğuk bir yemek gibi değil, sıcak bir yemek gibi servis etmeyi öğreniniz... Yani içten, yani sevgi dolu...

Şimdi dünya litaratürü yazacağım diye kendinizi baskı altına almanıza gerek yok, yazarken bile oyun oynar gibi zevkli yazmaya çalışınız...

Layos Egri’nin tavsiye ettiği gibi EBEDİYET İÇİN YAZINIZ!.. Natali Goldberg de, gidip bir GÖKKAHVESİNE oturmanızı diliyor... : )

Bana bir merdiven verin, göğe dayayayım ve ünlü yazar olmak isteyen herkesi GÖK KAHVEME davet edeyim, diyorum ben de...

Biraz önce Hunlar üzerine tarihi bir film seyrettim. Atalarımızı konu alan filmde, Atilla Han üzerine sunucu şu söyleri söyledi. Atilla Han dünyayı sarsmak (korkutmak) için dünyaya gelmiş... Filmin sonunda sunucu Hunların söylenegelinen şekilde klişelere uymadıklarını, asla geri kalmış barbarlar olmadıklarını, tam aksine Hun krallarının çok yüksek diplomatlar olduklarını, ve büyük stratejik bilgilere sahip olduklarını vurguladı. Ve tarihin gizli sayfalarında Hunlar üzerine daha çok şeyin bilinmediğini açıkladı. Şimdi bunun güzel yazı yazma sanatı ile ne alakası var, gibi bir soru uyanacak kafanızda... Şimdi açıklayayım:

Hiçbir yazar dünyayı korkutmak için dünyaya gelmemiştir. : ) Eğer bunu yapar ise, o zaman o yazarın Bin Laden’den farkı kalmaz...

Şimdi tekrar başa geçelim... Bütün büyük karakter portreleri yazarın bağımsız ve tarafsız bakış açısıyla, bir bilim adamı gibi, her zaman doğru olanı yansıtma ve gerçeğe hizmet etme duygusu ile yazılmışlardır. Büyük yazarlar o yüzden bazen, toplumun yaralarına tuz basar gibi yazmış ve gerekli cefaları ve cezaları da çekmişlerdir...

Layos Egri kitabında ikinci konu olarak ORİJİNALİTE noktasına değinmiş. Ve tanınmış bir yazarın şu sözlerini aktarmış: “Çok eski ve defalarca işlenmiş bir konu bile, eğer yeni bir aspekt ile yazılmış ise, benim için orijinel bir değer taşır.“

Şimdi güncel yaşamdan örnekler sunmak istiyorum. Geçenlerde Orhan Pamuk’un yazdığı „Schnee“ isimli kitaba 25,- Euro para vererek, (kendisine de içimden kızarak) aldım ve okudum. Bir yerde “Türkler her konuda yetersizdirler“ gibi bir genelleme geçiyordu.  Başka milletlerde sanki hiçbir yetersizlik yokmuş da, sadece Türkler öyleymiş. Bu düşünceye bir de Ermenilerin üstünlüğü eklenince tepem attı. Ancak şöyle deseydi, belki yazara kızmazdım. Türkler her şeyi basite alan bir halktır, deseydi kendisine hak verirdim. Neden mi? Çünkü bizim milletimizde öyle salgın bir hastalık var ki, her işe düşünmeden atılırlar. Herşey kendilerine basitmiş gibi gelir. Oysa hiçbir iş göründüğü gibi basit değildir. Örneğin, adam okul yüzü görmemiş, Televizyon kanalı kurmaya ve yönetmeye kalkıyor. Veya ev kadını durduk yerde sunucu oluyor. Veya orta okulu bile bitirmemiş, gazete çıkarmaya çalışıyor. Veya hayatında bir gün yemek yapmadığı halde Restorant açıyor. Veya ahbab çavuş ilişkileriyle politikaya atılıyor, milletvekili oluyor... Bu ve buna benzer yüzlerce, binlerce örnek... Tabi hal böyle olunca da, yaptıkları işi de yüzlerine gözlerine bulaştırmış ve sonuçta her işi basite almış oluyorlar... Bunun nereden kaynaklandığını da söyleyeyim:

Türkler her zaman kendilerini “büyük“ görürler... Yani realiteye uymayan bir büyüklük taslamadır bu... Halklar arasında bir büyüklük taslama yarışı düzenleseydik, biz Türkler dünyada en önde gelirdik... Hemen ardımızdan Yunan komşularımız gelirdi. Üçüncü sırayı Mısırlılar veya İtalyanlar alırdı... Yani dünyayı ele geçirmiş milletlerde bulunur bu hastalık : )  Amerika Birleşik Devletlerine bu hastalık daha yeni bulaşmış bulunuyor. Bizimkisi 2000 yıl öncelere dayanıyor... Şuurumuzdan silmemiz asla mümkün değil.

