Ölümün Gözyaşları

Derin bir sessizlik. Sessizliğin sesi, inleyen bir ruh. Kafatasının etleri çürüdükçe kafatasının kemikleri çözülüyor adamın. Dişleri gevşiyor, dişlerinin araları açılıyor, gözçukurlarının boşluğu karanlık bir oyuk olarak ortaya çıkıyor, avurtlar kalmıyor, alın kemiği bembeyazlaşıyor, boyun kısmı bitiyor kuru ve akpak bir kemik yığını beliriyor, saçların kimi toprağa düşüyor, kimi kafatasının üzerine yapışıyor, toprağa ölü bir sessizlik karılıyor. Kemiklerin çözülme çıtırtıları duyumsanıyor. Beyin, bellek, onlarca yıllık geçmiş, çekilen acılar, ihanetler, dostluklar, sevgiler, hüzünler, sevinçler, öfkeler, hırslar, azim ve gayretler, gözlerdeki ışıltılar, gördüğü her şeyi içselleştiren, ardından beliren duygular, gözyaşları, iç sesler, beddualar, dualar, ahlar ve sınırsız anlar... hemen hepsi göçüp gidiyor. Nereye gidiyor, bu bilinmezi anlamak güç. Ah derin bir acı gibi toprağa süzülüyor. Adamın yüz ve damak etleri dökülünce dişleri kocamanlaşıyor, o güzelim görüntünün yerine yeni bir görüntü beliriyor. Adam, gülümsüyor mu, hınç duruşlu bir bakış mı, işte bu seçilemiyor. Sadece sırıtan dişler görünüyor. Dişlerin arasında öğütülmüş nice şeyler unufak olup gidiyor. Söylenen şarkılar, türküler, nağmeler, ağıtlar, okunan şiirler, atılan söylevler, naralar, ilençler, çağrılar... Bu seslere şimdi kim kulak veriyor, kim dinliyor, kim duyuyor, olanlar nereye uçuyor, nerede yitiyor? Elbette onun da bir dinleyeni vardır diye düşünüyor bakıp da hüzünlü dalan adam. Bay mı bayan mı, çocuk mu ergin mi, fark edilmiyor bundan sonra. Kurtçuklar; tükettikleri etlerle birlikte, incelmiş, yağlanmış yumuşacık toprağın üzerine düşüyorlar. Sessizliğin içinde bir sessizlik oluyorlar, Kurtçuklar yuvarlanıyor, sürünüyor, birbirlerinin üzerinden geçip gidiyorlar, kaynıyorlar. Kemiklerin çıtırtıları toprağa karılıyor. Her şey yerini bulacak, her şey yerli yerine oturacak. Onlar da yumuşacık toprağın üzerinde bedenlerinin kıvrımlarında gezinip duruyorlar. Her şeyin herkesin bir görevi vardır. Bir başka kafatası bulmak için mi, kendi ölümleri için mi yel alıyorlar, bilinmiyor. Her beden kendi kurtçuğunu mu üretiyor, her beden yeniden kendi ölümünü mü hazırlıyor? Bu kurtçuklar bir başkasına mı ulaşacaklar, bu derin kuytuluğu nasıl, nereye ve kime gidecekler?

