SİHİRLİ KALEM

Bu kalem yüreği insan sevgisiyle çarpan, her çeşit ideolijiden uzak, toplumcu düşünen,   zekası delilik sınırında” ilerici bir bilim adamının kalemidir... Bu kalem hiç kimse tarafindan yargılanamaz, yadırganamaz!..  

İNSANDA BİRLEŞSİN VATAN
İNSANDA BİRLEŞSİN CİHAN!..

Ah, nasıl anlatsam, nasıl? İnsanda bir, cihanda bir olmayı nasıl açıklasam! Nesiller geriye, nasiller ileriye nasıl gitsem, nasıl geri gelsem? Bana şimdi cevherden bir araç lazım bunu yapabilmek için... Rabbime sığınıp, sizi vatanımın büyük insanlarının acılarından süzeceğim ve devletin” yaptıklarını şairlerimin mısralarıyla gözlerinizin önüne sereceğim...  

Yirmibirinci yüzyılda ülkelerin büyüklüğü coğrafyalarının büyüklüğüyle değil, o ülkede yaşayan ‘beyin güçlerinin’ sayısıyla ölçülür. Dünyanın hiçbir ülkesinde sağ ve sol düşünürler benim ülkemde ezildiği kadar ezilmemiştir. En içler acısı durum ise bunu Atatürk ilkeleri adına yapmalarıdır. Oysa Atatürk „vicdanı hür, fikri hür“ olmayı savunmuştur. Cumhuriyet kurulduktan sonra Atatürkçülük adına binlerce betonlaşmış kafa türemiş, devlet mekanizmasında şiddet olağan bir hale gelmiştir. Bu şiddet halkın sürekli baskı altında tutulmasına, düşünmeyi bilen her insanın ezilmesine neden olmuştur. İnsanı umudundan uzak tutan, yaşama sevincinin türküsünü kırıp kanatan bu kavganın adı asla Mustafa Kemal olamaz… Atatürk yaşasa idi ve bunları görse idi, bu kanlar akmayacak, yurdumun önde gelen düşünürleri hapishanelerde fikirleri yüzünden ömür tüketmeyeceklerdi. Türk Ceza Kanununda da bir inkılap yaratırdı Atatürk…      

Şiir antolojilerini karıştırıp, gelmiş geçmiş şairlerimizin hayat hikayelerini okuduğumda hüngür hüngür ağladım… Hücresinde on yıl ışık yüzü görmeyip, kapı arasından sızan ışıkla şiir yazan sağ görüşlü şairimin şiirini bir kasetten dinlerken hıçkırıklarımı tutamadım. Vatan sevdasıyla çarpan kaç yürek yanmış zindanlarımızda? Kaç mücevher ruh yakılmış, kaç annenin bağrı yanmıştır, dersiniz!… Sesi zindandan gardiyana isyan olarak şöyle yankılanıyor şairimin:

Sen aydınlık nedir bilmezsin!
Karanlık görmedin ki?
Sinip bir köşesine sabahsız gecelerin
Kıl kadar ışığında demir pencerelerin
Özlemden hece hece tek şiir örmedin ki
Bir avucunda umut, öbüründe kaderin.

Sen gün nedir bilmezsin!
Parmakla saymadın ki?
Dışarıda gardiyanın ayak sesleri rap, rap
Gözüne göründükçe erişilmez bir serap
Hücre duvarlarına adını oymadın ki?
Bir avucunda kader, öbüründe ızdırap… 

Sen ev-bark nedir bilmezsin!
Sürgün edilmedin ki?
Yatağında uykusuz durup sabaha değin
Mezara gömüldükçe her arzun, her dileğin
Boşanan gözyaşını yastığa silmedin ki?
Bir avucunda özlem, öbüründe yüreğin... (…)   

Geçenlerde posta kutumu açtığımda bana bir paket gelmişti. Türkiye’den tanımadığım bir şair bana Ankara’dan iki kitabını hediye yollamıştı. Şiir kitabının arkasında şu şiir yer alıyordu:

Hangi istasyona uğrasam yanlış makastayım
Hangi kavşağa varsam sola dönüş yok
Beni akşam gibi düşün sevdiğim
Kükürt dumanına teslim Erzurum gibi
Beni Diyarbakır gibi düşün sevdiğim0
Cezalı bir şairin sulara asılması gibi

Ömrüme vurulan çentiklerle geçiyor ergenliğim
Her Salı gözaltındayım her Perşembe vukuat
Cuma karakol avluları
Beni müebbet aşık düşün sevdiğim...