Şaka bir tarafa: Kısaca her ne iş yapıyor olursanız olun, yaptığınız iş bir orijinalite taşımalıdır. O orijinaliteye varabilmek ise, bıkmadan, usanmadan öğrenmekten geçer.

Yayınevi yöneticileri, Rejisörler, gazeteciler sürekli orijinel hikayeler, haberler, konular bulma çabası içerisindedirler. Sanki orijinel şeyler hemen sokaktaki köşede duruyormuş gibi, bazen de insanlara bulduk yalanlarını atarlar. Bunun için gerekirse edebi kabiliyetinden şüphe duyulmayan kişileri alet olarak kullanırlar. Kimi Rejisörler filmin ortasında: Bana acele yepyeni bir nükte, espirili bir sahne, ya da birkaç etkili söz lazım der, o şekilde orijinel birşey yarattıklarına inanırlar. Oysa, öyle beklenmedik espirilerle, etkili sözlerle, hiçbir hikaye orijinallık kazanmış sayılmaz. Hem birileri için beklenmedik sayılan birşey, bir başkası için belki de eski tas, eski hamamdır...

Orijinel bir şeyi tasvir etmek oldukça zordur. Çünkü elle tutulur bir şey değil, büyüklüğü hissedilen bir şeydir. Öyle bir şey ki, sanki yazarın kaleminden çıkan ve insanın gözünü kamaştıran bir pırıltı, bir ışık, bir kıvılcım gibidir...

Orijinaliteye nasıl varıldığı konusunu kavrayabilmek için, Layos Egri ünlü yazarların büyük eserlerine bakılmasını tavsiye ediyor. Leo N. Tolstoy’un “Savaş ve barış“, Guy de Maupassant’ın „Diamanttan Kolye“, O. Henry´nin “Ermişlerin Hediyesi” gibi. Buna daha çok eserler ekleyebiliriz. Mesela: Thomas Mann’ın „Sihir Dağı“, Hermann Hesse’nin „Cam inci Oyunu“ Dünyaca tanınmış bu ve daha önce de örnek verdiğim klasik kitaplarda, ne olağanüstü bir içerik, ne de mütaasıp olmayan, müsamahakar bir konu işlenmiştir. Ancak yine de ebedi yaşarlar, neden acaba?

Tekrar tekrar okusanız da, yine etkileyiciliklerini yitirmezler. Çünkü karakter portreleri mükemmeldir. Figurlar tanıdığımız insanları anımsatırlar bize. Belki de kendimizi o figurlarda bulduğumuz için unutulmaz portreler. Her halukarda yazarlar o figurları öyle iyi tanıyorlarmış ki, birkaç fırça vuruşuyla o fıgurları detaylı hatlarıyla mükemmel bir şekilde yaşatmışlar.

“Orijinel“ kelime anlamıyla “yeni” demektir. Örneğin, Monoteizm, (Tek tanrı inancı), Relativite teorisi, veya tekerleğin bulunuşu gibi... Leeuwenhook´un mikroskobu bulması, ilk insanların ateşi bulmaları, veya Hindistan’lı Haşim’in sıfırı icat etmesi gibi... Yani insanlığı ilerilere taşıyan bütün buluşlar orijineldir, çünkü eşsizdirler... Ve ebedi değer taşırlar...

Güzel yazı yazma sanatında bu orijinellik acaba nasıl bulunabilir?

