Konuk Yazar

     Kimi gazetelerde veya dergilerde, zaman zaman yazı başlığını taşıyan misyonla düşüncelerini kaleme alanları görürüm. İçim burkulur. Neden esas kadroda olmadıklarını düşünürüm. İlk etapta, “kadro yetersizliği” derim.

     Ne ki, yazının yayımlandığı sayfada bir miktar boşluk vardır, o nedenle doldurulmak istenmiştir düşüncesi daha ağır basar. Gerçeği de böyledir.

     Tasavvurlarını gazetelere ve dergilere gönderen çok sayıda insan tanıyorum. Çoğu sıradan insanlar. Ama bunlar arasında epeyce popüler isimler de var.  

     Genel yayın müdürünün tozlu raflarında bekler durur makaleleri.

     Ta ki bir boşluk oluncaya kadar öylece kalır. Eğer uzun süre kalmışsa çöpe atılmaya mahkûm olur.

     Benim basında yazmam, aylık yayımlanan “Yeni Dünya” dergisinde, bahsettiğim tuhaflıkla, ‘Konuk Yazarlıkla’ başladı. Ama uzun yıllar bu dergide yazma imkânım oldu.

     “Muhittin Arabî’yi sevmek” isimli makalem o kadar tuttu, heyecan uyandırdı ki hemen herkes bu konuk yazarı (bendenizi) merak etmeye başladı. Muhtemelen kalıcıydım. Bütün dikkatler üzerimde toplanmıştı. İster istemez başkaları da beklendi. Çünkü bu yazıda kavga, didişme bir yana, İbn-i Arabî’yi ve vahdeti vücut felsefesini” tanıtmış, Arabî’nin bir başka veli tarafından eleştirilen “ilim maluma tabidir” sözüne derin bir anlam-açıklık getirmiştim.

     Mehmet Şevket Eygi ve Etyen Mahçupyanın da olduğu kadroda geçici değil, asli yazar olarak görevlendirildim. İlk etapta yazılarım, derginin son sayfalarında yer alırken, yavaş yavaş ortaya, daha sonra ilk sayfalarına taşındı. Ta ki Mevlana Hazretlerini Mevlana yapan Şemsi Tebrizi’nin hayatını kaleme alana kadar.

     İşte orda iş bitti. Bazı kimselerin kötü niyetli isnatları, gayri meşru ithamları bir duygu ortamı yarattı. Diyaloglarımız koptu.

     Makale içinde bahsi geçen olaylar nedeniyle maalesef ön yargılı okurlardan şikâyetler geldi. Bu cahilce hamleden vazgeçmeleri gerekirken, yazım; “hiç ciddiye alınmayacak türden ve çok ahlaksızca“ bulunup eleştirildi. Sonuçta, dergiden uzaklaştırıldım.

     Anlayacağınız, kapı önüne kondum.

     Bir olayda isyan etmek fıtratıma uygun değildir. Ön plânda olan bitenden ziyade, perde arkasını hissetmeyi yeğlerim. Düşündüğüm “artık orda yazmam istenmiyor” şeklindeydi.

     Tasavvufa gönül vermek o kadar kolay değildi. Yaşam-hal ehli olmak gerekiyordu.

     Beni asıl üzen; Zatiyyun olan bir veliye “partal şeyhe” karşı yapılan girişimdi.

Daha sonra bu nakıs halden de kurtuldum. Büyük hayranlık duyduğum “Asi Ruhlu Şeyh” Allah’ın güvencesindeydi. Ona kimse bir şey yapamazdı.

Varmak istediğim yer şurası:

     Gelişmeyi, tekâmülü sadece fizik anlamda kabul etmek, “sahip olma” amacıyla örtüşen bir zihin ve iradenin mahsulü olarak göze batar.

Toplumsal meselelerde böyle bir değerlendirmeyi yapmak, hayatı, evliyayı, dini hiç anlamamak manasına gelir.

     Bir yerde, nefis alışkanlığını da devam ettirmesi bakımından önem taşır. Dolayısıyla insanın kendini değiştirecek bilgiler yerine, anlamsız, hantallaşmış önyargılarla hayatına devam etmesi ve bu bilincin kendisinde oturması, belki bazı değerleri kazandırıyor görünümü verebilir, ama kesinlikle Allah’tan perdeli olunmasına vesile olur.

     Unutulmaması gereken bir şey var; dünya hayatı içinde yol alırken, insanların amellerine ve niyetlerine göre hakikat bize kendini açıyor “veçhini” gösteriyor.

     Zira “Hidayet” denilen şey kolayca gerçekleşmiyor. Doğuştan sahip olunanların üstüne (taş üstüne taş koyma misali) yapılan ilavelerle sağlanıyor. İnsan bu hususları değerlendirmeli ve bunlara gerçeklik kazandırmayı bilmelidir.

     O halde, bireyin ahirete intikal etmeden, kesintiye uğramaksızın bir heykeltıraş gibi kendini biçimlendirmesi, kat kat emek vererek bahsi geçen hususları gerçekleştirmesi gerekir.

Bu tür yaklaşımlar ise önce herkese saygılı olmakla başlar.

Please select a language

 
 

 

 
| More
İstanbul - 01.04.2010
sufizmveinsan@gmail.com
sufafy@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com