(Metin Turan: Suları ıslatan mecnun)

Acaba kaç ‘müebbet aşık’ sulara asılmıştır Türkiye topraklarında, Metin Turan’ın dizelerinde anlatıldığı gibi... Türk Edebiyatının kaç kalesi yıkılmıştır, 12 Eylül despotizminde, özgürlüğün canice katledildiği yıllarda ve de şu anda... Ve daha önceleri Cumhuriyet tarihimizde kaç yazar, kaç şair, kaç düşünür zindanlara atılmıştır düşündüğü, fikir ürettiği, eserler yarattığı için?..

Size bir şiir antolojisinden fikirleri yüzünden tutuklanan şair ve yazarlarımızın ismlerini sıralayayım alfabe sırasına göre tek tek:

A. Kadir, Ahmed Arif (öğrenimi yarım kaldı, bir eserle tüketildi), Alaattin Topçu, Arkadaş Z. Özger, Aşık İhsani, Atilla İlhan, Aydın Öztürk, (5.5 yıl), Aydın Şimşek (6 yıl), Aziz Nesin, Bahçet Aysan (Sivasta yakıldı), Can Yücel, Ceyhun Can (katledildi), Emirhan Oğuz, Enver Gökçe (7 yıl, arada da sürekli takip edildi. Köyüne geri çekildiğinde cahil halk tarafından radyo dinlerken, ajanlık yapıyor diye ihbar edildi. Ömrünün sonuna kadar takip edildi ve en son kimsesizler yurdunda öldü). Fahri Erdinç, Fakir Baykurt, Hasan Basri Alp (asıl soyadı Çağaloğlu’dur. Emniyet Müdürlüğünden ölüsü çıktı), Hasan Hüseyin, Hasan İzzettin Dinamo (öğrenimi yarım kaldı, 4 yıl hapis yattı), Hüseyin Nihal Atız (1944 Türkçülük olayından dolayı hapse girdi), Mecit Ünal (1988 idam edildi), Mehmet Çetin,    Metin Cengiz, Metin Demirtaş, Metin Güven, Muzaffer Arabul, Nahil Vahdet Çakırhan,  Nazım Hikmet (12 yıl hapis yattı. Türk şiirinin temel taşlarındandır), Necip Fazıl Kısakürek (Ömrü boyunca İnönü zamanında sürekli hapse girdi. En büyük şairlerimizdendir), Nevzat Çelik, Nihat Behram, Niyazi Akıncıoğlu, Oguz Tansel, Orhan Şaik Gökyay, Osman Şahin, Osman Numan Baranus, Özgen Seçkin (öğretmenlik mesleğine son verildi), Özkan Mert, Ruhi Su (En büyük ses sanatçımızdı, hastalanarak öldü), Şükran Kurdakul (ülkücü diye 10 yıl hapis yattı), Ümit Kaftancıoğlu, Vedat Türkali (7 yıl hapis), Yılmaz Güney (kendini savundu diye yıllarca hapis yattı, hastalandı ve kalp krizinden öldü. Beyaz perdemizin kıralıydı). Yılmaz Odabaşı... Ve isimleri sayılamayan binlerce insan... İdam edilen genç insanlarımız, sokakta öldürülen insanlarımız, işkencelerle ölenlerimizi saymakla bitiremeyiz...       

Saydığımız insanların gerçek değeri yıllar sonra tek tek açığa çıkıyor. Ve asırlar geçse unutulmayacak isimler... Tarih belki geçer, ancak zulüm unutulmaz... Bu zulüm devletten bile kaynaklansa...  

