“Sen de
dedem gibi ölecek misin, anneanne?"
sözleri
hasta odasında yoğun sessizlik yaşanmasına neden olmuştu. Geçirdiği
ameliyatlardan sonra pek toparlayamamış yaşlı bayan hastamızı ilkokula
yeni başlamış torunu ve kızı ziyarete gelmişti.
Küçük
çocukları hasta ziyaretine kabul etmememiz başlangıçta sorun yaratmış,
kısa süreli ziyaret için izin koparmışlardı.
Hasta
odasında ana kız konuşup dertleşirken torun araya girip sormuştu o can
sıkıcı soruyu. Kafamı eğip elimdeki dosya ile ilgileniyormuş gibi
yaptım.
Hastamız
torununu yatağın kenarına oturttu. Ellerini tutarak
“Şimdi
değil, iyileşip eve döneceğim, merak etme. Hemen ölmeyeceğim. Ama er
veya geç
hepimiz öleceğiz" dedi.
Torun
yanıttan pek tatmin olmuş gibi değildi.
- Ama bu
haksızlık, anneanne. Ölünce onları bir daha göremiyoruz.
Dedemi çok
özledim ben.
- Merak
etme, insanlar ölünce görünmez olular ama hepten yok olmazlar.
Torun bir
süre ananesinin boynundaki kolye ile oynayarak düşündü.
Sonra
"Peki
insanlar ne oluyor, ölünce" diye sordu.
Anneanne
önce bana sonra kızına baktı. Torununun saçını okşayarak;
- Bir
şekilde aramızda oluyorlar, ölenler. Kimi bir renk, kimi tat veya koku
kimi de dokunuş olup geri geliyorlar. Mesela rahmetli annemin yaptığı
puf böreðini hiç unutmadım. Nerede o kokuyu veya tadı bulsam annemin
orada yanımda olduğunu bilirim. Dedeni ise saçlarımdaki dokunuş ile
hatırlarım.Nerede bir rüzgar saçlarımı okşasa dedenin yanımda olduğunu
düşünür,
sevinirim.
- Peki sen
ölünce ne olup geleceksin, anneanne?
- Onu sen
bileceksin. Beni nasıl hatırlamak istersen o şekilde geleceğim yanına.
Ziyaret
kısa sürmüştü. Onlar odadan çıktıktan sonra hastamız torununu çok
özlemiş olduğunu belirterek ziyarete engel olmadığımız için teşekkür
etti.
- Bu küçük
torunumu büyüğünden daha çok seviyorum, doktor bey.
-
Torunlarınız arasında ayırımyapmamanız gerekmez mi?
-
Haklısınız ama böyle olmasında biraz kızımın da kabahati var.
İlk
çocuğunu çabuk büyütmeye çabaladı. Kendince başardı da. Ama hepimizden
uzak
soğuk, ağır biri oldu çıktı, büyük torunum. Şimdi hepimiz
yakınıyoruz ama iş işten geçti.
- Neden
böyle oldu?
- Ne yazık
ki, kızım da diğerleri gibi zamane annelerinden oldu.
Çocuğunu
en iyi şartlarda, en iyi okullarda en iyi eğitim ile yetiştireceğim
diye tutturdu. Çocuğun almadığı ders kalmadı neredeyse. Bale, piyano,
tenis, yüzme dersleri yetmedi kolejlerde okuttu. Onunla birlikte ders
çalışıp sınavlara birlikte girdi sanki. Şimdi adı sanı duyulmuş
kolejlerden birinde okuyor. Ama hepimizden uzaklaştı. Derslerinden
başka oyun
bilmeyen
soğuk ağır biri oldu.
Bir süre
sustu, soluklandı. Elimi tutup yatağında doğruldu.
Yastıklarını düzelttim.
- Zamane
anneleri böyle oluyor, işte. Çocuk yetiştirmeyi yemek yapmak
sanıyorlar. Parayı bastırıp en donanımlı mutfakta en iyi malzemeleri
kullanırsa yemeğin mükemmel olacağını hayal ediyor, ortaya çıkan
yemeğe bakıp neden lezzetli olmadığını soruyor,
kabahati
mutfakta veya malzemede arıyorlar. Kendilerine hiç kabahat
bulmuyorlar.
Halbuki
elinin emeği, sabrı, özeni olmadıkça lezzeti yakalayamazsın. Hele bir
sarma sarsınlar da göreyim ben onları. Bu kez de "o kadar emek verdim,
kimseye yedirtmem" diye tutturur bunlar. Sanki analarından böyle
gördüler.
Hayat
kolaylaşıp hızlandıkça her şeyin aynı kolaylıkla yapılacağını sanıyor
bu zamane anneleri. Çocuklarını da çabuk büyütmeye uğraşıyorlar.
Onları
hızlı yaşlandırdıklarının farkında bile değiller.
- Yani?
- Çocuk
bu, yetiştiği ortamdaki insanlara anne babasına benzeyecek elbet.
Çocuk
onlara benzemeye başladıkça anneler kendi beğenmediği yönlerini
çocuklarında görüp kızıyor, nerede hata yaptıklarını bulmaya
çabalıyorlar.
İkinci
çocukta ise o ilk heves kalmıyor da öyle kurtarıyor onlar kendilerini.
Boğazı
kurumuştu. Bir yudum su içip eskiden ailelerin ilk çocuklarının ağabey
ve abla ağırlığı ile yetiştirildiğini ilk çocukların aileyi iyi
yansıtma görevi olduğu için daha değerli
olduğunu
ama artık devrin değiştiğini ailelerin kendilerini değil de
hayallerini çocuklarına yüklediğini ilk çocuktan sonra gelenlerin ise
daha özgür olgunlaşıp aileye daha çok benzediğini anlattı.
Birkaç gün
sonra hastamızın baş ucunda suluboya bir resim vardı.
Mavi
gökyüzünde sapsarı güneş ve bir de uçurtma uçuran kız çocuğu vardı,
resimde.
Hastamız
resim ile ilgilendiğimi görünce okumakta olduğu gazetesinden kafasını
kaldırıp;
- Torunum
benim için yapmış bu resmi, doktor bey.
Resimdeki
kız kendisiymiş.
Karar
vermiş, ben ölünce resimdeki gökyüzünün mavisi olacakmışım,
onun için.
Gökyüzüne her baktığında benim yanında olduğumu bilecekmiş,
böylelikle. Bu sımsıcak güneş ise dedesiymiş.
Gözleri
dolmuştu. Birkaç damla yaş süzüldü gözlerinden.
"Torunumun
gözünde gökyüzünün mavisi olacakmışım, dedesi de
hepimizi
ısıtan güneş. Daha ne olsun?" dedi.
Öğle
arasında bahçeye çıktım. Yağan yağmurun ardından masmavi gökyüzünde
açan güneş, sıcaklığını iyice hissettiriyor, ağaçlar sonbahara
hazırlanıyordu.
Dr. Mehmet Uhri
İstanbul -10.10.2006
http://sufizmveinsan.com
|