/efendim buradan arkadaşlarıyla az önce geçmişti, bir adam yol kenarına çömelmiş, dizlerinin üzerine dirseklerini, çenesini de avuçlarına yerleştirmişti. boş gözlerle bakıyordu. bakıyor muydu, belirsiz bir varlık gibi mi duruyordu, belli değildi. efendim ona şöyle bir göz ucuyla bakmıştı, oradan ıramıştı. arkadaşları da onun peşinden hiçbir şey söylemeden, bir efendim'e bir de çömelen adama bakmışlardı. bunda bir tuhaflık vardı, bunda bir hikmet, bir incelik vardı. o, hep böyle şaşırtırdı arkadaşlarını. onlar da onun gözlerinin içine bakıyorlar, devinişini, davranışlarını dikkatle izliyorlardı. hep böyle yapıyorlardı. geçip gittiler, gidip döndüler, bu geliş ve gidiş zamanında akıllarını kurcalayan bir soru imi vardı, onları kemirip duruyordu. adam hâlâ yerinde oturuyordu, sol dirseği dizinde, sağ elinde bir çubukla toprağı deşiyor, toprağın üzerindeki çöpleri karıştırıyor, yüzünde belirgin bir meşguliyet izi vardı. ayakları yerinden oynamış, ayaklarının altında toza dönmüş olan toprak oraya buraya kaykılmıştı. adama bir devinim gelmişti. efendimin yüzünde bir gülümseyiş belirdi. yüzünü
adama çevirdi, içten bir sesle onu selamladı, ona rahmet diledi. adam efendim'in sesini duyunca yerinden doğruldu selamını aldı, onun da yüzünün rengi değişti, gözlerinin içi ışıdı, yüreğine bir serinlik doldu. efendimin yürüyüşünde de bir değişiklik oldu. biraz daha duygulu, biraz daha sevinçli, biraz daha mutlu, arkadaşları böyle bir ânı kaçırmazlardı, bu sevincin, mutluluğun nedenini sormadan edemezlerdi. onun her davranışı, söylediği her söz değerliydi, özlemle bekliyorlardı, çünkü o bir hikmet sahibiyidi. bu yüzden soru sorulan ve sorulanların karşılığı alınandı. o, soruların kapısını hep aralık tutar, hemen hepsine bir karşılık verirdi. insanlar onu belleklerine yazarlardı. kimi arkadaşı hemen yazıya dönüştürür, kimi de belleğine kazırdı içlerinden biri sabırsızlandı, dayanamadı: "efendim, geçerken adama selam vermedin, dönerken de aynı adama selam verdin. geçerken hüzünlüydün, dönerken sevinçlisin, nedeni nedir?" "biz geçerken adam hiç bir iş yapmıyordu, boş oturuyordu. dönüşte adamın elinde bir çubuk vardı, toprağı karıştırıyor,tozları karıyordu, kendince bir şeyler yapıyordu. bir şeyler yaparken de o mutlaka bir şeyler düşünüyordur. boş duranı kim sever, sayar. o şimdi bir şeyler yapıyor, bir meşguliyeti var. hüznümün ve sevincimin nedeni budur./ Ah bu sesi ne çok özledim, ne çok arandım? Kapı boşluklarından, kapıların hırıltılı hantal sesi menteşelerin dişleri kamaştıran gıcırtıları, perdelerleri havalandıran ve uluyan rüzgârın uğultusu, halıların altında belli belirsiz kıprıtılar, karınca kaynamaları... bu ev ne zamandır çatırdıyor, esniyor, geriliyor, uğulduyor ve ne zamandır karıncalar musallat oldu. Her şey kendini bir yana çekiyor. Adam usulca açık bırakılmış kapıdan içeri girdi, bir kapıdan bir diğerinden bir diğerinden daha geçti. Evin her şeyi yerli yerinde, hiç bir eksiği bulunmuyor. Düzenine diyecek yok. Mahir bir elden çıkmış gibi duruyor. Klâsik italyan koltuklar. Kıvrımlı kolçakların hemen hepsinin ayrıntısında ve üzerlerine örtülmüş oyalarda binbir işçilik var. Hiçbir şey burada eksik görünmüyor. Tozun zerresine rastlanmıyor, Her an bu eve bir misafir gelecekmiş gibi, hazır. Orta yerde ve hemen her koltuğun yanıbaşında, üstleri mermer sehpalar, sehpaların üzerinde oyalar ve vazolar, içlerinde yapma güller. Yapma güllere tozlar yapışmış, dikkatle bakılınca fark ediliyor. Sehpaların üzerlerindekileri toplayıp yerleştirmeye zaman, sehpaları da kaldırıp indirmeye bir güç gerekiyor. Duvarlarda abajurlar. tül perdeler... belki de böylesini ilk kez görüyor. Perdelerin eteklerindeki oyalar göz göz ve bir inci parlaklığındaki simler, sonsuz ilmeklerle dokunmuşlar, Onlarda göz nurunun emeği, çilesi, yorgunluğu bulunuyor. Tığın ucuna geçirilen iplerin ilmeklerindeki her ayrıntıyı saymaya kalksa ömrünü tüketecek. O ilmeklerde tükenmiş bir ömür olduğunu bile düşünmüyor. Biliyor ki, ipliği dolayanın parmağından kan çekilmiş parmağının ucu morarmış, el çabukluğuyla ilmiklerini atmış, parmağına doladıkları bitince, parmağını açıp kapatmış, parmaklarına yeniden kan yürümüş, yeniden can gelmiş, ölüme telaşla koşuyormuş gibi, acelesi