Kaç insan gerekçesiz, sorgusuz, sualsiz inafaza dizilmişse, kaç mücevher ruhlu insan haktan, hukuktan yoksun ruhen çöktürülmüş, kişisel dokunulmazlıkları ellerinden alınmışsa, onları benliğimize yazarız. Şiirlerine polis tarfından el konulan, cebinde silahla değil, şiirle yakalanan, ömrünü hapishanelerde geçiren büyük kişiliklerimizin acaba kimden hesabını soracağız? Katledilen binlerce sağ ve sol görüşlü düşünürümüzün kanı acaba yerlerde kuruyacak mı? Nasıl unutacağız o ölümsüz insanlarımızı!.. Ve çiçeği burnunda iken, bir genç kızı bile öpemeden toprağa verdiğimiz yaklaşık 300.000 gencimizi...

İnsan haklarına ters düşen ve leş kokan bir paragraftan mı sormalıyız tarihimizin ak karanfil ruhlarının hesabını? Vatan aşkı, insan sevgisi dolu, Anadolu çiçeklerimizi hangi zamanlardan geri getirebiliriz...

Acaba ne zaman devlet mekanizmasında sağı ve solu ırmaklar gibi birbirine birleştirip, evrensel denizlere taşıyacak bir lider çıkar Türkiye’mizde? 

Sağ ne zaman eşitsizliğe, fakirliğe ve ezilmeye karşı çıkacak, sol ne zaman topraklarımızım bölünmezliğini öğrenecek... Yüze bölünen bir soldan, elliye bölünen bir sağdan hangi kuvvet çıkabilir? Sol devletçililik oynar, sağ şeriatçılık oynarsa, nereye varılır, hangi limana taşınır ülkem?

Anadolu ne Çin ne de Rus Modeli dışarıdan transfer sistemlerle, ideolojilerle ne de İran şariatı modelleriyle yönetilecek bir vatandır. Anadolu imparatorluklar diyarı, uygarlıklar beşiği, eşsiz, çok kökenli ve ‘tek milletli’ bir vatandır. Onun için tarihin tozlu sayfalarına karışmış ve artık dünya tarihinde hükümlerini yitirmiş geçersiz ütopyalarla yönetilemez.

Şükran Kurdakul’un dizelerinde dile getirdiği gibi Saygon’un İstanbul’da ne işi var Allah aşkına:

Savaş kavganın son aşamasıdır
Güneylerde bir ağaç denizinde
Uzak sahil fenerleri gibi yalnız
Bir yanıp bir sönen çadırların ateşleri
Gözlerimle gördüm, kendini çizerken
Vedat arkadaşın direncinde parladı,
Bir destanın ilk dizeleri gibi.

Bu silah pazarı, bu demir ökçe
Saygon’u İstanbul’da ararken
Gözlerimle gördüm.
Kurşunu kendi ölümüne ateşledi
Vedat arkadaşı vurduğu gece.“

(Şükran Kurdakul, Nice Kaygılardan sonra)

On yıl siyasi görüşünden dolayı hapis yatan sağcı şair bir başka şiirinde ise isyanını şöyle dile getiriyor:

Ağıt değil

Gücünüz varsa sizin
Sözcüğü tutuklayın
Öğrenci, kitap, Türkçe
En güzel kavramı dilimin
Özgürlüğü tutuklayın. 

Ben ki düşünüyorum
Var olduğumdan beri
Silahlar bana dönük
Savaşlar sizin için
Gücünüz varsa artık
Usumu tutuklayın. 

Açtı kendini bir bayrak gibi işte
Ölümün üzerinde Hasan Tahsin…
Bu silah başka silah
Bu ölüm başka ölüm
Gücünüz varsa sizin
Ölümü tutuklayın.“
(Şükran Kurdakul: Nice kaygılardan sonra) 

Türk Edebiyatına yaşam öyküsüyle özgürlüğün asla tutuklanmaz olduğunu yansıtan tüm sağ ve sol görüşlü yazar, şair, bilim adamları ruhun hapsedilemeyeceğini anlatmıştır bize… Çünkü ruh yerin altında bile yol alır… Duvarları deler de geçer…

Ölümsüz şairimiz Necip Fazıl Kısakürek ise devletin kendisine çektirdiği çileyi oğluna yazdığı şiirde şu şekilde dile getirmiş:

Zindandan Mehmed’e mektup 

Zindan iki hece, Mehmed’im lafta!
Baba katiliyle baban bir safta!
Bir de geri adam, boynunda yafta…
Halimi düşünüp yanma Mehmed’im!
Kavuşmak mı?.. Belki… Daha ölmedim!

