Vücutta yeni kan damarlarının gelişmesi
şeklinde açıklanan "angiogenesis", kanserden kalp krizine kadar pek
çok hastalığın tedavisinde kullanılacak.
Vücuttaki
küçük damarların gelişmesi, kanserli hücrelerin çoğalması ve
yayılmasına neden oluyor. Yanı sıra, şeker hastalığıyla birlikte
gelişen körlüğü de hızlandırıyor. Buna karşılık, kılcaldamarların
yokluğu ya da azlığında ise, kalp krizi sonrasında kalp dokusu
ölüyor veya kalp kası sağlıksız çalışıyor. Bu bilgiler ışığında,
bilim adamları, anormal damar gelişimini şekillendiren mekanizma
üzerinde çalışıyorlar. Çabaları, damar büyümesini durduran ya da
damar işlevlerini artıran ilaçların geliştirilmesini
kolaylaştıracak.
Genellikle "angiogenesis" (angio: damar, genesis: oluşma, gelişim)
şeklinde tanımlanan olgunun bir parçası olarak, küçük kan
damarlarıyla ilgili çalışmalar, yeni tedavi yöntemlerine öncülük
ediyor. Bu araştırmalar, ilaç ve biyoteknoloji sanayiinin de
ilgisini çekiyor. Düzinelerce şirket, angiogenesis bağlantılı tedavi
yöntemlerini desteklemeye başladı bile. Damar oluşumunu artıran ya
da engelleyen yaklaşık 20 bileşik, insanlar üzerinde test ediliyor.
Bu ilaçların çok sayıda hastalığı tedavi etme potansiyeli taşımasına
karşın, angiogenesisi engelleyen ve kansere odaklı pek çok bileşik
hâlâ araştırılıyor. Hayvan deneyleri, damar gelişimi
engelleyicilerinin, kemoterapi veya radyasyon gibi geleneksel kanser
tedavilerinin etkisini de artıracağını gösterdi.
Kan damarı gelişimini durduran bileşiklerin kullanıldığı ilk insanlı
deneyler, geçtiğimiz yıl duyuruldu. Bazı gözlemciler hayal
kırıklığına uğradı; çünkü, çok az kanserli hastada başarılı sonuç
alındı. Ancak, bu testler bileşiklerin güvenliğini ve toksik etki
içerip içermediğini anlamak hedefini güdüyordu. İnsanlı deneylerde
başarı konusunda aşama kaydedildi; böylece, angiogenesis
engelleyicilerinin insan vücudu üstündeki etkileri daha kolay
anlaşılabilecek.
Angiogenesis terimi, teknik olarak, tek
katmanlı damar duvarı hücrelerinden (endotelyal hücre) oluşan
kılcaldamarların oluşması ve kollara ayrılmasını açıklıyor.
Angiogenesis, normalde zarar görmüş dokunun onarılmasını sağlıyor.
Ayrıca, kadınlarda her ay âdet dönemi öncesi rahimde meydana geliyor
ve yumurtlama sonrası plasentayı oluşturuyor. Kan damarlarının
gelişmesi, doğal yollarla ortaya çıkan angiogenesis öncesi ve
sonrası faktörlerin dengesi üstüne kurulu. Angiogenesis, damar
duvarı hücrelerinin büyümesi faktörü (vascular endothelial growth
factor-VEGF) ile başlıyor ve trombozpondin gibi engelleyiciler
tarafından sona eriyor. Bu işleyişteki dengesizlik durumunda,
örneğin tümör büyümesinde, beklenmedik zamanda ve bölgede damar
oluşuyor.
Kanser araştırmacıları, angiogenesis
faktörleriyle 1968 yılında ilgilenmeye başladılar. İlk ipucu,
tümörlerin çoğalmasını sağlayan etkenler araştırılırken elde edildi.
Birbirinden bağımsız iki araştırma ekibi (Güney California
Üniversitesi'nden Melvin Greenblatt ile Harvard Üniversitesi'nden
Robert L. Ehrmann ve Mogens Knoth), tomurcuk halindeki tümörlerin
tanımlanmamış bir madde salgılayarak kan damarlarının kendilerine
doğru gelişmesini sağladığını gösterdiler. Bu tür bir gelişme,
tümörün, oksijen ve besleyicilerle yüklü kan ihtiyacını
karşılamasını sağlıyordu. Zaten metastaz, kanserli hücrelerin kan
damarları yoluyla vücudun diğer bölümlerine ulaşmasını ifade ediyor.