Bilim alanında tarihin hemen hemen her döneminde mühim buluşlar olmuştur. Bazen elde edilen bilgiler daha önceki bilgileri yerle bir etmiştir. İnsanlık tarihinde devrim niteliğinde buluşlar yapan bilginler isimlerini ebediyen unutamadığımız insanlardır. Bu buluşların ışığında hayatımız, dünyaya bakış açımış değişmiş, gelişmiş, ufkumuz genişlemiştir. Birkaç isim vermek gerekirse: Hipokrates, Sokrates, Deskartes, Platon, Newton, Galileo, Einstein, Darwin, Kopernikus, Edison, Galen, Faraday, Tesla, Ehrlich, Küri, ve diğerleri.
Sanat alanında ise yepyeni bir şey keşfetmek öyle kolay bir iş değil. Eğer bir sanat eserinde hem konularda, hem de formda yenilik beklemiş olsaydık, o zaman Shakesppear’in, Schiller’in, Mollier’in veya İbsen’in yazmış oldukları dramların hepsi sınıfta kalırdı, çünkü hem konuları ve hem de kullandıkları formlar insanın düşünmeye başladığı günlerden, ezelden beri vardılar, diyor Egri ...

Sanat alanında da yenilikler, değişimler, beklenmedik gelişmeler olmuştur, ancak çok az sanatçı orijinel sayılan eserler yaratmışlardır. Sanatçıların hiçbiri Albert Einstein gibi dünyanın gidişatını değiştiren bir “Relativite theorisi” bulamazlar, bu mümkün değildir.
Yazar Albert Einstein olamaz, ama yine de eserlerinde orijinel olmaya önem vermelidir...

Orijinellik tıpkı dehalık gibi nadir görülen bir olgudur... Sanatçı orijinelliği yakalasa bile, bu onun insanlığı büyük bir adım ileri götürmesi anlamına gelmez.

O yüzden sanatta ancak şu ilke geçerlidir. Yeni bir trend, yeni bir stil, fazla yükseltmek, fazla indirgemek gibi... Bir bütünün bazı aspektlerini vurgulayabilir, veya toplumsal yaşamı etkileyen herhangi bir konu yaratabilir. Aslına bakılırsa, Edebiyatta orijinellik, diğer sanat dallarında da olduğu gibi yoktur... Varsa da parmakla sayılır...

Ölümsüz büyük edebi eserlerin esas sırrı, canlı ve olağanüstü karakterlerdir. O yüzden ölümsüz eserleri okuduğunuzda hep olağanüstü, etkileyici karakter portreleriyle kaşılaşırsınız, bunlar insan bilincinde yüzyıllarca yaşarlar. Herhangi yeni bir stil deneyi değildir esas ölümsüz olan.

KARAKTER VE FİGURUN GELİŞTİRİLMESİ

Karakter en güzel iki karşıt figurun birbiriyle çarpışması sonucu, tıpkı beyaz tual üzerinde birbirine zıt renklerin yansıtılmasıyla oluşturulan resimdir. Yukarıda adı geçen, „Schnee” kitabında Orhan Pamuk fanatik düşünceli insanları ateist düşünceli bir kişiyle (kendisiyle) karşılaştırmış ve siyah beyaz, birbirine kontrast bir tablo yaratmıştır. Figurlar sürekli bir konflikte tabi tutularak, duygusal, felsefik, teolojik, ideolojik bir çarpışma sergilenmiştir.

Bir önceki yazımda figurun nasıl geliştirildiğini, değişimin nasıl sağlandığını yazmıştım. Ancak karakter ve figurun geliştirilmesi o kadar derin bir konu ki, değil ki bir makaleye, yüz kitaba bile sığdıramazsınız.

Figurların davranışlarını analiz edemeyen hiçbir yazar üç dimensiyonlu figurlar yaratamaz. Analiz konusu da oldukça geniştir. Figurun kısaca hayat hikayesini hazırlamak, figurla röportaj yapmak bunların başında gelir. Ama en önemlisi, yazarın karakteri karakter yapan sıfatları mükemmel bir şekilde tanımasıdır. Sıfatlar da önemli değildir, o sıfatları taşıyan figurların davranış metotlarını bilmesi gereklidir. Figurların davranışlarını ise birbiriyle tıpkı bir müsik eseri gibi bestelemek, birbirine uyarlamak ve bir insanın iç organları gibi otomatik çalışmalarını sağlamaktır.

