Londra'dan Haberler...


İnsanlar arasında eşitsizliklerin olmadığını söylemek mümkün değil, ama İngiltere bunu bir nebze de olsa başarmış durumda. Bendeniz, Siyah - Beyaz'ın en iyi kaynaştığı, uyum sağladığı ülke olan İngiltere’nin başkenti Londra’dan geliyorum. Bu rüya gibi ülkede her fırsatta buna örnek olan olaylara tanık olabilir, düşüncelere dalıp gidebilirsiniz.  

Kurallar bütünlüğünün, sanatsal etkinliklerin doruk noktasına ulaşıldığı bir yeri zihninizde canlandırın. Londra’nın neden bir ‘kültür başkenti’ olduğunu bulun.

Müthiş sergileri, çağdaş sanat anlayışlarını, müzeleri bünyesinde toplamış, insanların birbirine saygısının zirveye vardığı şehir burası.

Gündelik yaşamdan bir örnek vermek isterim. Bir ana arterde otobüslerin, bisikletlilerin, otoların şeridi ayrı ayrı. Araları da bordür taşları ile bölünmemiş. Diyelim ki trafik akşamüstü oldukça kalabalık, otomobiller hayli uzun bir kuyruk oluşturmuş. Buna rağmen hiçbir sürücü, bomboş olan BUS yoluna geçip ileriye gitmeye gayret etmiyor. Sabırla yolun açılmasını bekliyor.  Buraya defalarca geldiğim için ben buna alışığım; ama Türkiye’den Londra’ya ilk kez gelen bir arkadaşım, gördüğü bu manzara karşısında hayretler içinde kalıp şunları söylemekten kendini alamadı: ‘Yemin ederim, bin yıl geçse de bu uygulamayı biz gerçekleştiremeyiz.’ Bu arada, pek sevdiğim bir arkadaşın esprisi aklıma geldi. Yeri gelmişken paylaşalım. Şöyle derdi: “adamlar atomları sıraya diziyor, bizimkiler de halen insanları sıraya (kuyruk = yemek sırası vb…) dizemiyor.”

Duymuşsunuzdur, artık elektrik ileten teller kalkıyor.

Atomları tek sıra dizip elektrik-elektron iletimini sağlamayı düşünüyorlarmış...

Bunun adına Nano teknoloji deniyor.

Belki şaşıracaksınız, ama Müslümanların İslam’ı en rahat koşullarda yaşadıkları yerlerden biri İngiltere’dir, desem hiç yalan olmaz.

Bir kere, kılık kıyafetle uğraşan yok. Derin dekolteyle gezinenler çoğunlukta. Ama hemen onun yanı başında peçeli ya da türbanlı bir İslam kadınının yürüdüğünü görebiliyorsunuz.

Otobüs durağında çarşafıyla oturan bir İslam hanımefendisi ile konuşuyorum. İranlı olduğunu söylüyor (İngilizce çat-pat anlaşıyoruz). Bir şekilde buraya gelmişler, eşi ile birlikte yaşıyorlar. Bir hayli memnunlar, mutlular.

Garip ama benzer şeyleri ülkemiz adına söylemek olası değil. Nerede olursa olsun, yaşam aynen devam ediyor; ancak ne hikmetse, Türkiye bu konuda önlenemez girdaplarla boğuşuyor.

Londra’daki yaşamımız rutin bir şekilde devam ederken, ülkemizden, malî piyasalarda mayıs ayının ikinci yarısından itibaren başlayan finansal çözülmenin, yeni rakamları ve tartışmaları da ekonomi gündemimize soktuğu haberleri geldi. Piyasalarda görülen bu dalgalanmalar neden kaynaklanıyor bilemiyorum. Anlaşılan, işler pek de iyi gitmiyor.

Ve 2006 Dünya Kupası başladı. İngiltere’nin Paraguay maçını Londra’ da seyrettim. İlk maçlarını zorlukla kazandılar. Bu ülkede futbolculara verilen para, gerçekte değerlerinin çok üstünde. Herhalde, onlar da bunun farkında.

Biz bu kupaya katılamadık. Neyse, hiç olmazsa sahalarımızda top koşturmuş yabancı oyuncuların haberlerine bakıp avunuyoruz artık! Ankara spor kulübünün file bekçileri ve diğerleri, en üst seviyedeki bu müsabakalarda boy gösterdiler, bir hayli de başarılı oldular. Özellikle, Başkent ekibinin Sırbistan Karadağlı kalecisi Jevric ve onun yedeği, uzun yıllardır Türkiye’ de olan Ganalı Kingston’un sergilediği performans hiç de fena değildi.

