İçimden
bir şey koptu.
Bir şey
Bu ânı
beklemiyordum
Olan
oldu
Ok
yaydan çıktı hedefini buldu ya da bulmadı
Öykü
böyle başladı
Ruhumu
ve ruhunu acılar içinde makaslayıp rüzgâra savurdun söyleyecek
bir sözüm olmadı yüreğimi yakan şeyi
bir anda harlandırdın beni orta yere saldın çekilip
karşımda durdun elini böğrüne koydun kimi zaman boşluğa
saldın parmaklarını çıtlattın
bir şeyi başlatır gibi tiz bir ıslık çaldın yaşamın
gereklerinden biriymişçesine
göz kapaklarını kırptın işte o zaman seni ayrımsadım
ben seni yakından gördüğüm ve tanıdığım o zaman gözlerimin
derinliğinin duruluğunda yittim sana da yakalandım sen umarsız
görünüyordun üstüne üstlük göz kapaklarını sıkı
yumarken benden kendini kaçırdığını ve bana yakalanmaktan
korktuğunu sezdim kendini teslim etmeyişinin sırrını
yakaladım yıllarını verdiklerin bile seni anlayabilmiş ve
tanıyabilmiş çözebilmiş değillerdi kendini kendinden bile
kıskandığında sen gene o sendin o güleç o şen ve şakrak
insandın bir yanın başka yanını kaçırıyordu bunları
bilemezdim bilemezdim sevgi dolu yüreğini hep kaçırdığını
başkalarından gizlediğin bakışını zorla yakaladığımda
anladım ve artık o andan sonra kendini benden kaçıramadın
uzak durmayı yeğledin umarsız bakıp durdun kimsenin kimseyi
görmediği gün ışığının insanların üzerine vurmadığı
alacakaranlıkta bana baktığında seni olanca ayrıntılarıyla
görüyordum o derinlik etkiliyordu o zaman da sen gözlerini kaçırmadın
ve hep gözlerinin içi gülüyordu güvenliydin kendinden
emindin sözcüksüz konuşuyorduk en iyi anlaşabildiğimiz andı
bu neden konuşmadığımı sordun oysa ben konuşmayı
sevmiyorum benim harcım yoğun yaşamak ve düşünmek
ve gözlemlemek ben
böyle iken sen güneş ışığında ne sorumluluk üstlendin
ne de benimle ilgilendin diyemiyorum sorularım hep kendimeydi
neden böyle yaptın birden karamsarlığa kapıldım umudum tükendi
neye uğradığımı şaşırdım bir tek dayanağım sendin sen
de ilgisizdin o anda ne söyleyeceğimi bilemedim makas senin
elindeydi ve sen umutlarımızı kâğıtlar gibi kırpıyordun
rüzgâra veriyordun sen yerinde dururken de savruluyordun
savruluyordum boşlukta çizilmiş kavislerin hiçbiri bir iz bırakmadı
mart ayının yağmurlu çamurlarına bulandı ayaklarım bastığım
topraklar kabarmıştı bileklerime
kadar batıp duruyordum lastik ayakkabılarıma çamur
yapışıyordu çamurla yuyuyordum toprak temizdi henüz
kirletilmemişti kendimi çamurdan kurtaramıyordum ayakkabım
ayağımdan çıkıyordu ve ben ağlamaklı oluyordum
yirmisindeki bir delikanlı ağlamamalıydı bu ona yakışmıyordu
duygusallık yaşanınca ne delikanlılık bırakıyor ne de soğukkanlılık
bunu bana yapmamalıydın diyemedim ne olduğunu bilmediğinden
değil ne olduğunu bildiğinden ne yaptığın belliydi aslında
bunu bekliyordum içinde artan yalnızlığı aşamayacağını
düşündün beni uzak bir ülkeye götürüp bırakmayı yalnız
dönmeyi yeğledin bense bir ayağım mart yağmurlarıyla
kabarmış çamurlu topraklarına bir ayağım kentin beton
bulvarlarına takılıyor ben hangisiyim hangisi ben değilim ayırt
edemiyorum keskin bira kokularının burnumun kemiklerini sızlattığı
ayyaş donuk ve buğulu bakışıyla ban takıldığında ruhum
sarsıldı biri omzuyla bile isteye vurduğu ve sendelettiği