Kansere
karşı angiogenesis engelleyicileri üstündeki deneyler farklı
stratejiler içeriyor. Bunlar arasında önde geleni, VEGF'nin
etkinliğini engellemek. 1983'te Harvard Üniversitesi'nden Harold F.
Dvorak ve ekibi tarafından keşfedildiğinde "damar geçirgenliği
faktörü" şeklinde adlandırılan bu molekül, günümüze kadar
tanımlanmış en yaygın ön angiogenesis faktörü... 1989'da bilim
adamları, VEGF'nin işlevini daha iyi kavramalarını sağlayacak bir
bilgiye ulaştılar. Çünkü, Genentech'ten Napoleone Ferrara ve ekibi,
molekülün genetik şifresini çözdüler. 1996'da, başkanlığını
Ferrara'nın yaptığı araştırma grupları, VEGF'nin damar oluşumunda
oynadığı hayati rolü açıkladılar. Yaptıkları deneylerde, iki VEGF
geninden biri alınan farenin kısa bir süre sonra yetersiz ve anormal
kan damarı gelişimi nedeniyle öldüğünü belirlediler.
Araştırmacılar, VEGF'nin damar gelişimi
üstündeki etkisini nötralize etmenin yollarını arıyorlar. Bu
yollardan bazıları, VEGF'ye tutunan ve onu etkisiz hale getiren,
bağışıklık sistemi proteinleri diye adlandırılan antikorlar; büyüme
faktörü hücreye tutunmadan önce yem olarak kullanılan, VEGF'nin
hücresel reseptörlerinin çözülebilir biçimde olanları ve son olarak
hücrenin içine girerek VEGF'den yollanan büyüme mesajını engelleyen
küçük moleküller.
Araştırmalarda kullanılan interferon
gibi VEGF üretimini azaltan bileşikler ile yine VEGF'nin yayılmasını
durduran ve metalloprotein enzimi engelleyicileri olarak
adlandırılan maddeler de kullanılan yöntemler arasında.
VEGF miktarının yarıya indirilmesi, fare embriyonlarında ölümcül bir
etkiye yol açmakla birlikte, insanlarda, bu tedavi yoluyla kanserin
temizlenmesi, tümördeki VEGF proteininin tamamen sıfırlanması
konusunda başarı sağlayabilir. Ama, bu çok da kolay değil... VEGF
çok etkili bir ajan, bu nedenle çok az miktarı bile endotelyal
hücrenin yaşaması için yeterli. Yanı sıra, VEGF'nin tamamı
sıfırlansa bile, tümör temel fibroplast (lifli hücre) büyüme faktörü
ya da interleukin-8 gibi damar gelişmesine yol açan diğer faktörleri
devreye sokabiliyor.
Kanser hastalarında angiogenesisin engellenmesi üstünde yürütülen
bir diğer yaklaşım da, anti-angiogenesis faktörlerinin üretimini
hızlandırmak. Tedavinin geliştirilmesi fikri, Folkman tarafından
ileri sürüldü. Folkman, bu yöntemi Northwestern Üniversitesi'nden
Noel Bouck'un doğal yollarla oluşan engelleyicilerden trombozpondini
tanımlaması sonrasında geliştirdi. İlk tümöre cerrahi müdahalenin
metastazı hızlandırması açısından tehlikeli olduğu, tüm tıp dünyası
tarafından biliniyor. Ancak, doğal yollarla geliştirilecek
angiogenesis engelleyicisinin, tümöre müdahale olanağı sunduğu
tartışılıyor.
Bu düşünceden hareketle Folkman ve
ekibi, doğal yollarla anti-angiogenesisi gerçekleştiren iki madde
keşfettiler: 1994'te "angiostatin" ve 1997'de "endostatin"i
geliştirdiler. Bu engelleyiciler, tıp dünyasında büyük bir ilgiyle
karşılandı. Çünkü Folkman ve ekibi, yeni yöntemle farelerdeki tümörü
yok edebileceklerini kanıtladılar. Bu başarı, 1998'de angiogenesis
konusunda yeni bir çığır açtı ve dünyadaki tanınmış yayın
organlarında duyuruldu.
Angiostatin ve endostatin üzerine klinik deneyler henüz ilk aşamada.
Amerika Klinik Onkoloji Konferansı kapsamında açıklanan sonuç
raporunda, endostatinin güvenli olduğu ve yan etkisinin bulunmadığı
belirtildi. Önümüzdeki yıllarda farklı engelleyicilerin
geliştirilmesi ve klinik deneylerin yapılması bekleniyor.