Karakter hem değişebilir, hem değişmeyebilir. Ancak figurunuz davranışlarıyla herhangi bir gelişme kathetmek zorundadır. Buna Layos Egri’den örnekler:

Yalnız yaşayan yaşlı bir kadın bir kilisede yardımsever görevler yaparak, boş zamanını geçirir. Kadın bir fabrikada muhasebe işi yapmaktadır. Geliri düşük olduğu halde, maaşının yarısını kiliseye bağışlar. En zengin kişiler bile bundan rahatsız olurlar. Bir avukat, bir eczacı, bir iş adamı, bir bankacı bile kadının yaptığı bağış kadar para vermez. Kilisenin mecmuasında her ay kimin ne kadar bağış yaptığı yazıldığından, günün birinde yaşlı kadın bağışını aniden iki katına çıkardığında, ortalık birden karışır. Daha sonra kadının fabrikadan para çaldığı açığa çıkar. Fabrika kadını mahkemeye verir. Mahkemede yaşlı kadın bir cümleyle suçunu kabul eder. Hayatını Allah yoluna adamış bu yaşlı kadın mahkemede parayı niçin çaldığını açıklayınca, herkesin ağzı açık kalır. Kilisenin tamir ihtiyacı olduğundan, kadın aç kalma pahasına maaşını ve fabrikadan çaldığı parayı getirip, Papaza verdiğini ve hatta tamirat için adam bile görevlendirdiğini açıklar. Papaz bunu doğrulayınca, fabrikatör de, diğer dinleyiciler de şaşırıp kalırlar. Hakim kadına altı ay hapis cezası verdiğini, fakat cezanın çekilmesine gerek kalmadığını açıklar. Duruşma bittiğinde duruşmada bulunan vatandaşlar çalınan para miktarını fabrikatöre çek olarak verirler. Ve dava bitmiş olur. Ahiret hayatına bu denli önem veren, kilisenin ve çevresindeki insanların çıkarlarını kendi çıkarlarından üstün tutan bu yaşlı kadının karakteri asla değişmez. Ancak figurda bir gelişme söz konusudur. Daha önce kiliseye hizmet veren kadın aniden hırsız olmuştur...

Yazarın biri, ne zaman bir restoranda gitse, veya bir taksiye binse, geliri yetersiz olduğu halde, bolca bahşiş dağıtır. Kendisine neden öyle yaptığı sorulduğunda: „Siz bilemezsiniz, en büyük bahşişleri hep en fakirler verirler. Hem benim için bir iyilik yapmak, diğer bir iyiliği beraberinde getirir. Ve bu gizli bir sihir gibi bir insandan diğer insana geçer,” der. Kendisine iyilik perisi misin, diye sorulduğunda: „Evet, öyleyim biraz. Ama verdiğim bahşiş karşılığında neler aldığımı bir bilseniz! Para verdiğim insanın şaşkınlığını ve bana teşekkür ederken, yüz ifadesini gördüğümde, yüreğim sevinçten yerinden hoplar. Bu tasviri mümkün olmayan bir duygudur“ der.

Buradaki örnek aynen benim için de geçerli. Bendeki olay insanları hediyelerle sevindirmektir. Hiç beklemediği anda birilerine büyük bir hediye alır, o insanın gözlerinin içinin gülmesini seyretmeye bayılırım. Bu o kadar mükemmel bir duygu ki, tarif edilemez... Asla terkedemediğim bir huydur...

Değişmeyen karaktere kendi çevremden bir örnek:

Adamın biri eşine her gün yalan söyler. Eşini başka bir kadınla aldattığı bir gün açığa çıkar. Eşi dış görünüm bakımından alımlı bir kadın olmasa da, üç çocuk sahibi, namuslu ve şerefli bir kadındır. Adam ise iki çocuk sahibi olan, parlak ve modern görünen bir kadınla seneler senesi parklarda, ormanda, otellerde buluşur. Olayı bütün Türkler duyarlar. Kadın o denli yaralanır ki, bir gün kocasını yanına alıp, onunla kendisini aldatan kadının evine gider. Kendi eşinin ve diğer kadının kocasının huzurunda kadına: „Hanımefendi, senelerdir ikimizin arasına girmiş, kocamla benim huzurumu kaçırıyorsunuz. Ben Size bir hediye getirdim, bugün. Alın kocam sizin olsun, sizin olsun da bu beladan hepimiz kurtulalım,“ der. Gizli seksten zevk duyan kadın neye uğradığını şaşırır. Adı aya çıkmış, seks hastasının tek sevgilisi o kadının kocası yalnız değildir, çünkü. O yüzden rahatını bozmak istemez ve bu teklifi reddeder. Ev kadını bütün şehirde namusunu temizlemiş olarak algılanır, fakat olay yıllarca daha devam eder. Parlak kadın bir zamanlar kentin en yakışıklı genciyle evlenmiştir. O genç ve yakışıklı insandan tipsiz, bakımsız, başı herkesin huzurunda öne eğik zavallı, tükenmiş bir adam yaratmıştır. Adamı ne zaman bir yerde görsem, içim sızlar...

