64 - "Allâh'ın iki nimeti
vardır. Biri nimet-i îcât, diğeri nimet-i imdâddır. Yok olan bütün kâinâtı
Allâh'ın yoktan var etmesi, yaratması ve hayat vermesi nimet-i icâttır.
Her şeyin yaşayabilmesi, yürümesi, her hareketi yapması, Allâh'ın imdâdı
ile mümkün olur."
Allâh icâd ediyor, nefes alıyoruz.
İmdât ediyor, nefesi veriyoruz. İcâd etmezse yoksun, imdât etmezse yine
yoksun. Var olan Allâh'dır. O'ndan gayri her şey yoktur(Her şey yok
olucudur. Bâkî olan Allâh'dır" âyeti buna delildir.) Yani mahlûkatın
esâsı yoklukdur. Onun varlığı imdât iledir. Şu halde her zaman Allâh'a
muhtâcız. Her an, Celâl ve Cemâlinden "emân" diye imdât
isteyeceğiz ve hâlimize şükredeceğiz. Allâh'ın kullarına imdâdı
pek çoktur: Kur'an okumak, namaz kılmak, oruç tutmak, vaaza gitmek,
yalvarmak gibi.
Hadis de: "Ey kullarım!
Allâh'ı seviniz. Allâh'ın size verdiği nimetleri düşünerek, Allâh'ı
seviniz. Sevilmeye lâyık olan ancak Allâh'dır." buyurulur.
Allâh'ın nimetlerine şükretmemek
gaflettir. Bize azâp bu gafletten gelir. Allâh'ın nimetlerine şükredeceğine,
gaflette kalmak küfürdür.
65 - "Şu halde ihtiyâcın
zâtidir. (Evvelden, yaratılışından, âciz oluşundan) O hâlde ey sâlik!..
Senin ihtiyacının zâtî oluşu, seninle kâimdir (yani sendendir.) İşte
Allâh, senin hiçliğini sana anlatmak için birçok sebepler yaratıyor.
Sağlık, hastalık ve açlık gibi sebepler, senin âciz olduğunu anlatır.
Ârifler âcizliğin doğuştan olduğunu bildiği için, Allâh'a her zaman
yalvarırlar."
Hasta iken âcizliğini bilip
de, sağ iken bilmeyen ve "ben, ben" diyen kimse kâfirdir. Zâtî
olan ihtiyacı, yâni âcizliği, sonradan gelen ve ârizî olan îcâtları
kaldıramaz. Yâni Allâh'ın sana gıda, mal, mülk vermekle senin ona
muhtaçlığın kalkmaz. Vermediği zaman, Zât'ından olan muhtaç oluşun
ortaya çıkar. Şu halde, hangi nimete gark olursan ol, Allâh'a muhtaç
olduğunu unutmaman gerekir. unutma ki, sen yoksun, muhtaçsın, âcizsin.
Şu halde ne malına ne de ibâdetine, kısaca hiçbir şeyine güvenme.
Ancak Allâh'a güven. Nimet gelince şükret; belâ gelince de sabret.
Bekle, Allâh'dan ümit kesme ki, gerçek mü'minlerden olasın.
66 - "Vaktinin en hayırlısı,
kuvet ve kudretinin yok olduğunu ve muhtaç olduğunu bilip, anladığın
vakittir."
En fenâ vakit ise, Allâh'ı
unutup "ben, ben'im" dediğin vakittir. Bu benlikten çıkarmak,
âciz ve muhtaç olduğunu bildirmek için Allâh sana açlık, belâ gibi
sebepler hâlkediyor.
67 - "Ey sâlik! Halktan
çekilir ve uzak durursan bil ki Allâh kendisi ile senin ünsiyetini murad
ediyor, demektir."
Yâni çok sevdiğin bir
kimseden bir aksilik görürsen, ondan buz gibi soğursun. Evlâdını
seversin, fakat o seni kırar, karını seversin aksilik yapar. Kısaca her
sevdiğinden, seni ondan soğutacak sebepler yaratır. Böylece onlardan soğursun.
İnsanlarla ünsiyet peydâ ediyor ve hep onları seviyorsan, bu hâl çok
fenâdır ve Allâh'dan uzaklıktır. Şu halde anlamak lâzım geliyor ki
âsâra hiç ehemmiyet vermiyeceksin. Ancak o âsan (eserleri) meydana
getiren, Hakk'ı görüp, Hak ile ünsiyet peydâ edeceksin.
68 - "Allâh hem mû'tî,
hem mânîdir." (Hüvel mu'tî, hüvel mânî).
Yâni Allâh hem verici, hem de
mânî olucudur. Binâenaleyh, Allâh verdiği zaman, onu sevdiğin gibi,
vermediği zaman da sevmen ve kızmaman lâzım gelir. Allâh'ı her iki sıfatla
bilip, sevmek lâzımdır.
69 - "Ârif kendisinin
varlığına bakmaz, fakirliğini bilir. O, kimse ile karar kılmaz. Ancak
Allâh ile karar kılar."