varmış gibi gene parmaklarına iplikleri dolamış bir kez daha deyip yürümüş... bitmez tükenmez telaşla bir yola düşmüş. Kadının gözleri kararmış, ileri tutulmuş, bacakları uyuşmuş, bacaklarım uzatmış önündeki sehpanın üzerine. Annesinden mi, kız kardeşinden mi kalma bir duygudur bunu kestiremedi adam. Bir sürü kare geldi adamın gözlerinin önüne. Geçmiş zamandan kesitler. Perdelere daldı adam, merakı daha da arttı. Bir soyut gölge gibi koca salonun ortasında duruşunu sürdürdü. Takıldığı yerden bir başka yana bakmadı. Baksa, kimbilir daha neler görecekti. Ayakta duran bir heykel adamı andırdı o anda, biri dokunsa düşüp devrilecek gibiydi. Sallandığının kendisi de farkına vardı. Bir dokunuşla devrilmeyi, dizlerinin sarsılmasını ve çözülmesini vaktini bekler gibi bekledi. Gölgesi halıdan koltuklara ordan da duvara kadar uzadı. Kuru bir öksürük sesiyle irkildi, yerinden sıçradı, devrilecek gibi oldu, kendisini güçlükle dengeledi. Göz kapaklarını kırpıştırdı, bir açıp bir kapadı. Perdedeki işlemeler ve oyalar yitti bir karaltıya döndü. Gırtlağı yırtan kuru öksürük, sürtünmeden gelen terliklerin hışırtısı, parkelerde tin tin bir ayak sesi, bir süre sonra durulan ortalık, ardından bilgisayar tuşlarındaki tıkırtılar, evin sessizliğinde hırıltısız bir soluk alış verişinin boğukluğunu duydu. Tanımadığı, bilmediği, ama kendisine hiç de yabancı gelmeyen bir evin içindeydi bu yabancı adam. Bu, beklenmedik seslerden çekinmiş, ürkmüş merakı artmış biri gibi değildi denemez, ama evde birinin olduğunu ve onu beklediğini bildiği sezgili, meraklı ve heyecanlı bir haldeydi.Tanımlayamadığı bir şeylerin olduğunu biliyordu. Bir şey onu buraya çekip getirmiş, evin yolunu ve kapıyı aralık bulmuş, kendini içeride bulmuştu. İşte bu beklenmedik durum heyecanlandırdı, düştü düşecek gibi oldu. Biraz soluklandıktan, kendi kendisine kani olduktan sonra, önceki davranışından eser kalmadı. Evin içinde nasılsa biri olduğunu, onu beklediğini düşünmüştü ilk adımını atışta, kapının aralıklı olmasını bir bahane olarak bilmişti. Belki de günlerdir peşinden koştuğu, bir türlü yakalayamadığı, yakalarım diye düşündüğü ve çırpındığı bir anda olan olmuştu. Kentin o boğucu hayhuyunda, onu yitirdiği o günden beri bir boşluk içinde yüzüyordu. Oradan oraya kendini vurmuştu. Aynı sokakları onlarca kez geçmiş, bir kuru yaprak gibi ordan oraya savrulmuş, bir kez olsun bile izine rastlayamamıştı. Birinde, bir alt geçitten dalgın geçerken, kalabalıklar bir sel gibi üzerine doğru başdöndürücü bir hızla akarken, birden onun siluetini görmüş, heyecanlanmış ve sevinmişti. Bu, o olmalıydı diye sevinçle atılmıştı. Neredeyse kadınla burun buruna gelecekti ki, hayır, bu, o değildi. Kadından binbir özür dilemiş, yüzü kızarmış, mahcup olmuş, kan ter içinde kalmıştı. Kadın "lahavle!" der gibi yapmış, korkmuş, başını eğmiş, anlayış gösterir gibi de yapmış çekip gitmişti. Giderken de ikide bir dönüp ardına bakmıştı. Adam, mahzunlaşmış, bası önüne düşmüş yoluna devam etmişti. Gözüne kestirdiği, belki de etkilendiği, aradığımı buldum dediği, o uzun boylu, uzun saçlı, zarif endamlı kadının, kız mı demeliydi, bayan mı? Kafası karıştı kendisini çağırır gibi yaptığı, ardından da bir görüp bir yitirdiği bir varlık gibi peşinden koşturduğu ve bir türlü ulaşamadığı o güzel bayan olmasındı. Herkesin bir ânı vardır, bir dönüş, bir düşüş, bir yükseliş, bir ölüş, bir çözülüş ânı... İnsan bir anda bilinmedik bir duyguyla bütün duygularını, duyarlılığını, dikkatini yitirir ve kapılır ya, işte böyle bir anın en kestirmesinde kendisini bu evde buluverdi. Ne olacağım, nereye varacağını düşünmedi. Gözlerden yitmeyi nasıl da becerirdi, nasıl da kıvrak bir ceylân gibi insanların arasından sıyrılırdı ve acımasız olurdu, hiçbir şey yapmamış ve olmamış gibi sonra da çekilir giderdi. Arkasını döndü, kararla kararsızlık arasında, gitse mi kalsa mı diye bocalarken, tam da o anda karşısında belirdi kadın, evin dış kapısı kapanmıştı, salonun ışıkları yakılmıştı, karşısında her zamanki görkemli güzelliği ve şuhluğuyla dikilmişti. Loş bir koridorda ona doğru gelirken, cennetten gelme bir huri güzelliğindeydi kadın. Evet günlerdir peşinden koşturduğu oydu, bu oydu. Dili tutuldu, yüreğinin vuruşu hızlandı, ter bastı...

