Kimyagerler, tam 30
yıldır denizlerin dibini tarıyorlar. Hedefleri, insan sağlığında yeni
ufuklar açacak maddeleri keşfetmek...
Kimilerine göre, yeni "Eldorado"nun adı denizlerin derinlikleri...
"Büyük Mavi"nin tam anlamıyla yeni bir altın madeni olduğunu ileri
sürenlerin sayısı hiç de az değil. Alkaloitler, steroitler, peptitler
ve makrolitler gibi deniz organizmalarından elde edi-len maddelerle
kansere, sinir hastalıklarına karşı etkili ilaçlar, güçlü
antibiyotikler ve ağrı kesiciler üretileceğine inanç her geçen gün
büyüyor.
Kimyagerler ve eczacılar, bu organizma kütlelerini Pasifik
Okyanusu'nun, Karayip Denizi'nin ve Hint Okyanusu'nun derinliklerinde
tam 30 yıldır aralıksız tarıyorlar. Ne var ki, henüz mucizevi bir
avdan söz edilemez. Örneğin, Yeni Kaledonya açıklarında bulunan
atollerdeki mercanlarda saptanan 600 türden, ancak 350 "etken
molekül"ün izolasyonu mümkün olabilmiş... Üstelik, sadece 12 tanesi
sentezlenmiş.
Daha da
umut kırıcı olan, aralarından yalnız 2'sinin laboratuvar testlerine
uygun bulunması. Dünya ölçeğinde de durum pek farklı değil. Şimdiye
kadar izole edilen deniz maddesi sayısı 5.000 civarında. Bunlardan
200'ü için resmi olarak belge alınmış. Ancak günümüzde, tedavi ve
kozmetik alanında ticarileşmiş deniz ürünü sayısı sadece üç... İlki,
Karayipler'deki bir deniz süngerinden elde edilen "Aracytin"... Bu
ilaç ilerlemiş lö-semi tedavisinde kullanılıyor.
İkincisi, bir başka deniz süngerinden, "Vidarabin"den elde edilen ve
piyasada Vira-MP adıyla satılan ilaç... Cinsel organlarda görülen
"herpes" vakalarında kullanılıyor. Üçüncüsü ise, Amerikan Estee Lauder
firması tarafından piyasaya sürülen ve bir deniz canlısı olan
"Pseudopterogorgia elisabethae"den elde edilen "Resilience Lift" adlı
kırışıklık giderici krem...
Sınırlı
sonuçlara karşın, bilim adamları umutlarını koruyorlar. Aslında, doğal
maddelere eğilim son yıllarda etkinlik kazanan bir durum. 90'lı
yıllardan itibaren, ilaç sanayiinde, bu yönde ciddi bir yaklaşım söz
konusu. Bugün piyasadaki ilaçların yüzde 70'inin kökeni doğal
maddelerden oluşuyor. Eğer, günümüzde kimyagerler denizin
derinliklerine dalıyorlarsa, bunun ciddi bir nedeni var: Çünkü,
okyanuslar yeryüzünün yüzde 71'ini kaplıyor.
Öte
yandan, günümüzde karalarda yaşayan bitki türü sayısının 270 bin,
böcek ve mikroorganizma türünün de 5-10 milyon olduğu tahmin ediliyor.
Deniz derinliklerinde ise, bu sayılar onlarca milyona çıkıyor. İşte bu
bağlamda, derinlikler hâlâ keşfedilmemiş birer hazine...
Üstelik
tür farklılığı ne kadar çok olursa, biyolojik madde bileşimi de o
kadar zenginlik taşıyor. Denizlerin derinliklerindeki şu iki özellik,
araştırmacıların umutlarını artırıyor: Çok sayıda deniz türünün
sabitliği ve organizmalar arasındaki interaktivite çeşitliliği...
Süngerler, deniz ejderleri, mercanlar, denizısırganları bir yere
yapışıklar ve kabukları yok, yani kabuksuz canlılar. Kendilerini
korumak için, evrim boyunca çok çeşitli toksinleri sentezlemek zorunda
kalmışlar.
Nitekim,
bu gerçek laboratuvar çalışmalarında açık biçimde ortaya çıkıyor.
Kültür halindeki kanserli hücreler üzerinde yapılan "in vitro"
testlerde, deniz kökenli moleküllerin kara bitkilerinden elde edilen
moleküllerden en az yüz kat güçlü oldukları gözlenmiş.
Araştırmacıların hayal gücünü canlı tutan da, işte bu kimyasal silah
cephaneliği...
Ne var
ki, bu zehir deposuna ulaşmak sanıldığı kadar kolay değil.
Okyanusların yüzlerce metre derinliklerinde yatan mikroorganizmaların
toplanması, hem zaman hem para hem de biraz şans gerektiriyor.
Deniz
dibi eczacılığında bir başka temel sorun da, bu alandaki sınıflandırma
biliminin çok gelişmemiş olması. Bugüne kadar denizlerde saptanan
220.000 hayvan ve bitki türünün sadece yüzde 1'i kategorileştirilmiş.