70 - "Hak'tan başkasını
görmemek ve her şeyin Allâh'a muhtaç olduğunu bilmeklik fakr'dır."
Evliyâullâh fakri kendilerine
âdet edinmişlerdir. Bunlar Hak'tan başka ganî görmemiş ve her zaman
Allâh'a muhtaç olduğunu ihtiyâr edinmişlerdir. Mürîdlerin ihtiyaçlarının
birbiri üstüne gelmesi onların bayramıdır.
Müridler, yedi şeyi yapmadıkça
"İlâhî, ente maksûdî ve rızâke matlûbî" sırrına
eremezler.
1 - Fakirliği zenginliğe
tercih etmek,
2 - Açlığı tokluğa tercih etmek,
3 - Gönül alçaklığını gurûra tercih etmek,
4 - Zilleti izzete tercih etmek,
5 - Tevâzuyu azamete tercih etmek,
6 - Hüznü ferâha tercih etmek.
7 - Ölümü hayata tercih etmekdir.
71
- "Ey kulum! Başından aşağı türlü türlü belâlar
iniyor, bunların acısını sana hafif gösteren, senin bilgindir. Mâdem
ki bunları Allâh veriyor, öyle ise senin üzülmemen gerekir."
Çünkü başına gelen belâlar
Allâh'dan geliyor. Evvelce sayamıyacağın derecede lütûflarda bulunan o
idi. Bu gün belâlar verip de ağlatan yine O'dur. Binâenaleyh üzülmemen
lâzımdır. Sabredip, neticeyi beklemek gerekir. Muhakkak ki, bu olay senin
iyiliğinedir, bunu biz bilemeyiz. Bu belânın Allâh'dan geldiğini
bilmekliğin, sabretmekliğin, belâyı sana hafif gösterir.
Âyet: "Çok hoşlandığınız
şeylerden başka, hoşlanmadığınız şeyler de vardır. İşte bunlarda
da bir iyilik vardır."( "Sizin hayır gördüğünüz şeylerin
ardında şer'; şer gördüğünüz şeylerin ardında da hayır takılıdır.
Takdîr'i Allâh'a bırakın")
Dekkâk Hazretleri (200
tarihinin büyük velisi) uyuza tutulmuş, üzülüyormuş. Hamama gitmiş
ve içinden bir mâna gelmiş: "Bu uyuz kimden geldi? Allâh'dan."
Öyle ise bu benim dostumdandır" deyip, hem kaşınmış, hem de
öpmüş. Hamamdan çıkınca, uyuzun geçtiğini görmüş.
Dekkâk Hazretleri der ki:
"- Hastalıklar ve belâlar tevhidi korur." Yâni, belâlar
tevhidin muhafazasına memurdur.
Yine Dekkâk Hazretleri der ki:
"Kudret ve kader makasları etini paramparça etse, senin yine şükredip
o işin ardında Allâh'ı görmen ve O'ndan olduğunu bilmen lâzımdır."
Ebu Hureyre (R.A.) naklediyor:
"Biz Resûlullâh'dan işittik, O; mü'mine bir gam, keder ve musibet
gelmesi, onun günâhlarının temizlenmesi der."
Yine Hz. Ayşe (R.anhâ)
Validemizden naklen bir hadisde: "- Bir mü'mine bir diken batınca,
duyduğu ezâya mukâbil Allâh sevâp yazar." şeklinde geçer.
Bir başka Hadis-i Şerifde de:
"- Allâh bir kuluna hayır murâd edince, ona musîbet verir."
buyurulmuştur.
Tâbi'înden biri, bir arkadaşıyla
Basra'yı gezerken bir mağaraya gelmişler. Burada yaralarından cerâhât
akan bir adam görüyorlar. Bunlardan biri hasta adama: "Seni burada
kimse görmüyor, Basra'ya git ki hekimlere görünüp iyileşirsin"
diyor. Bu sözü işiten hasta adam da: "Yâ Rabbî! Hangi günâh işledim
ki, bu adamları buraya gönderdin, tövbeler olsun" diyor.
72 - "Evet, Hak âşığı
dövsen çekinmez ve üzülmez. Sevsen sevinmez. O, hep Allâh'ı
ister."
Sana taât gelince şaşırmayıp
kendinden de bilmeyip, Allâh'dan olduğunu görmelisin. "Benden şu
amel zuhûr etti" diye ucûp etmemelisin. Günâh işleyince de, istiğfâr
etmelisin. Nimet gelince şükr, belâ gelince sabredersin. Böylece Allâh'a
vuslat yolunu bulmuş olursun.
En çok korkulacak şey nefs-i
emmâre'nin arzûlannın galebe çalmasıdır. O zaman taati kendinden
bilirsin. Belâ gelince, zâhir sebebe kızarsın ve onu görürsün. Nimet
gelince şükretmezsin. Belâ gelince de sabretmezsin. Binâenaleyh
korkulacak şey belâ değil, nefistir. Onu terbiye etmek lâzımdır. Nefis
öldürülmez, bineğindir. Ancak terbiye ve tezkiye edilmesi gerekir.
