İçimde bir ses fısıldıyor.
Öykü ağacıma kulak verdiğimde, onda kendi sesimi duyuyorum.
Her tını ve ses dalgası beni tanımlıyor. Sessiz bir şarkı,
bir fısıltı ve bir terennümdür benimkisi ve bu bana aittir.
Ağacımın dal ve yaprakları ben olsam da olmasam da şarkımı
söylüyor. Sırtımı ağaca verirken kendimi dinliyorum.
Gün ağarıyor,
gece mahmurluğu çabuk siliniyor. Diri bir beden ve ruhlayım.
İbadet aşkıyla sabahın bereket kapılarına yöneliyorum, rızkın
ve sevginin toprağımda buğulandığı ânı yaşıyorum. Yaşamı
ağacımın kökleri gibi derinden, sevgiyle kavrıyorum. Ilık
sabah rüzgârı saçlarımı okşuyor, ruhumun dinginliği beni
kanatlandırıyor.
Bilinç benim özgünlüğüm.
Topraktan olan cismî yapım, bana rengini ve kokusunu ve ses
biriktirme gücünü veriyor. Onu yoğuran gizil elin hünerinden
kaçamam. Topraktan gelen toprağa giden sesler, oradan bana
sesleniyorlar. Bu hâlimle, Âdem Peygamber’in oluşunda üflenen
ruh hâlindeki gibiyim. Biraz şaşkın, biraz tedirgin, ve
biraz da acemi. Bedenime ruh üflendiğinden beri bir tınım,
bir sesim ve bir şarkım oldu. O beni yolumda götürüyor.
Kendimi çoğaltıp
duruyorum, toprağımı toprağımla besliyorum. Her hıhlayışımda,
soluyuşumda, soluk soluğa kalışımdaki ses ve giz topraktan
olan hamuruma, ondan da ağacıma siniyor.
Nasıl bir adım
atacağımı önceden belirliyorum. Bulunduğum andan dönüp
geriye bakıyorum, geriye bakışım önüme bakmamı sağlıyor.
Bulunduğum ânı iyi değerlendirmeye bakıyorum. Ânın içinde
var olunca geleceğim oluyor, geriye musıkîsi olan bir gelecek
bırakıyorum. Dallarımın büyümesi, dal budak salması da
bundan. Dallarım boy verdikçe bir yanımda çöl, bir yanımda
ova sonsuzluğu duruyor. Her iki yana dikkâtle bakıyorum. Çölden
gelen Mecnun’un yanık sesini, şehirlinin usta sesini
dinliyorum. Leylâ ile Mecnun’ daki hüzünlü şarkıyı
dinlediğimden beri, yanık bir tını ruh damarımda geziniyor.
Kentteki de, çöldeki de, ovadaki de benim sesim. Hangisine
kulak versem benim. Beni bana tanımlıyorlar.
Davut
Peygamber’in yanık ve yakıcı sesinin yansısıyım. Sesim
dağlarda, ormanlıklarda yankılanırken, eşlik eden kuşlara
böceklere ben de katılıyorum. Yüreğimi kavrayan ve yakan da
bu oluyor. Yüzyıllar üzerimden yel gibi geçiyor. Geçmişe
fazla takılmanın bir yarar sağlamayacağını biliyorum. Dönüp
işime bakıyorum ve bir yandan da şarkımı fısıldıyorum.
Nasırlı ellerim toprağımı deşmekle meşgul.
Sesimi bulmam için
zaman gerekli. Çocukluk ve ergenlik çağlarım geride kaldı.
Her oluş, zamanını, yani kaderini bekliyor. Eliyle konmuş
gibi olunuyor ve sonunda oluş gerçekleşiyor. Oluşumu
belirleyen kaderim sesimin tınısı da belirliyor. Sıradanlık
için sıradan bir duruş yeterli. Öteye geçmenin yolu çabalamaktan
geçiyor. Her duruş ve tavır alış da kendini tanımlıyor.
Yoksa ergenlikteki çatlak sesli halim bana yapışmış olacak.
Terbiyeden geçmemiş, özgünlüğü olmayan
bir sıradanlık olarak kalacak. O günden bugüne var
olan sesteki ses benim sesim. Sözcüklerimi ünleyişimdeki fısıltıya
kulak verilmedikçe ne yaptığım anlaşılmayacak.
