“MARMARA
YİNE SALLANDI!”
“5.8’LİK
AFET!”
“ARTÇI DA
VURDU!”
“ON KİŞİ
ÖLDÜ; BEŞ YÜZ’E YAKIN YARALI!”
“YEDİ İLDE
ÖĞRETİME ARA VERİLDİ...”
14
Eylül 1999 tarihli gazetelerin manşetlerinden birkaçı böyleydi...
17
Ağustos’ ta Marmara Bölgesinde meydana gelen ve Anadolu Yarımadası
ile Ege Denizinde son iki yüz yıldır yaşanmış en geniş hasar
alanı yaratan felaketin yaraları henüz sarılmadan ikinci bir sarsıntı
ile uyarıldı Türkiye...
Uzmanlar,
ilkinden bu yana, 2610 kez yer hareketi olduğunu belirtiyor... Çoğu
hissedilmedi; ama 5.8 büyüklüğündeki, üstelik artçı
nitelikteki bir depremin beklenenin üstünde kayba ve hasara yol açması
düşündürücüydü. Bazı yorumlara göre, insanların kapıldığı
rehavetin sonucuydu, tedbir alma ve kurtarma çalışmalarındaki
aksama da onu gösteriyordu...
Günlük
tempoyu, alışkanlıkları, yerleşik düzeni alt üst eden,
beklentileri askıya alan bu tedirgin edici yepyeni yaşam biçimi,
her şeyi yeni baştan düşünme, sorgulama gereğini getirdi önümüze,
tabii bilinçlenmeyi de...
Doğanın
kendi diliyle anlatmak istediklerine kulak vermeye zorladı
hepimizi...
Biz
de, öncelikle bu olguyu tanıyarak çeşitli yönlerden değerlendirmek
gereğini hissettik...
Ve
bilimsel verileri taramakla yola çıkalım istedik,
Evet,
soğuk, ürpertici bir kelime Deprem... Akla hemen yıkımı, binlerce
can ve mal kaybını getiriyor. Öte yandan da, Dünyadaki altı
milyar insan, hayvanlar ve bitkiler de o sayede canlılığını devam
ettiriyor. Nasıl mı?
4,5
milyar yıldır soğumaya devam eden Dünyamızın dış kabuğu, sıcak
magma tabakasının (diğer adıyla mantosunun) üzerinde yüzmektedir.
Zaman zaman basıncın etkisiyle yerkabuğu gerilerek kırılarak parçalara
ayrılır. İşte “levha” adı verilen bu parçaların devinimiyle
yaşam için gereken karbon gibi gazların uygun oranlarda tutulması
gerçekleşir. Biriken gazlar, başka levhaların altına dalan kabuk
parçalarıyla yeniden Dünyanın sıcak mantosunun altına dolar.
Okyanus diplerinde yeni oluşan kabuklarla birlikte ihtiyacımız olan
gazlar ortaya çıkar ki, bu da hayat için en önemli koşul olan ılıman
iklimi sağlar.
Böylece
Dünya, Mars gibi buzlarla kaplı olmaktan ya da Venüs gibi bir
Cehennem haline gelmekten kurtulur .
Kıta
ve okyanusları taşıyan levhalar, yılda birkaç santimetrelik hızla
sürüklenir, ısı farkı sebebiyle birbirlerini durmadan itip çekerler...
Böylece,
levha sınırlarında, gittikçe artan gerilmeler meydana gelir.
Birbirlerine yaklaştıkları bazı yerlerde, okyanus tabanları kıtaların
altına dalar. (Kıta kabukları okyanuslarınkinden daha hafif bir
malzemeden oluştuğu için mantonun içine giremez.) Sonunda, fay
hatları diye adlandırılan daha zayıf bölgelerde, kırılma ve yırtılmalar
olur. Biz onu “deprem” olarak algılarız.
Bu
verilere dayanılarak, 540 milyon yılda yeryüzü coğrafyasının
tek parça süper bir kıta görünümünden günümüze gelene kadar,
dokuz kez değiştiği ileri sürülmektedir; beş milyar yıl
daha ömrü varsa, bir o kadar daha değişebileceği söylenebilir
Uzun
zamanda toplanan şekil değiştirme enerjisi, yırtılma sonucunda
yerkabuğunun taşıyabileceği seviyeye ani boşalma ile inince, gevşeme
meydana getirir. Gevşeme, yani sarsıntılarının meydana gelme aralığı
açıldıkça, kabukta biriken enerji artarak daha sonraki yer
hareketinin şiddetini artırır.
Yırtılmanın
fay yüzeyinde ne kadarlık bir alan üzerinde gerçekleştiği,
hareketin büyüklüğünü belirler. Kaymanın oluşturduğu saha büyüdükçe,
etki alanı genişler.
