«Allah dahilerde düşünür, şairlerle rüya görür ve diğer bütün
insanlarda uyur.» : ) (Peter Altenberg)
Bir
Televizyon reklamı: Okumak bir tutkudur. İnsanın asla yeteri
kadar kitabı olamaz. Öyle çok okunması gereken kitap var ki. Tek
soru nereden başlamalı acaba? Ama kitapları dinlemek de mümkün.
O yüzden ben hep NDR dinliyorum... : )
MÜKEMMEL BİR ROMAN NASIL YAZILIR?
Ilk önce yazı
dizimi biraz fazla geciktirdiğim için, özür dilerim. Biraz tatil
yapmam gerekli idi. Ancak şundan emin olabilirsiniz, güzel yazı
yazma sanatı ile ilgili en önemli bilgileri bulup, derleyip,
çevirip, Size kendi kelimelerimle su gibi içirmeye devam
edeceğim...
Bu yazı dizisi için özel olarak kitaplar satın aldım, onların
içeriğini özetleyerek, Sizlere sunmaya çalışacağım... Esasen
yazımın sonuna geldiğimi ve son bölümü yazacağımı sanmıştım.
Ancak Roman yazmak gerçekten de hiç basit bir iş değilmiş. Bu
işin daha bir yığın püf noktası varmış.
Mükemmel bir
roman nasıl yazılır konusunu genel olarak James N. Frey’in
kitabından derlemiştim. Şimdi ama Size daha iyi bir yazarı
tanıtmaya çalışacağım. Layos Egri’nin “Literarisches Schreiben“
(Edebi Eser Yazma Sanatı) kitabından kesitler sunuyorum.
Layos Egri
kitabına „Ebediyet için yazmak” cümlesi ile başlamış ve bunu şu
şekilde açıklamış:
Her ebedi
eser içinde bulunan kahramanların inandırıcı olmaları ile
yükselir ve düşer... O yüzden yazar bir boyutlu, iki boyutlu ve
üç boyutlu figurlar arasında bir seçim yapmak zorundadır. Bu iş
her ne kadar basit görünse de, oldukça zordur. İnsanlar esasen
birbirlerine benzerler, ancak aralarında sadece bir derece farkı
vardır. Yazarı ilgilendiren konu, üç boyutlu bir figurun normal
günlük yaşamındaki pozunda uzun süre tutabilmek ve onu bu pozda
kağıda resimleyebilmektir. İnsan dediğin, oldukça çelişkili bir
varlıktır, bir ınsanın bugün şöyle davranması, yarın böyle
davranması, bazen başka insanlarla aynı seviyede olup, bazen
arada dağlar oluşması, günlük hayatta gayet normaldir. İnsan
psikolojisi ile uğraşan bütün Bilim adamları insan ruhunun
oldukça karmaşık bir yapıya sahip olduğunu, hiçbir insanın ne
tamamen melek, ne de tamamen kötü ve bozuk karakterli olduğunu
ortaya çıkarmışlardır. İnsan ruhunun kompleksliğini en geç S.
Freud, C. G. Jung ve A. Adler gibi Ruh bilimcileri inceden
inceye incelemiş ve birkaç sırrını açığa çıkarmışlardır.
Ruhumuz öyle
derin bir deryadır ki, kim bilir daha neler neler ortaya
çıkaranlar olacaktır...
İnsan
davranışını resimlerken, yazarı ilgilendiren nokta, hangi dış ve
iç şartların insanın iyi veya kötü yönünü gün ışığına
çıkardığıdır. Ancak bu oldukça genel bir tasvirdir. İyi bir
yazar tasvir ettiği karakteri tıpkı bir şirurg gibi bıçak altına
alıp, beyninin içindeki düşünceyi bulup, ortaya çıkarır.
Layos Egri
bakın kendi beyninin içine nasıl bakmış:
Ben oldukça
hırslı, oldukça kıskanç ve egositin biriyim. Bütün işim gücüm,
sürekli başkalarını beni sevmeye teşvik etmektir. Gece gündüz
kafa yorarım. Acaba ne yapmalıyım ki, çevremdeki insanlar
mecburiyet karşısında benim çok mühim biri olduğumu ve müthiş
bir adam olduğumu kabul etsinler. İstemeden itiraf etmeliyim ki,
en sevdiğim şey, her zaman kabul edilmektir. O yüzden şu
neticeye vardım, bu işin sadece iki sebebi olabilir:
-
Kendim
için sempati kazanmak,
-
Çok
mühim biri olduğumu ille de göstermek.
Evet,
kafatasımın içinde bunları keşfettim. İlkönce biraz korktum bu
bulgulardan: „Olamaz, bu ben miyim, gerçekten?“ dedim, kendi
kendime. İkinci deneyimde de aynı şeyleri görünce: Evet, doğru!
Bu kişi benim gerçekten. Ve daha da fazlasıyla...“
Şimdi de
Nuray Lale’nin beynine bakmak ister misiniz?
Bizim Nuray
Lale’nin herşeyi aşırı. : ) Sevgisi aşırı, çalışması aşırı,
düşünmesi aşırı, iyiliğikseverliği aşırı, yani bütün karakter
sıfatlarının önüne hep “aşırı“ kelimesi yerleştirmek gereklidir.
