10
Mart 2002 geceyarısı. Paris’te katıldığım bir
sinir-bilim (neuroscience) toplantısından yeni döndüm...
Daha önce de defâten gittiğim Paris gene aynı; buram buram kültür
ve tarih kokan, çoğu pek güzel olmayan ama eşsiz bir câzibeye
sâhip, bakımlı kadınları gibi hoş... Bütün gelişmiş
Avrupa şehirleriyle aynı vasıflara sâhip: Tabiatıyla, şehircilik
anlayışıyla, hayat tarzıyla, tarihinin ve harsının müstakbel
nesillere nakledilmesi sâiki ile sıkıca muhafaza edilmesiyle,
Lido’suyla, libido’suyla... Paris!
Kongre
oteli mâhiyetindeki bu yere en çok ödediğim ekstra ücret
internet için olanı; Türkiye’deki basını, gazeteleri
tetkik ediyorum. Kendi kendimizle kavga etmeye devamda ısrarlıyız;
AB bize uyar mı, uymaz mı, üst düzey bir askerî yetkilinin
dedikleri nereye gider, kimi bağlar... En çok satanından en
az bilinenine kadar bütün basın bunlarla yatıp kalkıyor.
“Yâhû!”
diyorum kendi kendime Hotel Sofitel’de televizyonumu
seyrederken “şu diyâr-ı küffârdakiler ne diyor acaba?”.
Abdala mâlûm olurmuş! BBC’de, sabah kuşağından itibâren
sürekli dönerek, 14 yaşındayken kendini bir büyükelçilik
önünde yakmaya kalkışan Kürt kızı ekranda “haber”
olarak yer alıyor, dakikalarca! Nasıl ulusal egemenlik hasreti
çektiğini gâyet güzel bir İngiliz aksanıyla anlatıyor,
suratında muzdarip bir ifâde, arka plânda da oradaki etnik
faaliyetlerle ilgili görüntüler... Öcalan “ağabeyinin”
fotoğrafları ve PKK bayraklarıyla süslü odası gösteriliyor.
18 sâniyelik bir “comment” olarak da, Türkiye’nin bu
konudaki “duyarsızlığı” vurgulanıyor, ekranda eli silâhlı
“gaddar” Türk askerleri... 100 küsur etnik ve bir o
kadardan fazla dinî grubun oluşturduğu, bin senelik
birlikteliğin pekiştirdiği, Gâzi’nin “ne mutlu Türk’üm
diyene” düsturunda tecessüm eden çağdaş üst-kimlik
modelimizi ısrar ve inatla reddediyorlar. Bilmediklerinden filân
değil, bizi istemiyorlar!
Döner
kebabımızı bile, şehrin şık semtlerinde, Yunanlılar kapmış
ve “Grec” diye lânse ediyorlar. Ben de, yemeyerek cezalandırıyorum
onları(!).
Meşhur
“cafe”’lere gelince... Paris’in, Fransız kültürünün
bu simgeleşmiş özelliğinin kaynağının İstanbul olduğunu,
bizim “kahvelerden” çok etkilenen Pascal isimli bir ben-i
âdemin bu modeli 1672’de Fransa’ya ihraç ettiğini biliyor
muydunuz?
Haydi
eyvallah, haftaya görüşürüz.
İstanbul
- 23.04.2002
http://sufizmveinsan.com
|