Avlu… Bir uzun yol… Tuğla döşeli,
Kırmızı tuğlalar altı köşeli.
Bu yol da tutuktur hapse düşeli…
Git ve gel… Yüz adım… Bin yıllık konak.
Ne ayak dayanır buna, ne tırnak!

Bir alem ki, gökler boru içinde!
Akıl olmazların zoru içinde.
Üstüste sorular soru içinde:
Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu?
Buradan insan mı çıkar, tabut mu?  

Bir idamlık Ali vardı, asıldı;
Kaydını düştüler, mühür basıldı.
Geçti gitti, birkaç günlük fasıldı.
Ondan kalan, boynu bükük ve sefil;
Bahçeye diktiği üç beş karanfil... 

Müdür bey dert dinler, bugün ‘maruzat’!
Çatık kaş... Hükümet dedikleri zat...
Beni Allah tutmuş, kim eder azat?
Anlamaz; yazısız, pulsuz, dilekçem...
Anlamaz; ruhuma geçti bilekçem! 

Saat beş dedi mi, bir yırtıcı zil;
Sayım var, maltada sıraya dizil!
Tek yekun içinde yazıl ve çizil!
İnsanlar zindanda birer kemmiyet;
Urbalarla kemik, mintanlarla et. (...)

Devlet yönetmenlerimiz hiç kusura bakmasınlar, Nesip Fazıl gibi büyük bir insana bu kadar zulüm çektirmeleri hiç bir kitaba sığmaz... 

Üniversiteli yıllarımda bir gün İnternet alıştırması yaparken Alman Kızıl Ordusunun Vasiyetini okumuştum. Kanları dökülen tüm insanları tek tek sıraladıktan sonra şu sözleri yazmışlardı. Biz sizin için öldük, belki yanlış bir yöntem seçtik, ancak bundan sonra gelen nesillere şunu diyebiliriz. İnsanın insana köleliğini, fakirliği, ezilmeyi, horlanmayı dünyanın neresinde olursa olsun, kabul etmeyin!... Vasiyeti okurken ağladım...

Demek ki, o insanlar da içlerinde insan aşkı taşımışlar, yanlış yöntemler kullansalar da... Hasan İzettin Dinamo’nun dizelerinde dile getirdiği gibi bu aşk karşı konulmaz bir aşktır:

ON BİRİNCİ SONET

Kendimi varisi sanırdım şiir imparatorluğunun
Belki de bu yüzden ömrüm boyunca sürgünlerde gezdim
İçimdeki altın yeleli arslanı görmeseydi kanun
Bir canavar gibi böyle gurbet gurbet sürünmezdim 

Güzel bir Türkiye hayali ve mutlu insanlar
Oturdu yazmadığım şiirlerime boydan boya
Katakomplardan kalkan düşüncelerin döktüğü kanlar
Çaldı en uysal düşünceme bir kanlı boya

Dikildi karşıma demirden yumruğuyla felek
Yol verdi birer birer geçsin diye cücelere
Sürdü beni taşından altın yapılmayan gecelere
Beni demir kazıklara bağlarken sürgünler
Ve geçip giderken kaplumbağa gibi günler
Böğürüp duruyordu danalar gibi salhanelerde gerçek.
(Hasan İzzettin Dinamo)