Öyle “aşırı” olduğundandır ki, çevresini hiç takmaz. O yüzden
çevresindekiler de durmadan kendisiyle uğraşırlar... Ancak iyi
bir yönü vardır, hiç kimseyi kıskanmaz, kimsenin atına “eşek”
demez, her zaman kendi bildiği yolda yürür. Kimsenin önünde ruhu
eğilmez, emir altında hiç çalışamaz... Haksızlığa hiç, ama hiç
gelemez. En büyük duvarları kafasıyla yıkar da, içinden geçer...
Hiç kimseden korkmaz... Işık yıllarıyla yürür, sonun en sonuna
gider, geri başa döner.
Evet, bu
Nuray Lale’nin beyin çizelgesi: Bunun birkaç sebebi vardır:
-
Kendi
gücüne güveni sonsuzdur.
-
Çevre
bana uysun, ister...
-
Lider
ruhludur, onun için ruhu kimsenin önünde eğilmez... (Ancak
bizimkisi ne yazık ki, makamsız bir lider. : )
-
Ruhen
çevresinde eline su dökecek ne kadın, ne de erkek vardır...
: )
-
Biraz,
yok yok, haddinden fazla delidir...
Umarım Sizi
biraz güldürdüm... Hayat hikayemi bilseniz, deliliklerime
gülmekten ölürsünüz...
Evet, roman
kahramanlarınızın kafatasının içine ve dışına bu şekilde bakmayı
öğrenmelisiniz...
Yazdığınız
kitap kim ve ne üzerine olursa olsun, satırlarınız hayat dolu
olmalı. Ve fıgurlarınızı öyle tasvir etmelisiniz ki, okuyucu
fıguru sağından, solundan, önünden, arkasından, her yönünden,
ruh gözüyle görebilsin. Ancak fıgur sadece göze de hitap
etmemelidir. Önemli olan okuyucunun kalp yolunu bulmaktır. Bunu
yaparken, yarım yamalak, sıradan sözler ile rastgele değil,
herşeyi titizlikle bir bütüne taşımalısınız...
Duygu ve düşüncelerinizi soğuk bir yemek gibi değil, sıcak bir
yemek gibi servis etmeyi öğreniniz... Yani içten, yani sevgi
dolu...
Şimdi dünya
litaratürü yazacağım diye kendinizi baskı altına almanıza gerek
yok, yazarken bile oyun oynar gibi zevkli yazmaya çalışınız...
Layos
Egri’nin tavsiye ettiği gibi EBEDİYET İÇİN YAZINIZ!.. Natali
Goldberg de, gidip bir GÖKKAHVESİNE oturmanızı diliyor... : )
Bana bir
merdiven verin, göğe dayayayım ve ünlü yazar olmak isteyen
herkesi GÖK KAHVEME davet edeyim, diyorum ben de...
Biraz önce
Hunlar üzerine tarihi bir film seyrettim. Atalarımızı konu alan
filmde, Atilla Han üzerine sunucu şu söyleri söyledi. Atilla Han
dünyayı sarsmak (korkutmak) için dünyaya gelmiş... Filmin
sonunda sunucu Hunların söylenegelinen şekilde klişelere
uymadıklarını, asla geri kalmış barbarlar olmadıklarını, tam
aksine Hun krallarının çok yüksek diplomatlar olduklarını, ve
büyük stratejik bilgilere sahip olduklarını vurguladı. Ve
tarihin gizli sayfalarında Hunlar üzerine daha çok şeyin
bilinmediğini açıkladı. Şimdi bunun güzel yazı yazma sanatı ile
ne alakası var, gibi bir soru uyanacak kafanızda... Şimdi
açıklayayım:
Hiçbir yazar
dünyayı korkutmak için dünyaya gelmemiştir. : ) Eğer bunu yapar
ise, o zaman o yazarın Bin Laden’den farkı kalmaz...
Şimdi tekrar
başa geçelim... Bütün büyük karakter portreleri yazarın bağımsız
ve tarafsız bakış açısıyla, bir bilim adamı gibi, her zaman
doğru olanı yansıtma ve gerçeğe hizmet etme duygusu ile
yazılmışlardır. Büyük yazarlar o yüzden bazen, toplumun
yaralarına tuz basar gibi yazmış ve gerekli cefaları ve cezaları
da çekmişlerdir...
Layos Egri
kitabında ikinci konu olarak ORİJİNALİTE noktasına değinmiş. Ve
tanınmış bir yazarın şu sözlerini aktarmış: “Çok eski ve
defalarca işlenmiş bir konu bile, eğer yeni bir aspekt ile
yazılmış ise, benim için orijinel bir değer taşır.“
Şimdi güncel
yaşamdan örnekler sunmak istiyorum. Geçenlerde Orhan Pamuk’un
yazdığı „Schnee“ isimli kitaba 25,- Euro para vererek,
(kendisine de içimden kızarak) aldım ve okudum. Bir yerde
“Türkler her konuda yetersizdirler“ gibi bir genelleme
geçiyordu. Başka milletlerde sanki hiçbir yetersizlik yokmuş
da, sadece Türkler öyleymiş. Bu düşünceye bir de Ermenilerin
üstünlüğü eklenince tepem attı. Ancak şöyle deseydi, belki
yazara kızmazdım. Türkler her şeyi basite alan bir halktır,
deseydi kendisine hak verirdim. Neden mi? Çünkü bizim
milletimizde öyle salgın bir hastalık var ki, her işe düşünmeden
atılırlar. Herşey kendilerine basitmiş gibi gelir. Oysa hiçbir
iş göründüğü gibi basit değildir. Örneğin, adam okul yüzü
görmemiş, Televizyon kanalı kurmaya ve yönetmeye kalkıyor. Veya
ev kadını durduk yerde sunucu oluyor. Veya orta okulu bile
bitirmemiş, gazete çıkarmaya çalışıyor. Veya hayatında bir gün
yemek yapmadığı halde Restorant açıyor. Veya ahbab çavuş
ilişkileriyle politikaya atılıyor, milletvekili oluyor... Bu ve
buna benzer yüzlerce, binlerce örnek... Tabi hal böyle olunca
da, yaptıkları işi de yüzlerine gözlerine bulaştırmış ve sonuçta
her işi basite almış oluyorlar... Bunun nereden kaynaklandığını
da söyleyeyim:
Türkler her
zaman kendilerini “büyük“ görürler... Yani realiteye uymayan bir
büyüklük taslamadır bu... Halklar arasında bir büyüklük taslama
yarışı düzenleseydik, biz Türkler dünyada en önde gelirdik...