Böylece, yeni kan damarlarının oluşumunun engellenmesiyle ilgili iki
yaklaşımı açıklamış olduk. Ama, tümörlü bölgede daha önce var olan
damarların durumu ne olacak? Sağlıklı doku ya da organlardaki mevcut
damarlara zarar vermeden tedavi nasıl gerçekleştirilecek?
Neyse ki, tümördeki kan damarları zaten normalliklerini
yitiriyorlar. Sadece şekil bozukluğu, güçsüzlük, genişleme değil,
aynı zamanda damarları oluşturan hücrelerde de noksanlıklar ve
dengesizlikler beliriyor. Bu hücrelerin yüzeyindeki "integrin"
olarak adlandırılan moleküllerde azalma yaşanıyor.
Biyologlar, RGD peptitleri adını verdikleri, tümör damarlarındaki
integrinleri tanıyan küçük proteinleri ürettiler. Bu peptitler,
hücre öldürücü ilaçlarla bağlantıya girerek, çevre dokulara zarar
vermeden tümörlü dokunun tedavisini sağlıyor. Aynı zamanda, tümörü
besleyen damarların da önünü kesiyor.
Ancak, tümörü besleyen tüm damarların bu yöntemle engellenmesi çok
kolay değil. Tümör damarını meydana getiren hücreler çok farklı
olabiliyor. Araştırma laboratuvarlarında elde edilen sonuçlara göre,
insanlardaki kolon kanserinde bulunan damarların yüzde 15'i mozaik
yapılı; bir kısmı yüzeyinde proteinler içerirken, bir kısmı
içermiyor. Bu nedenle tüm tümör tiplerine aynı tedavi yöntemini
uygulamak her zaman sonuç vermiyor.
Radyasyon tedavisi ya da cerrahi müdahale, tümörün temizlenmesi için
kullanılmaya devam edecek. Günümüzde kemoterapi, bu tür tedaviler
öncesinde ya da sonrasında, tümörü küçültmek ve vücuttaki
saptanamayan kötü huylu hücreleri kurutmak için kullanılıyor. Damar
oluşumunu durdurmaya yönelik yeni yaklaşımla geleneksel tedavi
yöntemlerinin uyumu sağlanırsa, başarı şansının daha yüksek olacağı
belirtiliyor.
Öncülüğünü Harvard Üniversitesi'nden Beverly Teicher'ın 1990'lı
yıllarda başlattığı araştırmaları izleyen farklı gruplar, bu
birleştirilmiş tedavi yönteminin yararlarını gördüler. Toronto
Üniversitesi'nden Robert Kerbel ve Folkman, fareler üstünde
yaptıkları deneylerde, tüm yöntemlerin birleştirildiği tedavinin
uzun dönemdeki etkisini belirlediler.
Damar oluşumunu engellemeye yönelik
tedavi, şaşırtıcı bir biçimde geleneksel yöntemin etkilerini de
artırdı. Şaşırtıcıydı; çünkü kemoterapi ajanları, tümöre ulaşmak
için kan damarlarını kullanıyor ve radyasyon da tümörü besleyen
oksijen kaynağı hücreleri öldürüyor. Bu nedenle, damar oluşumunu
engelleyen tedavinin, kemoterapinin ve radyasyonun etkisini
azaltacağı düşünülüyordu. Ancak uzmanlar, bu tedavi yönteminde
kemoterapinin dağılımının çok daha etkinleştiğini gösterdiler. Bilim
adamları fareler üstündeki araştırmada, angiogenesis
engelleyicilerinin tümörün kan damarlarının çapını genişlettiğini;
böylece damarlardaki sızıntının azaldığını; dahası, normal kan
damarlarına benzemeye başladıklarını buldular. Bu çalışmalar
insanlar üstünde de gerçekleştirilirse, doktorların çok dikkatli
olmaları, doğru dozaj ve zamanlamaya karar vermeleri gerekiyor.
Her ilaçta olduğu gibi, gelecekte
üretilecek damar oluşumunu engelleyen ajanlarda, günümüzdekilerden
daha fazla başarı sağlanacak. Geleceğin ilaçlarında en üst düzeye
ulaşmak için, araştırma yöntemlerinin yenilenmesi gerekiyor. Ön
klinik çalışmalarda, ilaç insan üstünde denenmeden önce, genellikle
fare gibi hayvanlarda deri altında yapay yollarla tümör
oluşturuluyor. İlacın daha başarılı sonuçlar vermesi içinse,
hayvanların doğal yaşam alanlarında, vücutlarında kendiliğinden
oluşan tümörlerde deneniyor.