Karıncalar bir eve üşüştüler mi bir daha bırakmıyorlar. Evine karınca duası mı assa, onlar için özel bir ilaç mı alsa, bir başka özel önlem ne olabilir ki? Karıncaseverleri evine çağırsa içinde bulunduğu acıklı durumu onlara anlatsa... Yoksa kendisi mi bir çare düşünse, ölü karıncaları yan yana sıralasa... Ne yapsa, ah ne yapsa. Evine basın mensuplarını, kameramanları çağırsa, bir şeyler olduğunu, karıncaların istilasına uğradığını söylese... Belediye yetkililerini çağırsa, gelmeyeceklerini biliyor kadın. Biliyor ki bazı dertlerin çözümü yoktur. Çektiği onca acının sorumlularını bulsa bile, üstesinden gelemeyeceğini, sorunları böyle böyle alt edemeyeceğini biliyor. Kendisiyle dalga geçileceğini, umursanmayacağını, kaçık biri olduğunu söyleyeceklerdir. Belki de onun bu güzelliğini, bu endamını, bu şuhluğunu gördükleri anda gereğinden fazla ilgileneceklerdir. Kadın ve karınca, karıncaların evdeki ağır kokusu, derin uğultulu sesleri, evin içindeki yalnızlığını anımsatsa, bir düşünse... Bunların hiçbirinin bir çözüm olmadığını biliyor kendisi de. Onunki bir avunma sadece. Herkesin gözüne kestirdiği bir şeyi vardır. Yalnızlık duygusu, karınca korkusu, duvarların çıtırtılı sesi, kapılar, menteşeler, gıcırtılar... Ölüm korkusu. Ah bu yalnızlık imi. Ellerini oğuşturup evin içinde bir başına olmanın ölümcüllüğü. Kime ne söyleyecek. Kim ne düşünecek... Bu evde her şey tamam da bir eksiği bulunuyor, bir eksiği... Hazırlansa, beklediği, bundan böyle ona yâr olacak birini, onun yalnızlığını bölüşen birini... Evin içinde derin bir sesizlik. Yalnızlık kurdu, insanın içini kemiren seslerin sessizliği, sevgisizlik. Ev deviniyor, bir şey üzerine doğru geliyor, abanıyor. Kadın susuyor, içe kapanıyor, evin içinde bir hayalet gibi dolaşıyor. Işık yandığında gölgesi duvara yansıdığında, siluetini duvarda gördüğünde kendi gölgesine bile bakmaya korkuyor. Korku, yalnızlığında bir canavara dönüşüyor, onu içine alıyor, âdeta sarıp sarmalıyor. Kadın bazan evinin kapısını aralıyor, bazan eve biri dalacakmış endişesiyle kapatıyor, kilidini iki kez çeviriyor, emniyet zincirini de takıyor, onunla yetinmiyor demir sürgüyü sürüyor, dürbünden bakıyor, merdiven boşluğunda biri var mıdır, iyice emin olmak istiyor. Tabuttaki gibi değil bu yalnızlık. Sessizliğin sesi tenini yalıyor, bir ses gibi, bir esinti gibi, sesi olamayan korkunç bir ruh gibi. Ölü duvarlar, betonarme ses geçirmez duvarlar, görünür görünmez perdeler, perdelerle dalgalanan gölgeler. Kemiklerin sertliği, duyarsızlığı. "Beni elimden yakalıyor, oturtuyor, gözlerimin içini sevgiyle bakıyor, neye uğradığımı şaşırıyorum. Sesinin tınısından ne kadar acı çektiği belli oluyor. Ah acı çeken ruhum nerede? Hep bir kapıya gidiyorum, bir kapıdan giriyor, bir kapıdan çıkıyorum. Beni bana uluyorum, Bendeki beni çoğaltıyorum, kamburumu, yükümü arttırıyorum. Bu, beni ürpertiyor, tüylerim diken diken oluyor. Geriliyorum. Kurtçukların bedenimi saracağını ve beni kemirmeye başlamasını bekliyorum. Evet bu benim diyorum, bu benim. Sesler çekilince anlıyorum. Kanapeye boylu boyunca uzanıyorum, bir ölü gibi, evet bir ölü gibi, boylu boyunca geriliyorum bedenim tutuluyor. Ruhum donuyor, zaman ve mekân yitiyor. Yalnız, hüzün ve acı dolu bir duruş kalıyor geriye. Artık pişmanlık kâr etmiyor. Geçmiş aşklar, ölü yalnızlıklar, gerilimler, ahlar. Sessizlik burada çok ağır esniyor. Ve ben ölü bir yalnızlığa gömülüyorum.