Hemen ardımızdan Yunan komşularımız gelirdi. Üçüncü sırayı
Mısırlılar veya İtalyanlar alırdı... Yani dünyayı ele geçirmiş
milletlerde bulunur bu hastalık : ) Amerika Birleşik
Devletlerine bu hastalık daha yeni bulaşmış bulunuyor. Bizimkisi
2000 yıl öncelere dayanıyor... Şuurumuzdan silmemiz asla mümkün
değil.
Şaka bir
tarafa: Kısaca her ne iş yapıyor olursanız olun, yaptığınız iş
bir orijinalite taşımalıdır. O orijinaliteye varabilmek ise,
bıkmadan, usanmadan öğrenmekten geçer.
Yayınevi
yöneticileri, Rejisörler, gazeteciler sürekli orijinel
hikayeler, haberler, konular bulma çabası içerisindedirler.
Sanki orijinel şeyler hemen sokaktaki köşede duruyormuş gibi,
bazen de insanlara bulduk yalanlarını atarlar. Bunun için
gerekirse edebi kabiliyetinden şüphe duyulmayan kişileri alet
olarak kullanırlar. Kimi Rejisörler filmin ortasında: Bana acele
yepyeni bir nükte, espirili bir sahne, ya da birkaç etkili söz
lazım der, o şekilde orijinel birşey yarattıklarına inanırlar.
Oysa, öyle beklenmedik espirilerle, etkili sözlerle, hiçbir
hikaye orijinallık kazanmış sayılmaz. Hem birileri için
beklenmedik sayılan birşey, bir başkası için belki de eski tas,
eski hamamdır...
Orijinel bir
şeyi tasvir etmek oldukça zordur. Çünkü elle tutulur bir şey
değil, büyüklüğü hissedilen bir şeydir. Öyle bir şey ki, sanki
yazarın kaleminden çıkan ve insanın gözünü kamaştıran bir
pırıltı, bir ışık, bir kıvılcım gibidir...
Orijinaliteye nasıl varıldığı konusunu kavrayabilmek için, Layos
Egri ünlü yazarların büyük eserlerine bakılmasını tavsiye
ediyor. Leo N. Tolstoy’un “Savaş ve barış“, Guy de Maupassant’ın
„Diamanttan Kolye“, O. Henry´nin “Ermişlerin Hediyesi” gibi.
Buna daha çok eserler ekleyebiliriz. Mesela: Thomas Mann’ın
„Sihir Dağı“, Hermann Hesse’nin „Cam inci Oyunu“ Dünyaca
tanınmış bu ve daha önce de örnek verdiğim klasik kitaplarda, ne
olağanüstü bir içerik, ne de mütaasıp olmayan, müsamahakar bir
konu işlenmiştir. Ancak yine de ebedi yaşarlar, neden acaba?
Tekrar
tekrar okusanız da, yine etkileyiciliklerini yitirmezler. Çünkü
karakter portreleri mükemmeldir. Figurlar tanıdığımız insanları
anımsatırlar bize. Belki de kendimizi o figurlarda bulduğumuz
için unutulmaz portreler. Her halukarda yazarlar o figurları
öyle iyi tanıyorlarmış ki, birkaç fırça vuruşuyla o fıgurları
detaylı hatlarıyla mükemmel bir şekilde yaşatmışlar.
“Orijinel“
kelime anlamıyla “yeni” demektir. Örneğin, Monoteizm, (Tek tanrı
inancı), Relativite teorisi, veya tekerleğin bulunuşu gibi...
Leeuwenhook´un mikroskobu bulması, ilk insanların ateşi
bulmaları, veya Hindistan’lı Haşim’in sıfırı icat etmesi gibi...
Yani insanlığı ilerilere taşıyan bütün buluşlar orijineldir,
çünkü eşsizdirler... Ve ebedi değer taşırlar...
Güzel yazı
yazma sanatında bu orijinellik acaba nasıl bulunabilir?
Bilim
alanında tarihin hemen hemen her döneminde mühim buluşlar
olmuştur. Bazen elde edilen bilgiler daha önceki bilgileri yerle
bir etmiştir. İnsanlık tarihinde devrim niteliğinde buluşlar
yapan bilginler isimlerini ebediyen unutamadığımız insanlardır.