yerde de bana uzaktan bakıp bakıp gülüyordun biri
yakama yapışıyor beni sarsıyor biri ayaklarıma bir çelme
takıyor sendeletiyor biri uzaktan uzağa nanik yapıyor biri
elini gözlerimin içine batırırcasına dileniyor biri cüzdanımı
araklıyor çaktırmadığını sanıyor biri güneşi dilip saçıp
savuruyor sen bu olmamalısın biliyorum bir kentin alaborasına
yakalanmışım gidiyorum diğer ayağım beni çekip duruyor
karların henüz çekildiği bir anda iki günlük bir çekilmedir
bu kardelenler boyvermiş ama iki günlükken de soluyorlar mart
karları yağmur ve güneş görünce iki günde eriyor doğa ve
insan bir rehavet yaşıyor güneş tatlı tatlı ısıtıyor
ben üç günlük yanmayla bronzlaşıyor ve esmerleşiyorum
beni görsen tanımayacaksın çünkü bir hafta önceki ben değilim
yanık bir türkü yankılanıyor dalga dalga kulaklarıma hüzünle
geliyor istemsiz katılıyorum radyonun cızırtılı sesi boşluğa
yayılıyor kulağıma hoş gelen sese sesimi yükselterek katılıyorum
arılar vınlıyor yanımdan yöremden geçiyor bacaklarında
sarı çiçek tozları iğnelerinin uçlarını çiçeklerin özüne
sokuyorlar kentin avareleri sokaktan âniden çıkıyor derin
soluyorlar göğüsleri kalkıp iniyor çarptıkları kimseleri
deviriyorlar savuruyorlar sonra gözden yitiyorlar elinde
sigarasıyla umarsız yürüyen bir genç bayana çarpınca
sigarası elinden düşüyor şaşkın peşinden bakıyor
o da ağlamaklı oluyor her şey bir anda gelişiyor arılar
çiçeklere durmaksızın konuyor çiçek özü topluyorlar kürtün
karlar ayaklarımın altından kırılıyor çamura bulanıyor
sinekler karlara konuyor güneş karlara vurunca parlak bir
saydam oluşuyor kar gözlerimi alıyor kar kümeleri giderek küçülüyor
uzaktan ezan sesi duyuluyor doğada ses yankılanıyor hüzünlü
bir okuyuş içime işliyor insanın terk ettiği bu topraklara
domuzlar musallat olmuş soğan köklü bitkileri kazmışlar
yumuşak toprakların altını üstüne getirmişler fareler
toprağın altında cirit atmışlar kuşları doğadan çekilmiş
sincapları görülmüyor köpekler domuzlardan korkuyor sürüyle
köyü basıyorlar fareler kenti sarıyor köyün gübrelikleri
yok olmuş saksağanlar sığırcıklar ve serçeler buhar olup
gitmişler köyümü hayvanlar da terk etmiş yıllar öncesine
ait kuş yuvaları dalların arasında bir viraneyi andırıyor
kenti veba köyü ölümcül bir sessizlik yakalıyor yalnızlığa
terk edilmiş köyümün topraklarını ayrık otları sarmış
toprak özlemi ve kent savurganlığı arasında gelip gidiyorum
sen uzakta durup gözlerimin içine bakıyorsun veya öyle görünüyorsun
sanki hiç suçun yokmuş gibi bakıp duruyorsun kentin azman
kodamanları üzerimizden çekiliyor benzimiz sararıyor kentin
karları da kirli yağıyor bitkilerin kökü kesiliyor bir
sarhoş kusmuğunu savuruyor yığınlar ilgisiz çekip gidiyor
ne seni ne beni umursuyorlar
uzak bir ülkeye gidecektik orada kalacaktık adamızı kuracaktık beni bıraktın dönüp bir daha bakmadın
bakamadım el sallayamadım sitemde bulunamadım vaktim olsa da
yapamayacaktım çok geçti benim için böyle söylendiğime
bakma beni bağışla sitemim kendime senin bir kusurun yok ki
kent büyüdükçe büyüyor bir doyumsuz ejderhaya dönüşüyor
önüne gelirse yutuyor adımlarım beni sürüklüyor kentte ve
kendimde yitiyorum sen yoksun kent yok.