Ön klinik çalışmalarda karşılaşılan bir
başka sınırlama ise, maliyetlerinin yüksek olması ve zaman...
Hayvanlarda tümör çok daha hızlı büyüme eğilimi gösteriyor;
dolayısıyla, hızla büyüyen tümörde yararlı olan ilaçlar, yavaş
gelişen insan tümörlerinde etkili olmayabiliyor.
Uzmanların damar gelişimini engelleyen ilaç kombinasyonları üzerinde
de çalışmaya ihtiyacı var. Çünkü, kanser hücreleri kendilerini zor
durumdan çok kolay kurtarabiliyor. Her tümör, kendisini besleyecek
damarları geliştirirken farklı kombinasyonlarda moleküller
kullanıyor. VEGF gibi sadece tek bir molekülü engelleyecek bir ilaç,
tümörün kendisine yeni bir kaynak yaratmasına olanak tanıyabilir.
Dolayısıyla, ilacın farklı damar oluşumu engelleyicisini içeren bir
kokteyl olması gerekli.
Angiogenesis engelleyici ilaçların uzun yıllar alınması gerekli. Bu
ilaçlar, aynı zamanda yüksek kanser riski taşıyan kişilerde önleyici
faktör şeklinde de kullanılabilecek. Bu yaklaşım, 1976'da ABD Ulusal
Kanser Enstitüsü'nden Pietro M. Gullino tarafından ileri sürüldü. O
nedenle, ilaçların uzun dönemde güvenilir olduğunun kanıtlanması
şart. Günümüzdeki insanlı deneyler bu soruna tam olarak çözüm
getirmiş değil. Hayvan deneylerinde, bazı damar gelişimini
engelleyen bileşiklerin kanserin büyümesini durdurmak ya da
kötüleşmesinin önüne geçmek konusunda uzun dönemde çok da güvenli
sonuçlar vermediği belirlendi. Örneğin, genetik yollarla VEGF
üretimi azaltılan farede, uzun süreli zaman diliminde nörolojik
kusurlar saptandı.
Yetersiz angiogenesis, aynı zamanda kalbin yeteri kadar
kanlanamaması ve beslenememesi yüzünden zarar gören dokunun (iskemi)
iyileşmesini de zayıflatabiliyor. Kalp krizi sırasında, kalp kasını
besleyen ana damarlardan birinde tıkanıklık meydana geliyor ve bu
bölgedeki doku ölüyor. Bilim adamları, angiogenesisi destekleyici
testlerle, iskemik kalp rahatsızlıklarını çözmeyi amaçlıyorlar. Bu
bilgi ışığında, kanser tedavisinde kullanılan damar yapımını
engelleyici ilaçların, hastadaki iskemik kalp hastalığı riskini
artıracağı söylenebilir. O yüzden doktorların, risk değerlendirmesi
yaparak hastaya en uygun tedaviyi önermeleri gerekiyor.
Her şeye rağmen, angiogenesisin tam
olarak anlaşılması kanserli hastalar için umut kapısı olacak.
Kemoterapi ya da radyasyon gibi mevcut tedavi yöntemleri pek çok
kanser türünü durdurabiliyor. Ancak, çoğunlukla tümör kısa bir süre
sonra yayılmasını sürdürüyor ve kişinin ölümüne yol açıyor. Bu
nedenle, her şeyden önce uzmanların, kişiye özel kanser tipini
belirlemeleri ve en geçerli yolu seçmeleri gerekiyor. Tümörlerin
genetik çözümlemeleri ve erken teşhis, geleceğin tedavilerinde
hayati rol oynamaya devam edecek. Önümüzdeki 10-20 yıl içinde, damar
yapısı ve oluşumuna etki edecek tekniklerle, kanser tedavisinde
önemli adımlar atılacağı tahmin ediliyor. Hatta öyle ki, kanser
hastaları, bu ölümcül hastalıktan kurtulmak için her gün sadece tek
bir hap alacaklar. Bu hapların hipertansiyon ve şeker hastalarında
da etkili olacağı düşünülüyor. Uzmanların bu konuda bir tek amacı
var; o da daha uzun ve sağlıklı insan hayatına kapı aralamak.
Focus Dergisi 'nden alıntıdır.