Parantez içinde ihanete bir başka örnek:

Benim hüzzam sevdamın babası evli bir kadına aşık oluyor. Aileler birbirlerine gelip, gittiklerinden, annesi de o kadının kocasına vuruluyor. Ne yapalım, ne yapmayalım, eş değiş - tokuşu yapmaya karar veriyorlar. Sadece eşleri değil, çocukları da değiştiriyorlar. Dileyen dilediğinin yanına veriliyor. Ne orijinal hikaye, değil mi? Bu olayı bir Türk ailesinde pek göremezsiniz. Ama Alman’larda gayet normal.

Farkındaysanız bu yazı dizisinde size hayat tecrübeleri de derliyorum...

İnsan karakterinin değişmesine kendi toplumumuzdan bir iki örnek:

Adamın biri dernek sıfatı altında bir kumarhane, bir restourant ve bir de bakkal dükkanı açar. Senelerce fabrikalarda çalışmasa da, kötü işlerden, kazandığı paralarla iki üç katlı bir bina satın alır. Kızları, oğulları vardır. Kızını zorla biriyle evlendirir, kadın mutsuz olur ve boşanır. Ortancı oğlu tıpkı babasına çektiğinden, bir gün evlerini kommando birlikleri basar ve kamyonuyla Türkiye’den yiycek arasında eroin getirdiğini ortaya çıkarırlar. Bu adam daha hala hapistedir. Adam 15-20 yıl boyunca yüzlerce, binlerce ailenin yıkılmasına, genç çiftlerin ayrılmalarına kumarhanesi yüzünden sebep olmuştur. Yaşı epey ilerleyen sapık, bir gün şehirden kalkan otobüse binerek, Hac’ca gider. Saç sakal ağarmıştır artık. Hac dönüşü herşeyini satar ve kendisine olan bütün kumar borçlarını affeder. Akıllanmaya akıllanmıştır, ancak koca bir şehrin ahını sırtına yüklemiştir. Eninde sonunda yine gideceği yer cehennemdir...

Alman toplumundan bir örnek:

Sigortacılık, emlakçılık, dolandırıcılık işleriyle uğraşan bir Milyoner bir gün hatasının farkına varır ve onun bunun cebinden çaldığı paraları yardım kuruluşlarına dağıtmaya başlar. Kırk yıllık iş hayatında o kadar çok Milyon yığmıştır ki, bağış yapmadığı kuruluş kalmaz. Kendine Almanya’da ve İtalya’da birer Villa satın alır. Nasıl olsa parası yedi sülaleye yetecek kadardır, geri kalan ömrünü iki devlet arasında geçirir. Adamın bir oğlu bir kızı vardır. Oğlu babası zengin diye adam olamamış, babasının kurduğu işyerini devralamamıştır. 20 senede üniversiteden mezun olamamış oğlu halen asalak hayatı sürdürmektedir ve ömrü boyunca bir işte çalışacağa da benzemez...

Milyoner adam kendi biografisine dönüp baktığı zaman: „Hayatımda çok para kazandım, çok da kaybettim, ama Allah bana ne yazık ki, en büyük darbeyi böyle bir oğul vermekle vurdu. Onun için en iyisi mi, ben artık kendi hayatımı nasıl geçireceğimi düşüneyim“ der.

Bu adam da sonuçta hayatın “mecaz manasını“ kavramıştır. Zengin olduğu için artık para kazanmasına da gerek yoktur... Keyfince yaşayacak ve artık kimseye zarar vurmayacaktır. Ancak onun da gideceği yer eninde sonunda cehennemdir, çünkü kazandığı paralar onun bunun paraları...

Çevrenizdeki insanların biografilerini dikkatle takip ediniz. Değişen ve de hiç değişmeyen bir yığın karakter bulursunuz...

İnsan biografilerindeki mecaz manaları görmeye ve onları resimlemeye çalışınız...