Bu buluşların ışığında hayatımız, dünyaya bakış açımış değişmiş,
gelişmiş, ufkumuz genişlemiştir. Birkaç isim vermek gerekirse:
Hipokrates, Sokrates, Deskartes, Platon, Newton, Galileo,
Einstein, Darwin, Kopernikus, Edison, Galen, Faraday, Tesla,
Ehrlich, Küri, ve diğerleri.
Sanat alanında ise yepyeni bir şey keşfetmek öyle kolay bir iş
değil. Eğer bir sanat eserinde hem konularda, hem de formda
yenilik beklemiş olsaydık, o zaman Shakesppear’in, Schiller’in,
Mollier’in veya İbsen’in yazmış oldukları dramların hepsi
sınıfta kalırdı, çünkü hem konuları ve hem de kullandıkları
formlar insanın düşünmeye başladığı günlerden, ezelden beri
vardılar, diyor Egri ...
Sanat
alanında da yenilikler, değişimler, beklenmedik gelişmeler
olmuştur, ancak çok az sanatçı orijinel sayılan eserler
yaratmışlardır. Sanatçıların hiçbiri Albert Einstein gibi
dünyanın gidişatını değiştiren bir “Relativite theorisi”
bulamazlar, bu mümkün değildir.
Yazar Albert Einstein olamaz, ama yine de eserlerinde orijinel
olmaya önem vermelidir...
Orijinellik
tıpkı dehalık gibi nadir görülen bir olgudur... Sanatçı
orijinelliği yakalasa bile, bu onun insanlığı büyük bir adım
ileri götürmesi anlamına gelmez.
O yüzden
sanatta ancak şu ilke geçerlidir. Yeni bir trend, yeni bir stil,
fazla yükseltmek, fazla indirgemek gibi... Bir bütünün bazı
aspektlerini vurgulayabilir, veya toplumsal yaşamı etkileyen
herhangi bir konu yaratabilir. Aslına bakılırsa, Edebiyatta
orijinellik, diğer sanat dallarında da olduğu gibi yoktur...
Varsa da parmakla sayılır...
Ölümsüz
büyük edebi eserlerin esas sırrı, canlı ve olağanüstü
karakterlerdir. O yüzden ölümsüz eserleri okuduğunuzda hep
olağanüstü, etkileyici karakter portreleriyle kaşılaşırsınız,
bunlar insan bilincinde yüzyıllarca yaşarlar. Herhangi yeni bir
stil deneyi değildir esas ölümsüz olan.
KARAKTER
VE FİGURUN GELİŞTİRİLMESİ
Karakter en
güzel iki karşıt figurun birbiriyle çarpışması sonucu, tıpkı
beyaz tual üzerinde birbirine zıt renklerin yansıtılmasıyla
oluşturulan resimdir. Yukarıda adı geçen, „Schnee” kitabında
Orhan Pamuk fanatik düşünceli insanları ateist düşünceli bir
kişiyle (kendisiyle) karşılaştırmış ve siyah beyaz, birbirine
kontrast bir tablo yaratmıştır. Figurlar sürekli bir konflikte
tabi tutularak, duygusal, felsefik, teolojik, ideolojik bir
çarpışma sergilenmiştir.
Bir önceki
yazımda figurun nasıl geliştirildiğini, değişimin nasıl
sağlandığını yazmıştım. Ancak karakter ve figurun geliştirilmesi
o kadar derin bir konu ki, değil ki bir makaleye, yüz kitaba
bile sığdıramazsınız.
Figurların
davranışlarını analiz edemeyen hiçbir yazar üç dimensiyonlu
figurlar yaratamaz. Analiz konusu da oldukça geniştir. Figurun
kısaca hayat hikayesini hazırlamak, figurla röportaj yapmak
bunların başında gelir. Ama en önemlisi, yazarın karakteri
karakter yapan sıfatları mükemmel bir şekilde tanımasıdır.
Sıfatlar da önemli değildir, o sıfatları taşıyan figurların
davranış metotlarını bilmesi gereklidir. Figurların
davranışlarını ise birbiriyle tıpkı bir müsik eseri gibi
bestelemek, birbirine uyarlamak ve bir insanın iç organları gibi
otomatik çalışmalarını sağlamaktır.