Üstelik, günümüzde sınıflandırma üstünde çalışan bilim adamlarının
sayısı hızla azalıyor. Sınıflandırma olmayınca, onların özelliklerini
incelemek ve testler uygulamak da olanaksızlaşıyor.
Kimyagerlerin en büyük sorunu ise, temizleme işlemi sırasında, test
edilen organizma örneklerinin biyolojik etkinliklerini korumak...
Gerçekten de, toplanan organizmalar önce dövülüp eziliyor ve toz
haline getiriliyor. Ardından, incelenecek maddeye göre değişen
eriticiler kullanılarak farklı birleşim örnekleri alınıyor. Bu
örnekler, daha sonra kanserli ve sağlıklı hücrelerle, virüslerle,
bakterilerle ve mantarlarla bir araya getiriliyor.
Bir
etkinlik gözlendiği zaman, o etkinliği oluşturan moleküller izole
ediliyor. Son olarak, etkinlikten gerçekten sorumlu olup olmadığını
bir kez daha kanıtlamak için, her molekül ile testler yenileniyor.
Çünkü etkinliğin nedenleri farklı olabiliyor. Örneğin, bazen neden
tamamen teknik bir özellik taşıyor. Kimya, ısı ve ışık işlemleri,
doğal maddeleri çürütebiliyor. Çürümenin kökeni biyolojik de
olabiliyor. Örneğin, birçok süngerde etkinliğin nedeni süngerin
kendisi değil, onunla birlikte yaşayan bakteriler.
Kısacası, bir ya da birkaç etken molekülün saptanması, çoğu zaman
gerçekten çok güç oluyor. Ayrıca, sorun bununla da sınırlı değil.
Kimyagerlerin belirlediği etken moleküllerin bir bölümü, "çok fazla
etken" olduğu gerekçesiyle eczacılar tarafından reddediliyor. Yani,
bunların tedavide kullanılması, çok daha tehlikeli yan etkilere yol
açabiliyor. Bunun en tipik örneği, 1980 yılında Fransız bilim
adamlarının izole ettik-leri ve "jirollin" adını verdikleri alkaloit
idi.
Yeni Kaledonya açıklarında yetişen "Cymbastella cantharella" adlı bir
süngerden elde edilen bu maddenin, lösemiye karşı etkili olduğu
saptanmıştı. Ancak fare deneyleri, aynı molekülün, denetlenemeyen bir
yüksek tansiyona yol açtığı saptandı ve 1991 yılında projeden hemen
vazgeçildi.
Öte
yandan, bir molekülün etken ve toksik olmadığının saptanması yeterli
değil. Klinik deneyler için, bu molekülden büyük miktarlarda
toplanması gerekiyor. Bu da sanıldığından çok daha zor. Sözgelimi,
klinik deneyler için gerekli olan 18 gramlık "bryrosatin" molekülü
için, Karayip Denizi'nde koloniler halinde yaşayan ve bilimsel adı
"Bugula neritina" olan mikrohayvandan tam 13 ton toplanmış.
Bu
mikroorganizmaları kültür yoluyla bol miktarda üretmek mümkün değil
mi? Pek değil, çünkü bu mikroorganizmaların büyük çoğunluğu omurgasız.
Birlikte yaşadıkları asalaklar olmadığı takdirde, "mucizevi bileşimi"
tek başlarına ne yazık ki sentezleyemiyorlar. Kısacası, kültür
biçiminde bol miktarda üretmenin garantisi yok. Geriye bir tek
sentezleme yöntemi kalıyor.
Ancak,
deniz moleküllerinin karmaşık kimyasal yapısı nedeniyle, işlem hem çok
nazik hem de çok pahalı... Yine de umut verici çalışmalar sürüyor.
Arizona Üniversitesi'nden George R. Pettit, Mauritius Adası civarında
yaşayan küçük bir yumuşakça olan deniztavşanından "dolastatin" adı
verilen molekülü sentezlemeyi başardı. Hayvanın ağırlığının yüzde
0,00003'ü ağırlığında olan bu "peptit"in, klinik deneylerde prostat
kanserine ve bazı akciğer kanserlerine karşı etkili olduğu saptandı.
Uzmanlar, üç nedenle, önümüzdeki günlerde deniz mad-delerine olan
ilginin artacağını belirtiyorlar. Birinci neden, araştırmalar sonucu
deniz derinliklerinde yaşayan türler konusunda her geçen gün daha çok
bilgi sahibi olmamız. İkincisi, bu maddelerin, protein, nükleik
asitler, değişmiş (kanserli) hücreler gibi yeni tedavi hedeflerinde
kullanılması.
Ve son
olarak, 10 yıl öncesine oranla, hem bu maddeleri toplama konusunda hem
de bunları laboratuvarda deneme alanında çok da-ha ileri teknolojilere
sahip olmamız.
Focus Dergisi 'nden alıntıdır.
İstanbul - 11.03.2003
http://gulizk.com
|