Şimdi Layos Egri’yle birlikte birkaç karakter tanıtımı yapalım:

ANALİZCİ: Aslında gayet normal bir insan, ancak herşeyi mikroskopla analiz etmeye çalışır... Her ne yapıyorsanız, Size neyi, niçin yaptığınızı, söyleyen kişidir... Hiç bir şey yapmasanız da, sizi analiz etmeye devam eder...

KONFORMIST: Aslında çok hoş, rahat, sakin, sessiz biridir, ancak ölür de, göze batmak istemez... Konformist bir kişiyi, romanda bir individualistle karşı karşıya getirdiğiniz vakit, kıvılcımların nasıl çıktığını görürsünüz...

DUYARLI: Hemen yaralanan, en ufak şeyde kabuğuna çekilen, herşeye ağlayabilen yufka yürekli... Bu adamı/kadını katı yürekli, gaddar biriyle karşı karşıya getirirseniz, bakın neler oluyor?

MATERYALİST: Her şeyin altında çıkar arayan, para için anasını satan adam... Bir materiyalistle bir romantiki karşı karşıya getirince ve ikisine dünyanın güzel bir köşesinde güneşin batışını seyrettirince, Romantik olan şöyle diyecek: Ah, şu güneş hiç batmasa!  Materiyalist hemen: Batsa da, batmasa da, ne geçer elime güneşin batışından... : )

KORKUNÇ DÜZENLİ: Bir düzenlinin masasını hiç seyrettiniz mi? Kalemi, kağıdı masaya nasıl indirdiğine bir göz attınız mı? Düzenli herşeyi yerli yerinde ister. Bu figuru bir düzensiz bir pasaklıyla karşılaştırmak gerek...

HASTALIK HASTASI: Bir hastalık hastasını bir Sağlık Aposteliyle bir araya getirip, orkester ediniz. Hasta olmanın dünyanın en ağır günahı olduğuna inanan Apostel, bakın hastalık hastasını ne hale getirecektir.

Kısaca bir mazohisti bir sadistle, bir koleriki bir uyuşukla, vurdum duymazla, bir ahlaksızı bir centilmenle, orkester edip, imtahana tabi tutun... Ancak daha önce de değindiğimiz gibi bu karşıt karakter tiplerini göbekten birbirine bağlayın, öyle ki, ne yapsanız aralarındaki düğümler çözülemesin...

Diğer karşıt karakterler:

Eli bol ile cimri
Oportunist ile asi
Ar perdesi yırtıkla, terbiyeli
Pesimistle, iyimser
Perfeksiyonistle Kaotik,
Vulgerle, dinci
Introvertiertle ekstravertiert,
İtimatsızla, güveni sonsuz,
Şüpheciyle kararlı
Basit ruhluyla, yüce ruhlu
Hırslıyla, kanaatkar
Saf ve avanakla kurnaz...
Neşeliyle karamsar
Duyarlıyla duyarsız, gibi...

Bu figurları birbiriyle karşı karşıya getiren şey, onların karakter yapılarındaki karşılıklı intoleranstır... Çünkü zıt kutupları temsil ediyorlar... Şeytanı bile tarif etseniz, hep kötü yönünden bahsetmeyiniz. En kötü karakterlinin de mutlaka iyi bir yönü olmalı... Mesela ahlağı yerinde biri, aniden kumarcı çıkabilir, yakınlarının her iyiliğini, her yardımını suistimal edip, onları her fırsatta tehlikeye atar. Veya hiçkimsenin yerkürenin üzerinde yaşamasını istemediği biri, bir de bakmışsınız, organlarını bağışlamış...

Şimdi bu figurların Gordon bağıyla nasıl birbirlerine bağlandıklarına bir örnek verelim:

Diyelim bir CİMRİ’yi tasvir edeceğiz romanımızda:

Cimri insanın nasıl olduğunu herkes bilir. Gereken her masraftan kaçan bir adam. Hayatı boyunca yoksulluktan korkar, bankada milyonları bile birikse, yarın aç kalacakmış gibi düşünür. Cimrimiz de bir insan olduğundan, bir gün nişanlanıp, evlenmek ister. Bizim cimri her işini parasız yürütmenin yollarını ararken, eşi eli bol ve bonker bir kadın. Cimrimiz eninde sonunda bir kadın bulduğuna şükreder. Kadın kocasının kuruşçu oluşunu bir türlü hazmedemez ve hemen çocuk yapmak niyetinde değildir bu adamla... Adam cimriliğinden kadının korunmasını bile engeller... Tabi bizim Hanife hamile kalır... Doğum yaptığında bir de bakmışız ki, Hanife üçüz doğurmuş... Şimdi cimrimiz ne yapsın, kadını boşamak istese, boşanma parası ödeyecek. Bir çocuk bile kendisine fazla geldiğinden, üç çocuğu nasıl besleyecek. Gider bir avukata danışır. Avukat masrafı, mahkeme masrafı, derken 2.500 Eurosu gidecek. Cimri o kadar paraya kıyar mı hiç, hemen bu planı bırakır... Aynı çatı altında kalacağını, fakat asla bir daha karısıyla ilişkiye girmeyeceğini ilan eder. Tabi bu planı da sonuna kadar yürütemez... Hanife her fırsatta kocasının cüzdanına elini uzatmasını ister... Kocası zamanla yola gelir mi, gelmez mi, romandaki gelişmeler ilerledikçe, konflikler çoğaldıkça, ortaya çıkacaktır... Romanın sonunda karakterini belki değiştirebiliriz, belki de hiç değiştiremeyiz...

Evet, cimri ile cömert karşılaştırması sonu gelmez komik sahneler sunar yazara...

Bir PERFEKTİONİST’i evlendirelim şimdi...

Diyelim ki bu adam Rockefeller’in oğlu... Nesilden nesile variyeti aktarılmış bir Milyoner... Ancak karakter yapısı perfektiyonist olduğundan, evleneceği kadını aydan getirmemiz lazım kendisine... Çünkü evleceneği kişide umulmadık marifetler bekler... Sofia Loren gibi güzel olacak, Jacky Kenedy gibi hanımefendi, Prenses Diana gibi bir kalbi olacak... Gide gide ta Neu Seeland’ buluyorum perfektionistime bir madam... Kendisini oraya bir fabrika kurmaya yolluyorum, ve oradaki en zengin adamın kızına vuruluyor. Bunları evlendirdikten sonra, açığa çıkıyor ki, benim ona bulduğum kadın ne Sofia, ne Jacky, ne de Diana imiş... Ben onu Liz Taylor’la evlendirmişim... Benim Liz Taylor’umun, gözü hep dışarıda, evli erkeklerde. Bir bakmışım birini yatak için, birini sırf sohbet için, birini seyahat için, birini bilmem ne için ayarlıyor...

Şimdi Perfektionistim ne yapar acaba? Boşansa tüm dünyaya rezil olacak. Boşanmasa bir türlü... Benim Perfektionist ele güne karşı gülünç duruma düşeceğine, eşinin dalgalarına boyun eğmek zorunda kalır, çünkü bütün ailenin şerefini ayaklar altına almış olacak...

Birkaç yıl sonra bir kız çocukları doğar. Çocuk doğduktan sonra benim Liz Taylor’um daha da azıtır, artık açıktan açığa sevgili değiştirir... Çünkü bir hedefi vardır, Rockefellerin servetinin yarısını ele geçirme planları yapmaya başlar... Perfektionistimin başına daha neler neler gelmez ki...

Mükemmel bir roman yazarken tarif ettiğiniz figuru avucunuzun içi gibi tanımalısınız. Rockefellerin oğlunu tarif ederken, benim Rockefeller gibi bir kişinin nasıl yaşadığını bilmem lazım, onun hayat hikayesini mikroskop ile inceleyebilmem için. Yani, eğer yazarın haddinden fazla zengin insanlarla hiç ama hiç tecrübesi olmamışsa, bu konuyu güzel bir şekilde işleyemez... Fıgurumun doğuştan kabiliyetlerinden tutun, tutkularına kadar, sevdiği, sevmediği şeylerin hepsini bilmem lazım...

Dünyadaki en misteriyöz varlık insandır, diyor Egri. German Kralı Ludwig XIV.: “Ben bana bir bilmeceyim”, demiş...