Karakter hem
değişebilir, hem değişmeyebilir. Ancak figurunuz davranışlarıyla
herhangi bir gelişme kathetmek zorundadır. Buna Layos Egri’den
örnekler:
Yalnız
yaşayan yaşlı bir kadın bir kilisede yardımsever görevler
yaparak, boş zamanını geçirir. Kadın bir fabrikada muhasebe işi
yapmaktadır. Geliri düşük olduğu halde, maaşının yarısını
kiliseye bağışlar. En zengin kişiler bile bundan rahatsız
olurlar. Bir avukat, bir eczacı, bir iş adamı, bir bankacı bile
kadının yaptığı bağış kadar para vermez. Kilisenin mecmuasında
her ay kimin ne kadar bağış yaptığı yazıldığından, günün birinde
yaşlı kadın bağışını aniden iki katına çıkardığında, ortalık
birden karışır. Daha sonra kadının fabrikadan para çaldığı açığa
çıkar. Fabrika kadını mahkemeye verir. Mahkemede yaşlı kadın bir
cümleyle suçunu kabul eder. Hayatını Allah yoluna adamış bu
yaşlı kadın mahkemede parayı niçin çaldığını açıklayınca,
herkesin ağzı açık kalır. Kilisenin tamir ihtiyacı olduğundan,
kadın aç kalma pahasına maaşını ve fabrikadan çaldığı parayı
getirip, Papaza verdiğini ve hatta tamirat için adam bile
görevlendirdiğini açıklar. Papaz bunu doğrulayınca, fabrikatör
de, diğer dinleyiciler de şaşırıp kalırlar. Hakim kadına altı ay
hapis cezası verdiğini, fakat cezanın çekilmesine gerek
kalmadığını açıklar. Duruşma bittiğinde duruşmada bulunan
vatandaşlar çalınan para miktarını fabrikatöre çek olarak
verirler. Ve dava bitmiş olur. Ahiret hayatına bu denli önem
veren, kilisenin ve çevresindeki insanların çıkarlarını kendi
çıkarlarından üstün tutan bu yaşlı kadının karakteri asla
değişmez. Ancak figurda bir gelişme söz konusudur. Daha önce
kiliseye hizmet veren kadın aniden hırsız olmuştur...
Yazarın
biri, ne zaman bir restoranda gitse, veya bir taksiye binse,
geliri yetersiz olduğu halde, bolca bahşiş dağıtır. Kendisine
neden öyle yaptığı sorulduğunda: „Siz bilemezsiniz, en büyük
bahşişleri hep en fakirler verirler. Hem benim için bir iyilik
yapmak, diğer bir iyiliği beraberinde getirir. Ve bu gizli bir
sihir gibi bir insandan diğer insana geçer,” der. Kendisine
iyilik perisi misin, diye sorulduğunda: „Evet, öyleyim biraz.
Ama verdiğim bahşiş karşılığında neler aldığımı bir bilseniz!
Para verdiğim insanın şaşkınlığını ve bana teşekkür ederken, yüz
ifadesini gördüğümde, yüreğim sevinçten yerinden hoplar. Bu
tasviri mümkün olmayan bir duygudur“ der.
Buradaki
örnek aynen benim için de geçerli. Bendeki olay insanları
hediyelerle sevindirmektir. Hiç beklemediği anda birilerine
büyük bir hediye alır, o insanın gözlerinin içinin gülmesini
seyretmeye bayılırım. Bu o kadar mükemmel bir duygu ki, tarif
edilemez... Asla terkedemediğim bir huydur...
Değişmeyen
karaktere kendi çevremden bir örnek:
Adamın biri
eşine her gün yalan söyler. Eşini başka bir kadınla aldattığı
bir gün açığa çıkar. Eşi dış görünüm bakımından alımlı bir kadın
olmasa da, üç çocuk sahibi, namuslu ve şerefli bir kadındır.
Adam ise iki çocuk sahibi olan, parlak ve modern görünen bir
kadınla seneler senesi parklarda, ormanda, otellerde buluşur.
Olayı bütün Türkler duyarlar. Kadın o denli yaralanır ki, bir
gün kocasını yanına alıp, onunla kendisini aldatan kadının evine
gider. Kendi eşinin ve diğer kadının kocasının huzurunda kadına:
„Hanımefendi, senelerdir ikimizin arasına girmiş, kocamla benim
huzurumu kaçırıyorsunuz. Ben Size bir hediye getirdim, bugün.
Alın kocam sizin olsun, sizin olsun da bu beladan hepimiz
kurtulalım,“ der. Gizli seksten zevk duyan kadın neye uğradığını
şaşırır. Adı aya çıkmış, seks hastasının tek sevgilisi o kadının
kocası yalnız değildir, çünkü. O yüzden rahatını bozmak istemez
ve bu teklifi reddeder. Ev kadını bütün şehirde namusunu
temizlemiş olarak algılanır, fakat olay yıllarca daha devam
eder. Parlak kadın bir zamanlar kentin en yakışıklı genciyle
evlenmiştir. O genç ve yakışıklı insandan tipsiz, bakımsız, başı
herkesin huzurunda öne eğik zavallı, tükenmiş bir adam
yaratmıştır. Adamı ne zaman bir yerde görsem, içim sızlar...
Parantez
içinde ihanete bir başka örnek:
Benim hüzzam
sevdamın babası evli bir kadına aşık oluyor. Aileler
birbirlerine gelip, gittiklerinden, annesi de o kadının kocasına
vuruluyor. Ne yapalım, ne yapmayalım, eş değiş - tokuşu yapmaya
karar veriyorlar. Sadece eşleri değil, çocukları da
değiştiriyorlar. Dileyen dilediğinin yanına veriliyor. Ne
orijinal hikaye, değil mi? Bu olayı bir Türk ailesinde pek
göremezsiniz. Ama Alman’larda gayet normal.
Farkındaysanız bu yazı dizisinde size hayat tecrübeleri de
derliyorum...
İnsan
karakterinin değişmesine kendi toplumumuzdan bir iki örnek:
Adamın biri
dernek sıfatı altında bir kumarhane, bir restourant ve bir de
bakkal dükkanı açar. Senelerce fabrikalarda çalışmasa da, kötü
işlerden, kazandığı paralarla iki üç katlı bir bina satın alır.
Kızları, oğulları vardır. Kızını zorla biriyle evlendirir, kadın
mutsuz olur ve boşanır. Ortancı oğlu tıpkı babasına çektiğinden,
bir gün evlerini kommando birlikleri basar ve kamyonuyla
Türkiye’den yiycek arasında eroin getirdiğini ortaya çıkarırlar.
Bu adam daha hala hapistedir. Adam 15-20 yıl boyunca yüzlerce,
binlerce ailenin yıkılmasına, genç çiftlerin ayrılmalarına
kumarhanesi yüzünden sebep olmuştur. Yaşı epey ilerleyen sapık,
bir gün şehirden kalkan otobüse binerek, Hac’ca gider. Saç sakal
ağarmıştır artık. Hac dönüşü herşeyini satar ve kendisine olan
bütün kumar borçlarını affeder. Akıllanmaya akıllanmıştır, ancak
koca bir şehrin ahını sırtına yüklemiştir. Eninde sonunda yine
gideceği yer cehennemdir...
Alman
toplumundan bir örnek:
Sigortacılık, emlakçılık, dolandırıcılık işleriyle uğraşan bir
Milyoner bir gün hatasının farkına varır ve onun bunun cebinden
çaldığı paraları yardım kuruluşlarına dağıtmaya başlar. Kırk
yıllık iş hayatında o kadar çok Milyon yığmıştır ki, bağış
yapmadığı kuruluş kalmaz. Kendine Almanya’da ve İtalya’da birer
Villa satın alır. Nasıl olsa parası yedi sülaleye yetecek
kadardır, geri kalan ömrünü iki devlet arasında geçirir. Adamın
bir oğlu bir kızı vardır. Oğlu babası zengin diye adam olamamış,
babasının kurduğu işyerini devralamamıştır. 20 senede
üniversiteden mezun olamamış oğlu halen asalak hayatı
sürdürmektedir ve ömrü boyunca bir işte çalışacağa da
benzemez...
Milyoner
adam kendi biografisine dönüp baktığı zaman: „Hayatımda çok para
kazandım, çok da kaybettim, ama Allah bana ne yazık ki, en büyük
darbeyi böyle bir oğul vermekle vurdu. Onun için en iyisi mi,
ben artık kendi hayatımı nasıl geçireceğimi düşüneyim“ der.
Bu adam da
sonuçta hayatın “mecaz manasını“ kavramıştır. Zengin olduğu için
artık para kazanmasına da gerek yoktur... Keyfince yaşayacak ve
artık kimseye zarar vurmayacaktır. Ancak onun da gideceği yer
eninde sonunda cehennemdir, çünkü kazandığı paralar onun bunun
paraları...
Çevrenizdeki
insanların biografilerini dikkatle takip ediniz. Değişen ve de
hiç değişmeyen bir yığın karakter bulursunuz...
İnsan
biografilerindeki mecaz manaları görmeye ve onları resimlemeye
çalışınız...
Şimdi Layos
Egri’yle birlikte birkaç karakter tanıtımı yapalım:
ANALİZCİ:
Aslında gayet normal bir insan, ancak herşeyi mikroskopla analiz
etmeye çalışır... Her ne yapıyorsanız, Size neyi, niçin
yaptığınızı, söyleyen kişidir... Hiç bir şey yapmasanız da, sizi
analiz etmeye devam eder...
KONFORMIST:
Aslında çok hoş, rahat, sakin, sessiz biridir, ancak ölür de,
göze batmak istemez... Konformist bir kişiyi, romanda bir
individualistle karşı karşıya getirdiğiniz vakit, kıvılcımların
nasıl çıktığını görürsünüz...
DUYARLI:
Hemen yaralanan, en ufak şeyde kabuğuna çekilen, herşeye
ağlayabilen yufka yürekli... Bu adamı/kadını katı yürekli,
gaddar biriyle karşı karşıya getirirseniz, bakın neler oluyor?
MATERYALİST:
Her şeyin altında çıkar arayan, para için anasını satan adam...
Bir materiyalistle bir romantiki karşı karşıya getirince ve
ikisine dünyanın güzel bir köşesinde güneşin batışını
seyrettirince, Romantik olan şöyle diyecek: Ah, şu güneş hiç
batmasa! Materiyalist hemen: Batsa da, batmasa da, ne geçer
elime güneşin batışından... : )
KORKUNÇ
DÜZENLİ: Bir düzenlinin masasını hiç seyrettiniz mi? Kalemi,
kağıdı masaya nasıl indirdiğine bir göz attınız mı? Düzenli
herşeyi yerli yerinde ister. Bu figuru bir düzensiz bir
pasaklıyla karşılaştırmak gerek...
HASTALIK
HASTASI: Bir hastalık hastasını bir Sağlık Aposteliyle bir araya
getirip, orkester ediniz. Hasta olmanın dünyanın en ağır günahı
olduğuna inanan Apostel, bakın hastalık hastasını ne hale
getirecektir.
Kısaca bir
mazohisti bir sadistle, bir koleriki bir uyuşukla, vurdum
duymazla, bir ahlaksızı bir centilmenle, orkester edip, imtahana
tabi tutun... Ancak daha önce de değindiğimiz gibi bu karşıt
karakter tiplerini göbekten birbirine bağlayın, öyle ki, ne
yapsanız aralarındaki düğümler çözülemesin...
Diğer karşıt
karakterler:
Eli bol ile
cimri
Oportunist ile asi
Ar perdesi yırtıkla, terbiyeli
Pesimistle, iyimser
Perfeksiyonistle Kaotik,
Vulgerle, dinci
Introvertiertle ekstravertiert,
İtimatsızla, güveni sonsuz,
Şüpheciyle kararlı
Basit ruhluyla, yüce ruhlu
Hırslıyla, kanaatkar
Saf ve avanakla kurnaz...
Neşeliyle karamsar
Duyarlıyla duyarsız, gibi...
Bu figurları
birbiriyle karşı karşıya getiren şey, onların karakter
yapılarındaki karşılıklı intoleranstır... Çünkü zıt kutupları
temsil ediyorlar... Şeytanı bile tarif etseniz, hep kötü
yönünden bahsetmeyiniz. En kötü karakterlinin de mutlaka iyi bir
yönü olmalı... Mesela ahlağı yerinde biri, aniden kumarcı
çıkabilir, yakınlarının her iyiliğini, her yardımını suistimal
edip, onları her fırsatta tehlikeye atar. Veya hiçkimsenin
yerkürenin üzerinde yaşamasını istemediği biri, bir de
bakmışsınız, organlarını bağışlamış...
Şimdi bu
figurların Gordon bağıyla nasıl birbirlerine bağlandıklarına bir
örnek verelim:
Diyelim bir
CİMRİ’yi tasvir edeceğiz romanımızda:
Cimri
insanın nasıl olduğunu herkes bilir. Gereken her masraftan kaçan
bir adam. Hayatı boyunca yoksulluktan korkar, bankada milyonları
bile birikse, yarın aç kalacakmış gibi düşünür. Cimrimiz de bir
insan olduğundan, bir gün nişanlanıp, evlenmek ister. Bizim
cimri her işini parasız yürütmenin yollarını ararken, eşi eli
bol ve bonker bir kadın. Cimrimiz eninde sonunda bir kadın
bulduğuna şükreder. Kadın kocasının kuruşçu oluşunu bir türlü
hazmedemez ve hemen çocuk yapmak niyetinde değildir bu adamla...
Adam cimriliğinden kadının korunmasını bile engeller... Tabi
bizim Hanife hamile kalır... Doğum yaptığında bir de bakmışız
ki, Hanife üçüz doğurmuş... Şimdi cimrimiz ne yapsın, kadını
boşamak istese, boşanma parası ödeyecek. Bir çocuk bile
kendisine fazla geldiğinden, üç çocuğu nasıl besleyecek. Gider
bir avukata danışır. Avukat masrafı, mahkeme masrafı, derken
2.500 Eurosu gidecek. Cimri o kadar paraya kıyar mı hiç, hemen
bu planı bırakır... Aynı çatı altında kalacağını, fakat asla bir
daha karısıyla ilişkiye girmeyeceğini ilan eder. Tabi bu planı
da sonuna kadar yürütemez... Hanife her fırsatta kocasının
cüzdanına elini uzatmasını ister... Kocası zamanla yola gelir
mi, gelmez mi, romandaki gelişmeler ilerledikçe, konflikler
çoğaldıkça, ortaya çıkacaktır... Romanın sonunda karakterini
belki değiştirebiliriz, belki de hiç değiştiremeyiz...
Evet, cimri
ile cömert karşılaştırması sonu gelmez komik sahneler sunar
yazara...
Bir
PERFEKTİONİST’i evlendirelim şimdi...
Diyelim ki
bu adam Rockefeller’in oğlu... Nesilden nesile variyeti
aktarılmış bir Milyoner... Ancak karakter yapısı perfektiyonist
olduğundan, evleneceği kadını aydan getirmemiz lazım
kendisine... Çünkü evleceneği kişide umulmadık marifetler
bekler... Sofia Loren gibi güzel olacak, Jacky Kenedy gibi
hanımefendi, Prenses Diana gibi bir kalbi olacak... Gide gide ta
Neu Seeland’ buluyorum perfektionistime bir madam... Kendisini
oraya bir fabrika kurmaya yolluyorum, ve oradaki en zengin
adamın kızına vuruluyor. Bunları evlendirdikten sonra, açığa
çıkıyor ki, benim ona bulduğum kadın ne Sofia, ne Jacky, ne de
Diana imiş... Ben onu Liz Taylor’la evlendirmişim... Benim Liz
Taylor’umun, gözü hep dışarıda, evli erkeklerde. Bir bakmışım
birini yatak için, birini sırf sohbet için, birini seyahat için,
birini bilmem ne için ayarlıyor...
Şimdi
Perfektionistim ne yapar acaba? Boşansa tüm dünyaya rezil
olacak. Boşanmasa bir türlü... Benim Perfektionist ele güne
karşı gülünç duruma düşeceğine, eşinin dalgalarına boyun eğmek
zorunda kalır, çünkü bütün ailenin şerefini ayaklar altına almış
olacak...
Birkaç yıl
sonra bir kız çocukları doğar. Çocuk doğduktan sonra benim Liz
Taylor’um daha da azıtır, artık açıktan açığa sevgili
değiştirir... Çünkü bir hedefi vardır, Rockefellerin servetinin
yarısını ele geçirme planları yapmaya başlar...
Perfektionistimin başına daha neler neler gelmez ki...