Evet, gerçek her yerde böğürür. Körler ülkesinde sağır olsanız bile gerçeği gizleyemezsiniz. O acı bir ot gibidir, her yerde kendini açık açık gösteririr. Türkiye’mizde bir gerçek var ki, bunu neden baştakiler göremezler, akıl almıyor bir türlü... Bir kere hiç mi düşünmezler çağlar boyu zulüm getiren iki paragrafı yeniden düzenlemeyi... Ve fikirleri yüzünden yatan insanları medeniyet çağında ‘genel bir afla’ serbest bırakmayı... İkincisi hiç mi düşünmezler, doğudaki halk için bir ‘TOPRAK DEVRİMİ’ yapmayı... Ve o haklı açlıktan, sefaletten, ağaların ellerinden kurtarmayı... Yok mu hiç bu ülkede fikir üreten insanlar devlet mekanizmasında?..

Fakirliğe, ezilmişliğe başkaldırının terör getirmesi nedendir, nedendir? Terörle mücadele bugünkü metodlara devam edilirse, daha çok kanlar akar ülkemde... Gün nasıl ki geceye akıyorsa, ölüm yaşama, yaşam da bilince, işte öyle gerçektir fakirlik benim ülkemde...

Dünyada hiç bir ülke benim ülkem kadar çok devletler kurup, yıkmamıştır... Müthiş bir tecrübe sahibi olacaklarına, dünyanın gözleri önünde devlet adamlarım kendilerini kukla yapmış Avrupa’ya özenmektedir... Kendi mirasımız sanki çok azmış gibi, ona buna fikir danışmaktalar. Avrupa Topluluğuna girme sevdasına tutulmuş hepsi, orta çağ metodlarıyla uzay çağına ayak uydurmaya ve zorla kendilerini Avrupa’lı yapmak istemektedirler. Geleceğimiz Alman olacak diyenler, bence Türk olamaz... Ne kadar Almanlaşırsak Almanlaşalım, Almanlar bizi Alman saymaz. Bir düşünebilseler bir kaç çağ sonra Avrupa’nın kendilerinin ayaklarına geleceğini, hiç kendilerini yormazlardı. Avrupa’da gas maskeleri çıksın da görün, ne oluyor?.. O zaman benim vatanım değil ki Avrupa tüm dünyaya cennet olacaktır... Esas köprüler o zaman kurulacaktır... Ülkemde ahmaklar ağır bir sanayi kurmayacak hiçbir zaman... Avrupa insanı maddeye yönelik yaşadığından yakın bir gelecekte ruhen çökecek... Şimdiden en aşağıdan en yukarıya kadar tüm halk ruhen hasta... 

Bunları yazan kalem bütün zamanlardan geçmiş, yeryüzünün bütün arka bahçelerini gecelerce dolaşmış ve bu sonuçlara varmıştır... Ve tüm şairlerimizi bir portrede birleştirip, iz bırakıp giden Sultanlarımızı, (her cefaya katlanan, en mağrur alınları eğilten, en büyük rüyaları gören, yollara karanlıklarda nur serpen kalplerimizi) şu dizelerle anıyor:

‘O bir beyaz kuştu, uzun kanatlı
Ardında ışıktan bir iz bıraktı
Yel gibi dağları aştı bir atlı
Arada bir engin deniz bıraktı. 

Uzaktan gelirken derin akisler
Kapadı geçtiğim yolları sisler
Tutuştu içimde birikmiş hisler
Gönlümü o kadar temiz bıraktı. 

O bir beyaz kuştu, ak kanatlıydı
Yel gibi dağları aşan atlıydı
Hayaldi, hayalden bile tatlıydı
Ne ışık bıraktı, ne iz bıraktı...
(Orhan Seyfi Orhon)

Bilim adamlarının tesbitine göre insanoğlu yeryüzünde geçicidir... Eğer şimdi ‘insanda bir, cihanda bir olma’yı öğrenemezsek, savaşın yerine barışı koyamazsak, fakirliğin yerine refahı, zulmün yerine özgürlüğü, cehalet yerine bilgeliği, sonumuz pek yakındır...


 

NURAY  LALE, Eğitim ve Sağlık Bilimcisi
lalenuray@yahoo.de
İstanbul -01.07.2004
http://sufizmveinsan.com

 


Üst Ana sayfa e-mail