Her insan ilk görünüşte insana anlaşılır, duygu, düşünce ve davranışlarında hesaplanabilir gibi görünür, ancak biraz derine inince, bir yığın bilmece keşfederiz... Bugün söylediğini, yarın hiç utanmadan yalanlar, kaypaklığını yüzüne vurduğumuzda da, bir de bakmışız, bize kızar. Her insan iyi emeller peşinde koştuğunu düşünür, kötü şeyler yapsa da... Eğer bir şey yanlış yürürse, suçu hep başkalarının ayyakkabılarında arar. Bu insanı bilmem tanıdınız mı? İnanıyorum ki, bu türden en az bir kişiyi tanıyorsunuz... Çünkü böyle tipler deniz kıyısında bulunan kum kadar çok... Yine de anlamadıysanız, maalesef sizden bahsediyorum, kendimden ve de hepimizden... Suçunu kendiliğinden kabul eden, ya normal değildir, ya da ruh hastasıdır. Normal olan şey, hepimizin hatalarımızı sonuna kadar savunduğumuzdur, ta ki, esas suçu başkalarına yükleyinceye kadar. Neden? Neden kimse suç yüklenmek istemez acaba? Çünkü hepimizde korkunç bir güvensizlik mevcuttur...“ (Layos Egri, Litararisches Schreiben, 2002).

Bu güvensizlikten kurtulmak için de binbir yol deneriz... En büyük sığınağımız sevgidir. Ölümsüz aşkımızın, ölümsüz bir aşkla mükaafat görmesini dileriz, çünkü daha fazla sevgi, daha fazla güven verir bize. Ancak ne var ki, dünyadaki herşey gibi, sevgi de gelip, geçer... Sevgi de zamanla değişir ve dikkat etmezsek, ölümsüz bildiğimiz aşkımız bir de bakarız ki, nefrete dönüşmüş...

Evet, bu tecrübelerden yola çıkarak, Egri, bütün insani duyguların neticede bu güvensizlikten kaynaklandığını ve her seferinde yeni bir kıyafetle ortaya çıktığını, ileri sürüyor...

Hiç kimse kendisiyle memnun değil. Bu da demek oluyor ki, sürekli içimizdeki boşluğu ve defizitleri doldurmak için birşeyler arar, dururuz. Aramızdaki tek fark, kusurlarımızın, noksanlarımızın, sakatlıklarımızın ölçüsüdür... Kendisinde bir tek hata bulan insan bile, bu hatayı kompense etmenin yollarını arar... Bilinçli ya da bilinçsiz, hepimiz kabiliyetlerimizi bir işe yaratmaya çalışırız, başarılı olmaya, değer kazanmaya, ön plana çıkmaya, mühim olmaya çalışırız. Aşırı azimli insanlarda mutlaka büyük bir kusur keşfetmek mümkün. Ve en tanınmış, en ünlü insanların, o kadar büyük şeyler başarmalarının altında, esasen kendi kendilerinden memnun olmadıkları yatar... Eğer mühim bir şahsiyet olmayı başarmış iseniz, bu kez de insanlar size çamur atar, sizi yüceldiğiniz o yedinci katlardan aşağı çekmeye, elinizden başarılarınızı almaya çalışırlar...

Dedik ya, insan misteriyöz bir varlık... İçinde en yüce ve de en adi duyguları taşır...

Kanaat etmek ve kendini başkalarına adamak ise bazı insanların güzel elbisesi... Büyük Kanaatkarlık da, kendisini birşey uğruna feda etmek de, hayranlık kazanmak içindir... Sonuçta bütün bunlar mühim olmaya hizmet ederler... Tüm insanlarda vardır bu hastalıklar, yazarlar da dahil olmak üzere...

Evet, bu yazıyı Size non-stopp 35 saatte hazırladım... (Hayatımda çalıştığım ücretsiz saatlerin eğer bankada bir külçe altın karşılığı olsaydı, kendime o külçelerle en kralından bir Villa satın alabilirdim... :)

DEVAM EDECEK!...

Kaynaklar: Layos Egri, Literarisches Schreiben. - Starke Charaktere, originelle Ideen, überzeugende Handlung. Aus dem amerikanischen: Kirsten Richers. Autorenhaus Verlag. New York, 2002.

Natali Goldberg: Schreiben in Cafes. Aus dem amerikanischen: Kerstin Winter. Autorenhaus Verlag. Berlin 2003

NURAY  LALE, Eğitim ve Sağlık Bilimcisi
lalenuray@yahoo.de
İstanbul -22.11.2005
http://sufizmveinsan.com

 


Üst Ana sayfa e-mail