İnsanlar
bir siluet her şey bir buğuya bürünüyor kent de köy de doğa
da bulvarlar da sensiz olmuyor ellerimi boşluğa savursam beni
yoracak en küçük bir eylemde bulunamıyorum yapamıyorum sana
ait olmayan bir şeyi taşıyamam sana ait olanlara baktıkça
seni anımsıyorum gördükçe üzülüyorum dayanamıyorum
onları ortadan kaldırarak senden uzaklaşmayı düşünüyordum
böyle yaparak seni unutmuş olacaktım kendi kendime oynadığım
bir oyundu bu tutmadı unutmayacağımı
bile bile yüreğimi yakıyordum biliyorum beni bağışlamayacaksın
bağışlasan bile içinden bir şey kopacak ve sen unutmayacaksın
bu yaptıklarım bir ihanet değil bir açmaz yol anılarım ve
ben önüme döküldüğünde göz yaşlarımı tutamadım ipin
ucu bir kaçmaya görsün ondan sonra toparlanılamıyor her şeye
karşın anılarım ve geleceğim elimdeydi nasılsa onları
tekrar büyütebilirdim bundan böyle onların büyümesine ve
gelişmesine fırsat verebilecek miyim sayıklamalarım sadece
kendime değil her ah ve enin yeri göğü yırtıyor eminim
sana da ulaşıyor gök
boşluğuna asılmış orada duruyorlar görüyor olmasın senin
dağın benim dağım deyip duruyorum.
Uzun
yolun yolcusuyum. Sabrım ve tahammülüm bana yetiyor da
sen dayanabilecek misin? Çile yaşamımızın bir yumağını
çözmekle geçiyor zamanım.
O
keskin makası eline nasıl aldın, nasıl kıyabildin anılarımıza
anlayabilmiş değilim. Ruhuma ve
ruhuna nasıl kıydın dediğimde yutkundum. Anılarımız
geleceğimizdir onları kayda geçirişimin nedeni de budur.
Elinin titrediğini, ağlamaklı olduğunu, dudaklarının büzüldüğünü,
göz yaşı akıttığını görür gibiyim. O anda söylenecek
çok söz vardı. Köprüleri yıkmayışımı, hep ardıma bakışımı
düşündüğünü biliyorum. Sürekli ufka bakıyorum, orada
bir gelecek duruyor, bir derinlik bir yalnızlık. Geriye dönüp
baksam ne olacak? Geçmiş bir karanlık var, bir düş bir
kesit, yaşamın ayrıntıları. Geriye savurduklarım geçip
gidiyor, hepsi geride kalıyor. Geleceğin yolcusuyum, senin de
öyle olmanı istiyorum.
Ruhumu
ve ruhunu kuş tüyü gibi savurduğunda inanamadım, hâlâ
inanamıyorum.
O
gün beni yanında görmek istediğinde, gelmediğimde ,
gelemediğimde burulduğunu duyumsadım. Sesinin tonu bana çok
şey anlatıyordu. Dudakların titriyor olmalıydı. Uzakta da
olsam anlıyordum. Her sözcüğün ve sesinin titreyişinden
nasıl olduğunu tahmin ediyorum. Ayrıca bir şey söylemene
gerek yoktu. Yalnızlığında doğayı benimle hayalen yaşadığında
ve beni yanında görmeyi düşlediğinde de yoktum. Ben olmayınca
beni ne yapacaktın ki?
Şimdi
geriye ne kaldı ki?
Umutla
beklenen bir gün düşü.
Sen:
Ya hep ya hiç diyorsun. Yanımda sen olmadıktan sonra olamadıktan
sonra saçlarımı ben ne yapayım dediğinde yüreğimi yalnızlık
ateşi sardı. Ya hep ya hiç!Ellerimin
titrediğini üzerimden bir ölüm soğukluğunun geçtiğini
bilmelisin. Yalnızlık ve tedirginlik ölüm soğukluğu yaşatıyor.
Her şey bir anda başlıyor bir anda bitmiyor. Yitik kentin
aynasından geçmiyoruz, bir bellek bizi yazıyor.
Bu
dünyada ne sen ne ben varmışız. Bir varmışız, bir yokmuşuz.
Hepsi o kadar.
Ali
Haydar Haksal
İstanbul
- 11.04.2001
http://afyuksel.com
Yedi
İklim Dergisi
Nisan
2001
|