Ruhumun acılarını ancak ben duyumsuyorum, ancak ben kendimi biliyorum. Kendimi bulur muyum bilmem, ama acılar içinde kıvranacağım belli."

"Ver elini tutayım, sarılayım, bu yolu birlikte yürüyelim"

"Yol yok, ben yokum, dört duvar, dört duvardan içime yürüyen soğuk sesler. Bu bir ölüm sessizliği. Odamın balkonu yok, küçük bir penceresi . kapısı, duvarları ve evin içindeki ahşabı var. Onu içine düşmüş olan bir ben varım. Bu benim içşehrim içölümüm. Dünyanın kulakları iyice ağırlaştı, beni duymuyor artık, kurtların çıtırtılarından başka bir şey duyulmuyor onların da bir anlamı yok. Onlar birbirine ulanarak büyük bir uğultuya dönüştüler. Bu gecelerin mağarası, gecelerin mezarlığı. Karanlık, sonu gelmez kuyulara düşünce aşkın kendisi aranıyor, kurtarıcı olan ses. Yok hiçbir şey yok. O derin içuğultu, içkemiriş, içölüm. Ben bu kurtçukların ağzında bir hiçim bir çaresiz adamım.

/sokağımın adının değişmesi gerekiyor: ölü adam sokağı. oradan geçen herkes beni bu soğuk halimle ansın. biliyorum hiçbir şey eskisi gibi değil hiçbir şey aslına uygun yürümüyor. ben burada da yalnızım. sen orada yalnızsın. o orada yalnız. gözyaşlarını şimdi nerede, nereye ve niçin dökülüyorlar bilmiyorum. çünkü ben acı çeken ağlayan bir ölüyüm.

 

yediiklim@yahoo.com
İstanbul - 08.08.2003
http://gulizk.com

Yedi İklim Dergisi
Haziran / Temmuz / Ağustos 2003


Üst Ana sayfa e-mail