Mükemmel bir
roman yazarken tarif ettiğiniz figuru avucunuzun içi gibi
tanımalısınız. Rockefellerin oğlunu tarif ederken, benim
Rockefeller gibi bir kişinin nasıl yaşadığını bilmem lazım, onun
hayat hikayesini mikroskop ile inceleyebilmem için. Yani, eğer
yazarın haddinden fazla zengin insanlarla hiç ama hiç tecrübesi
olmamışsa, bu konuyu güzel bir şekilde işleyemez... Fıgurumun
doğuştan kabiliyetlerinden tutun, tutkularına kadar, sevdiği,
sevmediği şeylerin hepsini bilmem lazım...
Dünyadaki en
misteriyöz varlık insandır, diyor Egri. German Kralı Ludwig
XIV.: “Ben bana bir bilmeceyim”, demiş...
Her insan
ilk görünüşte insana anlaşılır, duygu, düşünce ve
davranışlarında hesaplanabilir gibi görünür, ancak biraz derine
inince, bir yığın bilmece keşfederiz... Bugün söylediğini, yarın
hiç utanmadan yalanlar, kaypaklığını yüzüne vurduğumuzda da, bir
de bakmışız, bize kızar. Her insan iyi emeller peşinde koştuğunu
düşünür, kötü şeyler yapsa da... Eğer bir şey yanlış yürürse,
suçu hep başkalarının ayyakkabılarında arar. Bu insanı bilmem
tanıdınız mı? İnanıyorum ki, bu türden en az bir kişiyi
tanıyorsunuz... Çünkü böyle tipler deniz kıyısında bulunan kum
kadar çok... Yine de anlamadıysanız, maalesef sizden
bahsediyorum, kendimden ve de hepimizden... Suçunu kendiliğinden
kabul eden, ya normal değildir, ya da ruh hastasıdır. Normal
olan şey, hepimizin hatalarımızı sonuna kadar savunduğumuzdur,
ta ki, esas suçu başkalarına yükleyinceye kadar. Neden? Neden
kimse suç yüklenmek istemez acaba? Çünkü hepimizde korkunç bir
güvensizlik mevcuttur...“ (Layos Egri, Litararisches Schreiben,
2002).
Bu
güvensizlikten kurtulmak için de binbir yol deneriz... En büyük
sığınağımız sevgidir. Ölümsüz aşkımızın, ölümsüz bir aşkla
mükaafat görmesini dileriz, çünkü daha fazla sevgi, daha fazla
güven verir bize. Ancak ne var ki, dünyadaki herşey gibi, sevgi
de gelip, geçer... Sevgi de zamanla değişir ve dikkat etmezsek,
ölümsüz bildiğimiz aşkımız bir de bakarız ki, nefrete
dönüşmüş...
Evet, bu
tecrübelerden yola çıkarak, Egri, bütün insani duyguların
neticede bu güvensizlikten kaynaklandığını ve her seferinde yeni
bir kıyafetle ortaya çıktığını, ileri sürüyor...
Hiç kimse
kendisiyle memnun değil. Bu da demek oluyor ki, sürekli
içimizdeki boşluğu ve defizitleri doldurmak için birşeyler arar,
dururuz. Aramızdaki tek fark, kusurlarımızın, noksanlarımızın,
sakatlıklarımızın ölçüsüdür... Kendisinde bir tek hata bulan
insan bile, bu hatayı kompense etmenin yollarını arar...
Bilinçli ya da bilinçsiz, hepimiz kabiliyetlerimizi bir işe
yaratmaya çalışırız, başarılı olmaya, değer kazanmaya, ön plana
çıkmaya, mühim olmaya çalışırız. Aşırı azimli insanlarda mutlaka
büyük bir kusur keşfetmek mümkün. Ve en tanınmış, en ünlü
insanların, o kadar büyük şeyler başarmalarının altında, esasen
kendi kendilerinden memnun olmadıkları yatar... Eğer mühim bir
şahsiyet olmayı başarmış iseniz, bu kez de insanlar size çamur
atar, sizi yüceldiğiniz o yedinci katlardan aşağı çekmeye,
elinizden başarılarınızı almaya çalışırlar...
Dedik ya,
insan misteriyöz bir varlık... İçinde en yüce ve de en adi
duyguları taşır...
Kanaat etmek
ve kendini başkalarına adamak ise bazı insanların güzel
elbisesi... Büyük Kanaatkarlık da, kendisini birşey uğruna feda
etmek de, hayranlık kazanmak içindir... Sonuçta bütün bunlar
mühim olmaya hizmet ederler... Tüm insanlarda vardır bu
hastalıklar, yazarlar da dahil olmak üzere...
Evet, bu
yazıyı Size non-stopp 35 saatte hazırladım... (Hayatımda
çalıştığım ücretsiz saatlerin eğer bankada bir külçe altın
karşılığı olsaydı, kendime o külçelerle en kralından bir Villa
satın alabilirdim... :)
DEVAM
EDECEK!...
Kaynaklar:
Layos Egri, Literarisches Schreiben. - Starke Charaktere,
originelle Ideen, überzeugende Handlung. Aus dem amerikanischen:
Kirsten Richers. Autorenhaus Verlag. New York, 2002.
Natali
Goldberg: Schreiben in Cafes. Aus dem amerikanischen: Kerstin
Winter. Autorenhaus Verlag. Berlin 2003
NURAY
LALE, Eğitim ve
Sağlık Bilimcisi
lalenuray@yahoo.de
İstanbul
-22.11.2005
http://sufizmveinsan.com
|