Dallarım ve
yapraklarım gürleştikçe sesimi, yani ruhumun gerçekliğini
buldum. Cenini, yani sözcükleri yaşatma hakkı var ve
sorumluluk omuzlarımda bir ağırlık olarak duruyor.
Kemiklerim titriyor, bir beni öldürme düşüncesi ürkütüyor.
Damarlarımda karanlık bir gece gibi gezinip duruyor. Sözcüğe
ruh üfleme ve onu yaşatma bilincidir sözünü ettiğim. Sözcüklerimdeki
ruhu öldürdükçe kendimi de öldürdüğümün bilincindeyim.
Her oluşun sesi
kendine özgü. Benzer bir şarkıyı tutturmak kendimi öldürmekten
başka bir işe yaramıyor. Her sözcüğe üflenen ruh bir fısıltıdır,
bir gelecek zaman düşüdür.
Ilık bir sabah rüzgârı
dallarımı yokluyor. İsimlendirmeleri ne olursa olsun hüzzam
bir şarkı gibi yanık titriyorum. Bir enstrümanın telindeki
gerilimdeyim. Her dokunuş beni sarsıyor. Ortak sesi yakalamam,
aynı rezonansta yer almam bir bilinç ve bir kader sonucu
oluyor. Dağlarımdan getirdiği kokularımdan beni yakalıyorum.
Burnumun delikleri açılıyor, bu benden bana, toprağıma ve ağacıma
siniyor. Damarlarımdaki kan gibi ruhumda geziniyor. Ah bu ne
kadar da benim, ne kadar de bana ait. İçli bir ses gibi,
dallarıma, yani ruhuma işliyor. Kendimden geçiyorum. Duyarlığımın
doruğunu yaşadığım anda en gerilimli halimi yaşıyorum. Şarkım
yeryüzü şarkılarına karışıyor, güzel sesli kuşlar söylendikçe
baharım bitmiyor. Baharım; yani gençliğim, yani güzel ve gür
sesim, yani kendini üreten benim...Baharım gül ve bülbüllerle
donanıyor. Her dalına bir bülbül konuyor. Bu şarkılar yüreğimi
yakıyor. Yüreği yanık olununca şarkının da sesin de sözün
de bir anlam ve değeri oluyor.
Şarkılarım yayıldıkça,
rüzgârla birlikte gül kokuları taşıyor. Kokuların,
renklerin, şarkıların ve sözcüklerin varlığı beni tanımlıyor.
Baharımın dallarında bir bülbül gibi kanat çırparken yakıcı
yaz gelsin hiç istemem. Yanım yörem güzelliklerle donanmış
olsun istiyorum. Evimin önündeki güzel bahçemde dallar arasında
uçuşup duran ve güzel sesiyle sabahımı şenlendiren bülbül
neyse ben de oyum. Dağlarımın yamaçlarından keklik gibi
sekerken, dağ çiçeklerinin polenlerini havalandırıyorum, rüzgârım
onu zerrelerle ovalara taşıyor. Her kanat çırpışım bir
ses, bir eylemdir.
Yeryüzünü okşayan
bir içli sesim var.
Neyin yüreği
yakan sesiyim. O bana Sevgili’den kalma bir miras. Onun gizini
gizlemeye yüreğim yetmedi, yetemezdi. Ayıplanmamam gerek
.Sevgim yüreğimi yakıyorsa ben ne yapabilirim ki. Efendim
bana o sırrı fısıldadığında, benim de kendisi gibi o sırrı
tutacağımı sandı. Onun yakıcı hararetiyle çöllere düştüm,
güya kimseye söylememek için suyu kurmuş bir kuyuya içimi
boşalttım. Üzerimden bir ağırlık kalktı da bu ağırlığın
altından kuyu kalkamadı. Suyu taştı, çöle yayıldı, suyun
vardığı yer hayat buldu, yanıp tutuştu. O kocaman vâdi bir
vahaya dönüştü, hurmalar ve kamışlar boy verdi. Her rüzgâr
vuruşunda o yakıcı ses çölleri sardı. Çobanlar sürülerini
vahaya götürür oldu, kamışlıktan kamış kopararak kaval
ve ney yaptılar. Onun gizler taşıyan yakıcı ve yanık
sesini fısıldadılar. Her kim bu sese yakalandıysa, aşk ve
sevgi damarlarındaki kan
kaynadı, gözlerinin içi parladı, tenlerini ateş bastı.