Dünya kupası maçları sırasında futbolcuların en yakışıklı ve en çirkin olanları seçilip bütün dünyaya duyuruldu. Henüz iki yaşındayken geçirdiği şansız bir trafik kazasının yüzünde bıraktığı yara izleri Ribery’yi en çirkin futbolcu konumuna soktu...

Çok yağmur yağan bu ülkeye hemen hemen tüm sebzeler dışardan ithal ediliyor. Bunu düşündükçe Allah’ın bize ne kadar büyük nimetler bahşettiğini bir kez daha hatırlamaktan ve şükretmekten başka yapacak bir şeyin olmadığına inanıyorum.

Londra ‘da görüştüğüm genç dostlarıma, maddi âlemin getirdiği imkânların/kolaylıkların yanı sıra şu ‘inanç’ konusuna da bundan böyle daha ciddi şekilde eğilmeleri gerektiğini belirttim. Çünkü insan gittiği yerde artık ne sevdiği kimselere telefon açabilecek, ne de dostlarını görebilecekti. Bu hassas nokta çok önemliydi.

Sadece “ben Allah’a inanıyorum” demekle bu işin olamayacağı, en azından hani şu ‘öbür dünya’ dedikleri yere iyice hazırlanmanın akıllıca olacağı ortadaydı. Onlara dünya malı burada bırakılacağı için maddi konularda kimseyle sürtüşmeye, dargınlıklara girilmemesi gerektiğini, -Kur-an’daki ifadeyle- ‘İnsanların kendi elleriyle yaptıklarının kendilerine azap vereceğini’ delil göstererek anlattım.

Diğer yandan, cami cemaatleriyle, Müslüman kardeşlerimizle koyu sohbet ortamı bulduk.

Kendilerine “Allah nerdedir?” şeklinde bir soru yönelttiğimde, hepsi birden işaret parmaklarıyla yukarıyı gösterdiler. Bu, doğrusu pek hoştu. Belli ki tanrıyı çok seviyorlardı. İçten, meraklı olanlara içinde yaşadığımız evreni ve kendimizi anlatmaya çalışırken tek ve temel ilke olarak görebildiğim şey, tanrının varlığı idi. Nereye gitsem onun peşinde koşan, onu baş tacı eden insanlarla karşılaşıyordum.

Biraz tasavvufi bilgisi olanlara ise İNSAN olmanın kolay kolay gerçekleşemeyeceğini, bilginin çok önemli olduğunu, ama asıl olanın yaşam anlamına geldiğini, bu nedenle ne yapılırsa yapılsın ne şekilde hakaretlere maruz kalınırsa kalınsın, asla tepki verilmemesi gerektiğini, isyan edenin çok güçlü bir misyona sahip olsa da kayıpta olacağını, gerçeğe asla adım atamayacağını, olumsuz gibi görünen şeylerin aslında insanları olgunluğa götürecek bir adım/yol/vesile olabileceğini, başka türlü kemale erişmenin mümkün olamayacağını, bütün Evliyaullah’ın bu şekilde bir aşamadan geçtiğini, hayatlarının meşakkatlerle dolu olduğunu beyan ettim.

Hepsi, başlarını sallayarak beni tasdik ettiler. Ancak, onlar sohbet sırasında kendilerine en ilginç gelen şeyin ‘Hz. İbrahim hakkındaki orijinal fikirler’ olduğunu itiraf ettiler.

Hz. Muhammed’in genetiğinin Hz. İbrahim’e dayanmaması, ‘onu daha da ileriye taşıyor’ şeklindeki yorumum çok beğenildi ve mantıklı bulundu.

Burada bir şeyi daha fark ettim. İnsan görüştüğü, konuştuğu kimseleri özlüyor, onlarla kavuşma heyecanını yaşıyor; ama yaşamında koptuğu kimseleri, former dostlarını hiç hatırlamıyor, aklına bile getirmiyor.

Herhalde, beyin bunu bilinçli olarak programlıyor.

Sevgi ile kalın. Allah’a emanet olun.

İstanbul - 22.06.2006
sufizmveinsan@gmail.com

afyuksel@hotmail.com
sufafy@hotmail.com

http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail