Osmanlı
Divan şairlerimizden Nâbî; 1642 yılında Urfa’da doğmuş, 1712 de
İstanbul’da vefat etmiştir. Asıl adı Yusuf olan şâirimizin kabri
Karacaahmed Mezarığında Miskinler tekkesine giden yolun sol
tarafındadır. Peygamberler şehri Urfa’nın manevi ikliminde iyi
bir eğitim almış, çocukluk ve ilk gençlik yıllarından sonra
İstanbul’a göçmüştür.
Tasavvuf
terbiyesi de görmüş olan Rasûlullah âşığı Nâbî, padişah IV.
Mehmed döneminde Hacca gitmek üzere bir kısım devlet erkanıyla
beraber yola çıkar. O devirlerde hacca deve ile gidilmektedir.
Develerin sırtına yüklenen “mahmil” ismi verilen, iki kişinin
rahatça yolculuk edebileceği bir semer vardır.
Nâbî ile
Paşa böyle bir deve üzerinde yolculuk ederler. Kafile
Medine-i Münevvere’ye yaklaşmıştır.
Nihayet bir
seher vaktinde mübarek topraklara girerler. Nâbî, Efendimiz
(sav) in kabrini ziyaret edeceğim diye heyecanlanır, mahmilin
öbür tarafında ise Paşa uyumakta... Bu durum şâiri müteessir
eder.
"İki
cihan güneşinin bulunduğu topraklara geldik. Biraz sonra Medine
şehrine gireceğiz. Böyle yatmak hiç münasip olur mu?"
diye düşünür ve bu heyecanla dudaklarından şu mısralarla
başlayan ölümsüz eseri dökülür.
Sakın
terk-i edebden kûy-ı Mahbûb-i Hudâ’dır bu.
Nazargâh-i ilâhidir Makam-ı Mustafâ’dır bu.
Nâbî
farkında olmayarak bu mısraları birkaç kere tekrarlar. Her
tekrar edişte sesi biraz yükselir. Ve nihayet öbür tarafta
uyumakta olan Paşa uyanır.
-Nâbî ne
oldu, ne söylüyorsun, der. Nâbî de :
-Efendim,
Rasûlullah’ın Kabr-i Sadetlerinin bulunduğu Medine şehrine
geldik de, bazı şeyler hatırladım, bunları söyledim.
Paşa da
Nâbî'nin heyecanına katılır. Abdest alıp yaya olarak Medine
sokaklarında Ravza-i Mutahhara'ya doğru yürürler.
Bu esnada
kulaklarına bir ses gelir. Durup dinlerler.
Gelen ses
Mescid-i Nebevi'nin minarelerinden yükseliyor. Dikkatle
dinlediklerinde, biraz evvel Nâbî' nin söylediği mısraların
müezzin tarafından okunduğu anlaşılır. İyice duygulanırlar. Paşa
Nâbî'ye şöyle seslenir.
-Nâbî nedir
bu hal? Nâbî de:
-Bilmiyorum,
der.
Her ikisi de
sükût ederler ve beraberce minarenin kapısına gelirler,
müezzinin inmesini beklerler. Müezzin inince:
-O
söylediklerin ne idi, onları ne için söyledin, sebebi nedir,
diye sorarlar. Fakat müezzin bir türlü söylemez. Ne kadar ısrar
ederse de ,
"-Söylemem,
kafamı kesseniz de söyleyemem!" deyince:
-Ama, der
Nâbî, bunları biraz önce ben söyledim , sana kim bildirdi?..
Bu sefer
müezzinin tavrı ve şekli değişir , heyecanla:
-Senin ismin
Nâbî mi? der.
-Evet ,
cevabını alınca müezzin Nâbî'nin ellerine, Nâbî de müezzinin
boynuna sarılır. Bu dehşetli manzarayı seyreden Paşa
dayanamayıp:
-Nereden
bildin bunun isminin Nâbî olduğunu, Allah aşkına söyle, der.
Müezzin rüyasını anlatır.
-Efendim,
akşam abdestli olarak yatmıştım. Biraz evvel Efendimiz (s.a.v)i
rüyamda gördüm:
-“Ya müezzin
kalk, yatma. Benim âşıklarımdan biri kabrimi ziyarete geliyor.
Şu cümlelerle minareden onu istikbal et,” dedi.
Ben de hemen
kalktım. Abdest aldım. Efendimiz (s.a.v)in iltifatına mazhar
olan aşık kimdir diye düşünerek minareye koştum, ve öğrettiği bu
beyitleri okudum:
Sakın
terk-i edebden kûy-ı Mahbûb-i Hudâ’dır bu.
Nazargâh-i ilâhidir Makam-ı Mustafâ’dır bu.
Habib-i Kibriyâ’nın hâb-gâhıdır hakikatte,
Tefevvuk kerde-i Arş-ı Cenâb-ı Kibriyâ’dır bu...
Bu
hâkin pertevinden oldu diçûr-i âdem zâil
Amâdan açdı mevcûdât çeşmin tûtiyâdır bu…
Felekde mâh-ı nev Bâb-üs Selâmın sîne-çâkidir
Anın kandilidir hûr matlai nûr-i ziyâdır bu.
Mûrât-ı edeb şartiyle gir “Nâbî” bu dergâha
Metaf-ı Kudsiyândır bûsegâh-ı enbiyâdır bu.
(1)
Açıklaması
Burası Allah’ın sevgilisinin beldesidir.
Cenâb-ı
Hakk’ın nazar buyurduğu, Hz. Muhammed Mustafâ (s.a.v)’in makamı,
Ravza-i Nebî’dir.
Burası,
Allah (c.c)’ın sevgilisinin ebedî istirahatgâhının, türbesinin
bulunduğu yerdir ve fazilet bakımından Cenâb-ı Hakk’ın izniyle
onun arşına çıkartılmıştır.
Bu toprağın
ziyâsından, yokluğun karanlıkları ortadan kalktı.
Bütün
yaratılmışların görmeyen gözleri açıldı, çünkü bu toprak,
gözlere şifa veren sürmedir.
Bu dergaha
edep ölçülerini gözeterek gir; çünkü burası meleklerin tavaf
ettiği ve Nebilerin tecelli ettiği bir yerdir.)
O, bu
iltifata, Rasûlullah Efendimiz’e duyduğu edep ve muhabbetten
dolayı nâil olmuştur.
Hz.Mevlânâ’ya göre edep, insanın bedenindeki ruhtur, enbiyâ ve
evliyânın göz ve gönül nurudur, şeytanın katilidir, insanla
hayvanı birbirinden ayıran en önemli vasıftır.
Edep
bir tâc imiş nûr-i Hüdâ’dan
Giy ol tâcı, emîn ol her belâdan .
Allah ve
Rasûlüne yükselen merdivenin basamakları, ancak edeple
çıkılır...
Not:
Sözlükte “edep” ; Terbiye , iyi ahlak, zarafet,
nezaket, utanma gibi anlamlara gelmekte ise de , tasavvuf
literatüründe; “hakkını verme“ karşılığı olarak
kullanılmaktadır.
(1) : Şiir,
Rehber Ansiklopedisi- 13.cilt, Sayfa:12 den alınmıştır.
Derleyen:
Hamdi Cenik
hamdicenik@hotmail.com
İstanbul - 25.10.2005
http://www.sufizmveinsan.com
|