Sevgilerini belli ettiler ve sevgilerini ayrımsadılar. Bu sese
yürek dayanamazdı. Vahayı güzel sesli ne varsa doldurdu,
birbiriyle yarışır oldular. Oraya varan her varlık, bir şeyin
güzelliğini ayrımsadı da ne olduğunu anlayamadı. Ah evet
benim yolum da oraya düşüyor. Orası ruh ve can yolumun uğrağı.
Ne yaptığımı sonradan anladım. Çölün
enginliğini aştığımdan beri aynı melodiyi üflüyor
dallarım.
Ağacımın her
dal ve yaprağında bir sır gizlidir. Toprağımın verimlileşmesi,
suyumun taşıp coşması, dallarımın kendinden geçmesi de
bundan. Her bir güzellik bir diğeriyle yarışıyor. Yapraklarımın
rengi bu denli canlıysa bunun bir nedeni var.
Ağacım kökleşip
büyüdükçe yan dal ve damarlar veriyor. Yenileniyor.
Her mevsim bahardır, bülbüller baharıma sığmıyor. Daldan
dala göç veriyorlar.
Ağacım
zengindir. Her uçan kuşa, her esen rüzgâra dallarım açık.
Kuşlar havalandıkça, rüzgâr dalgalandıkça sesime ses katıyorlar.
Kadının buğdayını
savuran rüzgârdan söz edeceğim. O azgın rüzgâr yalnız ve
kimsesiz kadının buğdayını tarumar ettiğinde, yakınacağı,
şikâyet edeceği biri vardır elbette. Hazreti Süleyman’a
üzgün ve bezgin vardığında; içini yanık bir çaresizlikle
döktü. Bu rüzgârın hakkından ancak sen gelebilirsin Çünkü
onlara emretme yetkisi ancak sende var. Benim hasılatımı
savurdu, topraklara karıştırdı. O benim rızkımdı. Şimdi
elimde bir şey kalmadı. Azgın rüzgârı cezalandırmasını
istediğinde,hakkından geleceğini bildiğinden de emindi. Rüzgâr
dili tutulmuş, sus pus olmuş ,gözlerini kaçırmış, suç işlemiş
biri gibi boyun bükmüştü.
Rüzgâr bu, ne
yapıp edeceği belli olmaz. Birinde muzipliği tuttuğunda, İbrahim
Peygamberimin önünde giden kadının eteklerini savurmuştu.
Peygamber, gözlerini kaçırmış, mahçup olmuştu. Rüzgâra
güven olmazdı, kadının ardına alarak yürümüştü.
Rüzgâr da
buyrukla eser ve şarkısını söyler. Azrail adamın gözlerine
şaşkınlık ve hayretle baktığında, adam neye uğradığını
şaşırmış, korkuyla ve panikle Hazreti Süleyman’a varmıştı.
Rüzgâra emir buyur da beni Serendip Adaları’na götürsün,
buradan uzaklaştırsın. Az önce Azrail’i gördüm,bana çok
kötü baktı ve beni korkuttu. Onunki sonuçta bir rüzgârlık
uçuştu, çekip gitmişti de peşinden Azrail huzura varmıştı.
Süleyman Peygamber Azrail’e sitemde bulunmuştu. Adam gençti,
çocukları küçüktü, neden kendisine
kötü baktığını söylemişti. Azrail ne yapsındı,
buyruk büyük yerden gelmişti. Adamın Serendip’te ruhu alınması
gerekiyordu, o hâlâ buralardaydı. Onun şaşkınlığı ile
ve hayretiyle adama bakmıştı.
Ah, hayret içinde
yaşıyorum. Rüzgâra ne yandan baksam bir ders öğütlüyor.
Şarkılarımın tınısı da buna göre şekilleniyor.
Dallarım şarkımı
yani sevincimi fısıldıyor. Ağacımdan terennüm olan her ses
bana ait. Dallarımın arasında gezinerek her yaprağın
kendine ait tınısını dinliyorum. Kulağıma hoş gelmeyeni
varsa, yaprağıyla birlikte buduyorum. Tâ ki, sesimi yani
kendimi bulana kadar.
Ali
Haydar Haksal
(Yedi İklim Dergisi; Şubat 2001)
İstanbul
- 14.02.2001
http://afyuksel.com
|