İnsanoğlu duygu ve
düşünce yönüyle zengin ve derin bir varlıktır. Bu hazine her
insanda olduğu halde, birçok insan hayatı boyunca kör, sağır ve
dilsiz yaşar. İnsandaki cevher yeryüzünde hiçbir varlıkta
yoktur, ancak bu cevheri işlemek, parlatmak, ve değerli kılmak
herkesin kendi elindedir.
Bu yazı dizisi
geleceğin büyük ve ünlü yazarlarına, zirve kapılarını açan
anahtarlar olarak tarafımdan büyük bir özen ve zevkle
hazırlanmıştır... Zirveyi hedeflemek isteyen tüm gençlerime bu
yazılarımla katkıda bulunmak ise benim için büyük bir şeref
kaynağıdır...
Yazarlığı
ekilmeye hazır bir bahçe gibi tasavvur ediniz. Bahçedeki tüm
işlerinizi büyük bir özenle yaparsanız, bahçenizde güller de
biter, nergisler de... Şüphesiz hiç bir bahçe bir diğerine
benzemez. Ancak asıl birbirine benzemeyen bağ – bahçeler değil,
o bahçeleri elleriyle verimli kılan bahçıvanlardır. Öyle
bahçıvanlar vardır ki, verimsiz topraklardan azami şekilde verim
alırlar. Bunun yanısıra öyleleri de vardır ki, verimli
topraklardan hiçbir hasılat alamazlar... Varlıklı ve zengin
ailelerden gelip de, adam olamayanları tasavvur etmeniz
yeterlidir. Bu insanlardan olmayınız...
Dünyada
yaptıkları işlerle ölümsüz ün yapmış insanların birçoğu
olanakları oldukça kısıtlı fakir aile çocuklarıdır. Bir örnek
vermek gerekirse: Albert Einstein, Marie Kürie, Sokrates, Edison
ve birçok başka bilim adamı ve sanatçı.
Şimdi size
güzel yazı yazma sanatı üzerine kalın bir kitap yazmış olan
Robert Peck’in yazar olmak isteyenlere tavsiyelerini aktarayım:
“Eğer işinizi
yarım yamalak yapıyorsanız, hemen iflas bayrağını
çekebilirsiniz! Bir bölümü bakire bir kağıda geçirmeden önce ev
ödevlerinizi yapmalısınız. Birinci bölümü yazıp da, sonra bir
hafta önünde oturup, ikinci adımın ne olabileceğini
düşüneceğinize, her figur üzerinde ayrı ayrı çalışmalısınız”.
Ev ödevlerini
yapmak demek, her figur için arka perde çalışması yapmak, arka
platformu hazırlamak demektir. Bu ne demektir? Figurun hayat
hikayesini, biografisini yazmak: Her yazar için romanın
kahramanının hayat hikayesini yazmak iyi bir roman için yapılan
en ilk adım, en iyi ön hazırlıktır.
Amacınız bir
kriminalroman yazmak ise, ilk önce bir „katil” yaratmak
zorundasınız. Katil romanda kötü kişi, romanın Antagonisti’dir.
Şimdi bu ahlaksızı anlatırken, hikayenin yazarı aslında katilin
kendisidir. Romandaki rol dağılımı çünkü yazarın (yarattığı
katilin) planına bağlıdır.
Örnek: Bir
kadın üzerine bir roman yazmak istiyorsunuz. Kadın ailenin adını
batıran, kumar ve uyuşturucu ticaretiyle uğraşan kocasını
öldürtmek istiyor. Kadının kim olduğunu bilmiyorsunuz henüz. Bu
işte ne kadar ileri gideceği hakkında da hiçbir görüş sahibi
değilsiniz. Ancak oldukça zeki bir kadın olduğu kanısındasınız,
yoksa iyi bir Antagonist olamaz. Kadın elbette planını bütün
marifetleriyle, bütün zorluklarıyla gerçekleştirecek ve olayı
araştıran dedektife hiçbir ipucu vermeyecektir.
İkinci işiniz,
olayı açıklığa kavuşturacak bir soruşturmacı, bir
Protaganist’tir. Ancak romanınızdaki dedektif üzerine de hiçbir
bilginiz yok. Dedektif acaba nasıl biri olmalı? Soğuk kanlı bir
Profi (Philip Marlow, veya Derrick gibi), entellektüel yapılı
bir Profi (Sherlock Holmes, Hercule Pierrot gibi), ya da
kabiliyetli bir Amatör (Ellery Queen, Mis Marpel gibi). Dedektif
seçiminiz hangi tip kriminalroman yazacağınızı belirler. Birçok
kriminalroman okuyucuya oldukça zevkli saatler bağışlar. Tabi,
eğer büyük bir olay mükemmel bir şekilde yazılmışsa...
Roman yazarken
hangi tip romandan hoşlanıyorsanız, o tür bir roman
yazmalısınız. Eğer aşk romanı seviyorsanız, kriminalroman
yazmaya kalkmayınız. Yazacağınız kitap öyle olmalı ki, kendiniz
de zevkle okuyabilmelisiniz...
Roman tipleri
yazarlara göre değişir. Hangi stilde yazmak istiyorsanız, o
stilde yazılan çok sayıda roman okumuş olmalı, o roman tipinin
geleneğini iyi kavramış olmalısınız. Eğer tanınmış bir yazar
iseniz, tüm gelenek ve görenekleri çiğneyebilir, kendi
yarattığınız stilde yazabilirsiniz. Fakat işe henüz yeni
başlayan bir yazar sevdiği roman tipinin kurallarını, şartlarını
öğrenmek zorundadır. Kabul edilir sınırları aşmamak, o sanatkar
aleminin sınırlarına riayet göstermek, onların çığırından
çıkmamak, acemi yazarlar için şarttır.
Önemli olan
kabul edilir sınırlar çerçevesinde “yaratıcı” olmaktır. Tıpkı
bir mühendisin evin çatısına duvarların köşe ve eğilimlerine
göre şekil verirken, evin diğer gerekli odalarını; yatak
odasını, banyo ve tuvaletini inşa etmeyi unutmaması gibi...
Eğer
romanınızın kahramanının adını bulmak size zor geliyorsa,
telefon rehberini açınız. Bir yığın ismin arasından
kahramanınıza bir isim bulmak, herhalde kolayca mümkün olur.
Geçen yazımda
figurun ne anlama geldiğini aktarmıştım. Romanlar içindeki
figurların hayat hikayeleriyle roman olurlar. O yüzden şimdi
konumuz:
FİGUR NASIL
YARATILIR?
Roman figuru
yaratırken yapacağınız en önemli iş: Steriyotiplerden kaçınınız!
Steriyotipler herkesin tanıdığı, klişe haline gelmiş piyasa
tipleridir. Romanda geçen bütün figurlardan iyi bir orkestra
yaratınız.
Lajos Egri’ye
göre sanat birbirine zıt (kontrast) figurların biraraya gelerek,
iyi bir orkestra oluşturması, her figurun bir müzik aleti gibi
bir ses çıkarması ve aynı anda notalara basması gereklidir.
Güzel bir melodi her enstrümanın çıkardığı akordlu, uyumlu
çalınmasıyla mümkündür.
Bu da demek
oluyor ki, roman yazarken bütün figurları açgözlü, ya da hırslı
yapmamalısınız. Figurlar birbirlerini güneş ile gölge gibi
tamamlamalı. Örneğin, eğer bir figur oldukça çalışkansa, bir
diğer figur tam tersine tembel olmalı. Shakespear’in Hamlet
tiyatro oyununu herkes tanır. Hamlet o oyunda oldukça isteksiz,
kararsız bir insan. Düşünmeyi hareket etmeye yeğleyen, kara kara
hüzün dokuyan, deppresif, acınacak bir adam. Onun kontrast
figuru ise Laertes, tam anlamıyla bir aksiyon adamı...
Başka bir
nokta: Roman yazarken yazarın uzun bir süre dünyayı roman
figurunun gözleriyle görmesidir. Romandaki figurların kendisiyle
çalışmasını istemelidir. Eğer figur hoşuna gitmiyorsa, o figuru
başka şekil karakterize etmelidir. Bütün „yuvarlak figurların“
bir geçmişleri vardır, tıpkı gerçek insanlar gibi, figurlar da
kendileriyle birlikte bir geçmiş taşırlar.
Daha önce de
belirttiğim gibi roman yazmaya başlamadan önce romanın
kahramanının hayat hikayesini kendisinin ağzından yazmalısınız.
Yazacağınız hayat hikayesi bir karakter araştırması değil,
figurun hayatının kısaca özeti. Bu biografi yazarın kendi
figurunu anlaması, kavraması ve onu daha iyi geliştirebilmesi
için gereklidir. Bu hayat hikayesi yaklaşık 20-50 sayfa arasında
olabilir. Ancak romanın içinde hayat hikayesi açıklanmak zorunda
değildir. Sadece olayların neden birbirine bağlı olduğu
konusunda okuyucuya ipuçları verebilir.
HAYALİ BİOGRAFİ
Diyelim ki bir
roman yazmak istiyorsunuz. İlk önce romanınızın kahramanını
doğumundan romanın başındaki ilk hareketine kadar tarif etmeniz
gerek. Bu iş figurumuzu en iyi şekilde tanımanız için şarttır.
Yazacağınız romanın kahramanını en az kardeşiniz, en yakın
arkadaşınız gibi tanımalısınız. Bunu yaparken, belki bütün
detayları yazmak mümkün değildir, ancak biografik notlarda
hareket sebebi olacak herşey fügur üzerine yazılmalı; figurun
kişisel ilişkilerini, alışkanlıklarını, amaç ve hedeflerini,
inanç ve batıl inançlarını, ahlaki anlayışını ve tüm
vasıflarını... Figurunuzun politik görüşünü, dini anlayışını,
arkadaşlık anlayışını, aile durumlarını, umutlarını, rüyalarını,
uğraşılarını, ilgi alanlarını, okulda öğrendiklerini, ön
yargılarını, ruh doktorundan sakladığı yönlerini, kendinden
sakladıklarını, kısaca figurunuzun her yönünü kendiniz için
tasvir ediniz.
Figurunuzu ne
kadar iyi tanırsanız, olaylar karşısındaki reaksiyonları
hakkında o kadar bilgi sahibi olursunuz. Ancak onu her ne kadar
iyi tanırsanız tanıyınız, yine aklınızın almadığı noktalarla
karşılaşabilirsiniz. Örneğin: Figurunuz bir cüzdan buldu,
diyelim. Cüzdanın içinde en az 10.000 Euro para var. Acaba
figurunuz bu durumda nasıl davranır? Parayı sahibine mi verir,
yoksa kendisine mi harcar. Diyelim ki ölümcül bir hastalığa
yakalandı. Bu durumda acaba intihar mı eder, yoksa oralı olmaz
mı? Eğer evinde bir yangın çıkmışsa, acaba ilk önce hangi ev
eşyasını kurtarmaya çalışır. Eğer bu tür sorulara bir cevap
bulamazsanız, yazmaya başlamadan önce roman figurunuzu daha
detaylı yaratınız.
Şimdi bu
biografiyi nasıl yazacağınızı açıklamam belki bu yazının
sınırını aşar, o yüzden kısaca kendi hayat hikayemle bir kesit
sunayım size:
28. Mart 1962
Antakya doğumluyum. Doğumumdan iki yıl sonra öğretmen olan
babamın tayini Malatya’ya çıktığından, çocukluğum Malatya’nın
köylerinde geçti. Halk öğretmenlere büyük bir sevgi ve saygı
duyuyordu, o yüzden evimizde hiç bir eksiğimiz olmazdı. Bal,
kaymak, keklik etiyle büyüdüm, diyebilirim. Ancak çocukluğum çok
kısa sürdü. Onbir yaşımda iken annem ve babam Almanya’ya
gittiler ve beni iki kardeşimle kiralık bir evde yalnız
bıraktılar. Bu işi eğer Almanya’da yapmış olsalardı, hapishaneyi
boylamışlardı. Ancak ne var ki, Türkiye’de benim gibi binlerce
çocuk ailesinden ayrı yaşamak zorundaydı ve devlet hiçbir
müdahale yapmıyordu. Onyedi yaşıma kadar bir ev idare ettim...
Çocuk başıma gider ardiyeden odun satın alır, turşu yapar, yatak
diker, tüm ev işlerini bir yetişkinin bile yapamayacağı şekilde
yapardım... Yıllar sonra dedem ölmüştü. Babam cenaze törenine
gitmiş ve oradaki komşularımızla konuşmuştu... Kapı komşumuz
Hanım Teyze babama: ‘Hayatımızda sizin çocuklarınız kadar
terbiyeli çocuk görmedik!’ demişlerdi... Her yıl anne babamıza
okulumuzdan ‘Teşekkürname ve Takdirname’ yollardık. Babam yedi
kişilik bir aileye yetecek kadar para yollardı, ancak ben
harcamasını bilmezdim... Hala parayla problemim vardır benim.
... Paralarımı bir haftada bitirir, Battal Dayının dükkanından
borca alış-veriş yapardık. Annem babam izine geldiğinde bütün
borçlarımızı kapatır, giderlerdi. Onyedi yaşımda liseyi
bitirdim, çünkü altı yaşımda okula başlamıştım. Aslında beş
yaşında başladım, fakat altı yaşımda okula yazdırıldım. Dünyada
en sevdiğiniz şey ne diye sorsalar bana ‘okul’ derdim... Okulum
bittiği zaman ağlar, tatillerden hiç hoşlanmazdım... Üç ay
tatilin bitmesini her seferinde iple çekerdim... Liseyi yeni
bitirmiştim... Annem babam izine gelmişlerdi... Bizi de
Almanya’ya götürmek için gelmişlerdi... Yurtdışında yaşamayı o
zamana kadar aklımın köşesinden bile geçirmemiştim. Babam benim
gitmek istemediğimi duyunca, beni banyoya kapatıp, saçlarımdan
tutup, tutup duvarlara vurmuştu... Beni zorbalıkla Almanya’ya
getirmişti... Bu despot hareketini ömrümün sonuna kadar
unutmam...
Almanya’ya
geldikten sonra başdöndürücü hayat hikayem başladı... Yıllar
sonra bir gün belki bütün dünya neler yaşadığımı bir filmde
görecektir... Elisabeth Taylor bile yaşamamıştır benim
yaşadıklarımı...
İşte hayatımdan
kısa bir kesit...
ROMAN FİGURUYLA
RÖPORTAJ
Eğer roman
figurunuzu ruh gözünüzle tam anlamıyla göremiyorsanız, o zaman
figurunuzu bir divana oturtup, bir gazeteci gibi sorguya
çekiniz. Kahramanınızın ruhunu avcunuzun içi gibi tanıdıktan
sonra romanınızı yazmaya başlayabilirsiniz.
Mesela:
Yazar: Nuray
Hanım hayatınızın ‘başdöndürücü’ olduğunu söylediniz... Bunu
biraz açıklar mısınız?..
Nuray: Evet,
başdöndürücüydü hayatım... Hayatımda üç kez öldüm, üç kez
yeniden dirildim... Üç kez benliğimi kaybedip, bir çocuk gibi
adımı yeniden öğrendim... Benliğim duayla ayakta durur benim...
Oldukça huzursuz bir aile hayatı yaşadık... Annemiz babamız 35
yıl boyunca ruhumuzu zehirledikten sonra ayrıldılar... O yüzden
42 yaşımda evli değilim...
Yazar: Zorla
Almanya’ya getirildiniz... Almanya’da olmak şimdi de Size zor
geliyor mu?
Nuray: Almaya
değil, dünya bana dar geliyor... Almanya’da iki fakülte
bitirdim, hayatım boyunca okumuşum... Siz hiç 35 Sömestre
üniversite okuyan birine rastladınız mı? Ben tam 35 sömestre
okumuşum... Ama öğrenimimden ne yazık ki hiç bir hasılat
alamadım henüz... O yüzden canım başka uzak bir ülkeye, başka
bir gezegene taşınmak istiyor...
Bu şekilde
sorgulamanızı sürdürebilirsiniz roman figurunuzla...
ROMAN
KAHRAMANININ ODAK NOKTASINDA HER ŞEYİ ETKİLEYEN TUTKU VE ONU
KEŞFETMENİN YOLLARI
Her şeyi
etkileyen ‘tutku’ roman figurunun en temel dürtüsünü, romanın
işletici çarkını teşkil eder. O yüzden romanın kahramanı heyecan
verici bir kitapta her zaman kararlı, azimli, istekli ve güçlü
olmalıdır. Yazımın birinci bölümünde bahsettiğim romanlardan
tutkuya örnekler:
-
Hamingway’in ‘Yaşlı
Adam ve Deniz’ kitabında yaşlı adam toplam 84 gün hiçbir balık
tutamaz. Onuru, gururu, şerefi sözkonusudur. Parası da
kalmamıştır... Herkesin diline düşmüştür adam. Ya oltadaki büyük
balığı tutacak, ya da bu deneyde ölecektir...
-
Michael Carleone Mario
Puzo’nun ‘Kirve’ kitabında şerefli bir Protagonist örneğidir.
Michael’in babası öldürülmüştür. Sevdiği aile fertleri kuşatma
altındadır. Babasının düşmanları tüm aileyi uçuruma
sürüklemiştir. Michael Carleone aileyi kurtarmak için her riske
katlanmak zorundadır. Can pahasına da olsa aileyi kurtarmaya
çalışır...
-
Kesey’in ‘Guguk kuşu
yuvasından biri geçti’ kitabında McMurfy herşeyin kendisinin
düdüğüne göre ötmesini ister.
Hastahanedeki başhemşirenin emrine girmek istemez. Akıl
hastahanesinin en delisidir çünkü... Ya hastahanedeki duruma
boyun eğmek, ya da bu deneyde ölümü göze almak zorundadır...
-
Leamas’ın ‘Soğuktan
gelen İspiyoncu’ kitabında romanın kahramanı demir perdenin
diğer tarafına geçer, Doğu Alman bir
başispiyoncuyu tuzağa düşürmek için, karşı tarafa ispiyoncu
olarak sığındığını gösterir. İhanet pahasına, hayal kırıklığı
pahasına da olsa, içler acısı sona kadar üzerine düşen görevi
yapar...
-
Novakovs’un
Protagonisti Humbert Humbert ‘Lolita’ adlı eserde bir alçaktır,
ancak
Lolita’ya sırılsıklam aşıktır.
Ya Lolita’nın sevgisini kazanacak, ya da bu uğurda
ölecektir.
Başka örnekler
bulmak için hiç uzun aramanız gerekmez. Herhangi bir romanda
okuduğunuz
bir kahramanı
düşünmeniz yeterlidir. Bu figurun iç dünyasında mutlaka bir
‘TUTKU’ bulursunuz. Elinize geçen herhangi mükemmel bir romanı
inceleyiniz, içinde mutlaka sürükleyici bir tutku, yakıcı bir
ihtiras bulursunuz...
STERİOTİP
FİGURLARDAN KAÇININIZ:
Steriotip
figurlar yazımın başında da değindiğim gibi, genellikle çok
tanınmış figurlardır. Örneğin: Altın kalpli orospu, Güney’li
Şerif, Sadist ruhlu, ama pamuk kalpli Privatdedektif gibi...
Televizyonu
açınız, hemen hemen her dizi filmde birçok steriotip insanlar
bulursunuz. Bir Figur John Wayne’ye benziyor derseniz, o kişi
John Wayne’nin film dünyasında yarattığı John Wayne
steriotipinde bir adam anlamındadır. Kendi sinema dünyamızda da
bu tip yaratılmış steriotipler vardır. Örneğin: Türkan Şoray
(Steriotip: genellikle altın kalpli orospuyu oynar), Yılmaz
Güney (Çirkin Kral imajı), İnek Şaban (Türkiye’nin en büyük
komediyantı: ) gibi...
Okuyucu hiçbir
zaman güzel bir kızın faşist ideolojiye ilgi duymasını istemez.
Veya örgü ören, pasta yapan bir büyükannenin bodrum katta bomba
üretmesini beklemez. Yani okuyucunun roman figurundan belirli
beklentileri sözkonusudur. Yazarlar roman figurlarını bir yerde
örf-adetler çerçevesinde yaratırlar...
Eğer okuyucunun
figurla ilgili beklentilerini yerine getirdi iseniz, figurda
hiçbir çelişki, hiçbir sürpriz kalmadıysa, o zaman yarattığınız
figur bir Steriotip figurdur. Eğer ama büyükanne birden emekli
öğretmen olursa, ya da entellektuel alim birden boks sporu
hayranı, o zaman o Steriotipi kırmış olursunuz.
Figurlar
Edebiyat dünyasında binbir Enkernasyon şeklinde mevcuttur. Bu
durumda ne yapılmalı? Steriotipleri kırmak için figurlara
değişik alışkanlıklar yükleyebilirsiniz. Mesela adam zengin bir
işadamı, ancak kumar oynuyor. Veya bir dedektif bir ev
kadınından daha güzel yemek yapıyor...
Tabi bu tür
sınır aşmalar roman figurunuza uymalı, onun fizyolojik,
sosyolojik, psikolojik yönlerine ters düşmemeli. Yoksa okuyucu
yazarın sürpriz yapmak, şok etmek için figura bu tür
karakterleri yüklediğini anlar.
Mesela çok
duyarlı bir sanatçı alçak bir karakter özelliği taşıyabilir. Her
insanda çelişkiler bulunduğundan, okuyucu bunları bir figurda
bulmayı sever. Her özellik gibi çelişkiler de roman figurunun
hikayesine yönelik olmalılar. Meydana çıkan duygu ve düşünceleri
kahramanın hareketleriyle etkilemeliler...
Evet, daha
fazla uzatmadan burada noktalıyorum...
DEVAM EDECEK!
NURAY
LALE, Eğitim ve
Sağlık Bilimcisi
lalenuray@yahoo.de
İstanbul
-16.03.2005
http://sufizmveinsan.com
|