...Sadece ses kalacak,
Zaman zerreciklerine bağlanan ses.
Furuğ
 
* * *

Edip Cansever bir şiirinde, yere dökülen unun veya göğe bırakılan bir
balonun sessizliğinden söz eder...

Kentlerin o gürültülü caddelerinde, bu sessizlikler yitip gitmiş birer film
karesi gibi bazı insanların hayalinde asılıdır. Tıpkı, Edip Cansever'i
okuduğum ilk günden beri benim hayalimde asılı kaldığı gibi. Yere dökülen
unun sessizliği, göğe bırakılan bir balonun sessizliği...

Kahverengi ve kızılların birbiriyle sevişir gibi iç içe geçtiği, günlük
koşuşturmalardan nasiplenmemiş bir ormanda, tek bir yaprağın yere düşmesinin
sessizliği nasıldır hiç düşündünüz mü?

Acaba kendimizi çok zorlasak, bütün dikkatimizi versek, o yaprağın düştüğü
yere kulağımızı dayasak sesini duyabilir miyiz?

Peki bir gözyaşının sesini duyabilir miyiz acaba?

Salya sümük ağlamaktan söz etmiyorum tabii ki. Hani bir insanın yanağından
süzülüp akan bir tek ama bir tek damla gözyaşının sesinden. Yanağından
süzülürken, çenesinden düşüp de toprağa varıncaya kadar geçen zamanda
çıkardığı o ince sesten. Bir yaprak gibi toprağa değdiği o andan söz
ediyorum. Gözpınarlarından çıkıp da toprağa varıncaya kadar geçen o süreyi
yavaş çekimde akıtıp, dünyanın en hassas cihazlarıyla sesini kaydetmek
mümkün olsaydı hani..

Veya..

Ana karnındaki o güvenli ortamdan çıkıp da ilk kez havayla dolan ciğerleri
yandığı için ağlayan bir bebeğin gözyaşlarından. Ki hayat belirtisidir bir
bebeğin ilk ağlaması. Ağlamazsa kıçına bir şaplak yiyerek adım atar hayata.
Acıktığını, çişinin geldiğini, susadığını, yaşadığını ağlayarak gösterir.

Doğa ağlar.
Gökgürültüsünün değil de, yağmurun sesini duyuyorsanız, kulaklarınızla
doğaya dokunuyorsuz demektir. Belki de tanrılar ağlıyordur.

Yağmur diner. Çamların iğne yapraklarının ucundan bir tek damla toprağa
düşer.

Doğa ağlar.
Onun bir parçası olan insanlar da ağlar.
Doğa gözyaşlarını göllerde, nehirlerde, denizlerde toplar.
İnsanlar gözyaşlarını toplamaz.

Aslında bir zamanlar gözyaşlarını o incecik, zarif gözyaşı şişelerinde
toplayan Mısırlılarla aramızda çok uzun yıllar yok. Ama insanlar, doğayı
kuruttukları gibi gözyaşlarını da kurutturlar. Üstelik bunu marifet,
ağlamayı ayıp sayarak.

Oysa gözyaşları insan ruhunun hayata dokunmasıdır. Veya hayatın onun
ruhuna...

Mısırlılar belki de insanın gözyaşlarını şişeleyerek onların ruhlarını elde
ettiklerini düşünmüşlerdi. Ama bu kadar kolay mıdır bir insanın ruhunu
elinde tutmak?
Birinin gözyaşlarına dokununca onun ruhuna da dokunmuş sayabilir miyiz
kendimizi?
Ruhunu açmak için mi ağlarlar insanlar yanınızda..

Sizin için dökülen gözyaşlarını toplamak mümkün olsa da acaba o
gözyaşlarının yere düşüşlerinin seslerini saklamak mümkün müdür?  Asla, o
aptal doğa seslerini toplayan yeni moda müzik kayıtları gibi değil,
yaşamınızın kanıtları gibi.

Bir gözyaşı neden dökülür yere?

Yalnızca bir kırık aşk hikayesinde döktüklerimizi mi kutsal sayarız?

Bir aşkın yitip gitmesine mi ağlarız? Yoksa ağladığımız kendi hayat
hikayemiz midir?

Yoksa acil  kapısında beklediğimiz bir dostun  hayatla-ölüm arasındaki
kavgasındaki ölümcül yenilgisi midir, gözlerimizi dolduran?

Bir ölüm orucunda bedenini direnişin namlusuna sürmüş bir evladın arkasından
mı ağlanır gerçekten?

Başkaları yalan mı ağlar?

Bertoluci'nin Son İmparatoru'nda küçük Pui'nin süt annesinin memesinden
koparılışı. Anne-aşkının alınmasının arkasından faresini o kocaman kapıya
çarparkenki gözyaşları yalan mıdır?

Cennet Sineması'nın meşhur olduktan sonra büyüdüğü kente dönen yönetmenine,
ustası yıllarca filmlerden kesilen öpüşme sahnelerini birbirine eklenmiş
olarak verir. Onları izlerkenki gözyaşları sahte midir?

Billy Elliot filminde, bütün ömrünü madenlerde geçiren, babasının boks
eldiveni ile oğluna da boks öğreten bir babanın, oğlu balet olmak istiyor
diye grev kırıcılığına  kalkışması sonra da onu sahnede izlerken ağlaması
nasıl bir duygudur?

Acaba yalnızca o ana mı ağlarız?...

Hep haklı savaşlar yapmış olmasına rağmen bir kez bile kazanamamış bir
savaşçının, zafer bu kez benim derken,  truva atının içinden çıkan
askerlerin kentini yerle bir etmesine mi dökülür yaşlar. Üstelik o yaşların
sesini, kılıç şakırtıları ve kesilen bedenlerin çığlıkları duyulmaz hale
getirmişken.

Hangisi daha doğaldır gözyaşlarının? Göbek kordonu kesilen bebeğinki mi,
yoksa onu karnında uzun sevişmelerle taşıyarak doğanın mucizesini kendi
bedeninde gerçekleştiren anneninki mi?

Yaşama başlarken, yenerken, yenilirken, severken, sevilirken, bitirirken,
biterken döktüğümüz gözyaşlarını ve seslerini toplayıp bir senfoni yazabilir
miydik? Beethowen'e bile taş çıkartan,  duyamadığımız ama hissettiğimiz,
notalarını gözyaşlarının oluşturduğu bir senfoni... Acıların, sevinçlerin,
coşkuların, ümitsizliklerin, hayal kırıklıklarının, hayatın bütün
renklerinin içinde olduğu bir senfoni.

O senfoni gözyaşı senfonisi olur muydu?
O senfoni hayatın senfonisi olur muydu?

Ergun Gümrah
İstanbul - 25.04.2001
http://afyuksel.com

 


Üst Ana sayfa e-mail