Âyet: "- Peygamberi,
kendileri gibi bir beşer gördüler de küfrettiler ve bizi insanlığa dâvet
eden bu mudur? deyip, onun zâhirine baktılar. Dâhiline bakmadılar da küfrettiler.".
73 - "Bir şey için duâ
ettin, fakat isteğin geç kaldı. Sen muradının gecikmesinden dolayı duâm
kabul edilmedi deme. Dersen terbiyesizlik ve edepsizlikte bulunmuş
olursun."
Allâh duâyı kabûl eder.
Fakat dilediği zaman kabul eder. Sen Allâh'a suî zân etme, hüsnü zân
üzere ol. Ubûdiyette şart, tam bir teslimiyettir.
Kulun makâmı niyâzdır,
efendinin kapısında yalvarmaktır. Ben istedim de Allâh vermedi deme.
Kulsan efendinin sana verdiğine râzı ol. Yoksa, terbiyesizlik etmiş
olursun.
74 - "Başkası ile, Allâh'a
kulluk yapmıyor, ibâdet etmiyor diye alay etme ve ona karışma. Edersen
gururlanmış olursun. Halbuki Allâh'a yükselme makâmı yokluk ve tevâzu
makâmıdır."
75 - "Lütuf ve kahır
cihetinden râzı isen Abdullâh'sın. Eğer kahrına râzı değilsen,
Abdullâh değilsin."
İsteyicisin, fakat asıl
mesele Allâh'ın verdiğine (istediğine) râzı olmaktır. İşte bu
kulluktur (Abdullâh olmaktır). Kısacası, ibâdet ve taatı bir şey
istemek için değil, Allâh istediği için yapmalısın. İlâhi emri
yerine getirmek olduğuna inanmalısın.
Allâh (C.C.): "Benim kahrıma
ve lütfuma râzı olmayan, başka Allâh bulsun" buyuruyor.
Ayet: "Ben, insan ve
cinleri, bana kulluk etsinler diye yarattım." Bu emir kul olduğumuzu,
ibâdet ve zikri Allâh için yapmamız gerektiğini bildiriyor.
Sana yol açılabilmesi için,
varlık dağının kaldırılması lâzımdır. İnsanın benliği kendi
hakikatine perde olur.Kelime-i tevhid, insana nefsinin yokluğunu kendine
bildirir ve sen de ortadan kalkarsın.
76 - "Herhangi bir
kimsede Cenâb-ı Hakk'ın inâyeti tecellî etmiş ve kendisinden bazı hâller
zuhûr ediyorsa, böyle kimseler bile nefsinin tesirinden kurtulamamıştır."
Böyle kimselerin bazıları
kendinden geçmiş, varlığını Hakk'a teslim etmiş ve kendindeki inâyet-i
ilâhî ile Hakk'a vâsıl olmuştur.
Fakat bazılannda da yolunun ve
yürüyüşünün iyi olduğunu teşvik için bazı kerâmetler zuhûr eder.
Bunlar Allâh'dandır. Fakat bu kerâmetlere aldanmamak lâzımdır. Aldanıp
sevinirse, orada kalır. Çünkü gâye kerâmet değil, Allâh rızası ve
istikamet üzere olmakdır.
Âyet: "Ey Habibim,
emrolunduğun gibi istikamette yürü."
77 - "Vârid, âhirette
kâimdir. Vird, dünyaya aittir. Vird, Hakk'ın senden talep ettiği şeydir.
Vârid ise, Hak'tan sana gelen inşirâh ve huzûrdur."
Vird, (gerek kalben, gerek lâfzen
okunan zikir, kılınan namaz gibi), her gün tekrarlanan amel-i sâlihdir.
Vird'in kıymetini câhiller bilmezler.
Vârid, Allâh tarafından sana
gelen inşirâh ve huzûrdur. Fakat vâridin asıl alış yeri ahirettir. Şu
halde sâlih amellerin asıl toplanış yeri âhirettir. Burada da olur,
fakat çoğu âhirettedir.
Vird, insanın ömrü sona
erince biter. Fakat vird'in kıymetini takdir edip, sağ olduğun müddetçe
yapman gerekir. Hz. Peygamber son nefesinde: "Es-salâh, es-selâh =
(namaz, namaz)" diye buyurmuşlardır. Binâenaleyh bazı gâfiller
gibi vird'i hor görme.
Hz. Âişe (Allâh ondan
razı olsun) validemize; "Hz. Peygamber nasıldır?" diye
sordular. O da: "Bütün amellerini bir ân geri bırakmazdı"
buyurdular.
<Devam
Edecek>
Derleyen
: İbrahim
Beğen
Pamuk Yayıncılık
http://sufizmveinsan.com
25.12.2001
|