Odak
derinliği de meydana gelebilecek hasarı gösteren önemli bir büyüklüktür.
Örneğin, 60 km. den az olunca sığ, 60-300 km. arası orta,
300’km.’den fazla ise, derin depremler söz konusudur. Yıkıma
yol açanlar, genellikle sığ olanlardır.
Derin
depremlerin, yüzeydeki etkisi az olurken, yaygınlık artar. Sığ
olarak nitelenenler ise, odağa en yakın yüzeyi büyük ölçüde
etkiler. Uzaklaştıkça azalan bu etki, daha az yaygın bir çevrede
hissedilir. Ülkemizdeki depremlerin odak derinliği genellikle 10-30
km. arasındadır.
Ayrıca,
ortaya çıkan hasar, yapıların dayanım düzeyi ile çok yakından
ilgili olduğundan aynı sarsıntı sağlam yapıların olduğu bölgede
daha az, dayanıksız yapıların bulunduğu yörede ise daha şiddetli
görülebilir.
Depremlerin
yeryüzündeki dağılımına bakıldığında , özellikle bugün
aktif olan levha sınırları boyunca sıralandığı görülür.
Pasifik Okyanusunu çevreleyen, özellikle de Japonya üzerinde etkili
olan Pasifik kuşağı ile Cebeli-Tarık’tan Endonezya
Adalarına kadar uzanan ve Türkiye ile yakın komşularımızı da içine
alan hat, en büyük iki kuşak kabul edilmektedir...
Kızıldeniz
boyunca bugün de devam eden deniz tabanı yayılması,
Arabistan
levhasını Afrika levhasından ayırmış, kuzeye ilerlemesini sağlamıştı.
Böylece Arabistan levhası, Avrasya levhasının altına girip güneydoğu
sınırımıza paralel geçen bir hat boyunca Anadolu’yu sıkıştırmaya
başladı. Kuzey ve Doğu Anadolu Fayı gibi belli başlı yerkabuğu
kırıklarını oluşturan ya da var olanları aktif hale getiren sıkışma,
milyonlarca yıldan beri devam ediyor ve Kuzey Anadolu Fayının güney
bölümünün giderek batıya kaydığı görülüyor.
İşte,
17 Ağustos İzmit depremi, Marmara’nın batısından Erzincan’a
uzanan, toplam uzunluğu 1000.’km.yi bulan bu fayın Adapazarı-Yalova
arasında kalan 120 km.’ lik kısmının yırtılmasıyla meydana
gelmiştir. Yırtılma boyunca Orta Anadolu’nun o bölümü,
kuzeydeki kısmına göre 2,5 metre batıya ilerlemiştir.
Bilim
adamları bu olaydan sonra, Marmara Denizi içinde yeni, genç bir
hat tespit ettiklerini, hattın İstanbul’da büyük bir zelzeleye
yol açacak nitelikte olduğunu belirtiyor ve üç ay ile otuz yıl
gibi bir süre veriyorlar. Ancak, İstanbul’daki faylar her iki
taraftan yüklenmiş halde olduğundan, otuz yılı bulmayacağını
da ekliyorlar.
Özellikle,
Türkiye, Çin, ABD, Japonya, Rusya gibi ülkelerde önceden tahmin
yapabilmek hayati önem taşıyor. Çünkü, Pasifik çevresi, Akdeniz
gibi levha etkileşimlerinin yoğun olduğu bölgelerde Tokyo, Şanghay,
İstanbul, Los Angeles, San Francisco gibi büyük kentler yer alıyor.
Levhaların
sınırlarındaki ilerleyişe bakarak yer tesbiti yapılabilse bile,
tarih konusunda kesin bilgiye ulaşmak şimdilik çok zor. Ama,
Amerikalılar, erken uyarı yeteneğinin giderek geliştiğini,
yeterli yatırımın yapılması koşuluyla ileride bunun hava raporu
gibi rutin bir uygulama haline geleceğini bildiriyorlar.
Deprem,
milyonlarca yıldır içi içe yaşadığımız bir doğa olayı, Yağmur,
Gök gürültüsü gibi... Ama, böylesi yıkıma yol açan bir
felakete dönüşmesinin bizlere bağlı olan iç ve dış sebepleri
var: Görünür olanların
arasında, doğayı tanımama, eldeki bilgiyi hayata geçirememe, kötü
yapılaşma, çağın gerisinde kalan kısa vadeli tedbirler,
organizasyon eksikliği, atıl hale gelmiş yasalar, denetlemedeki
aksamalar ve daha yüzlercesi sayılabilir...
Ayrıca,
evrendeki sistemde hiçbir oluşun diğerinden bağımsız gerçekleşmediğini,
insanın bu noktadaki rolünü, beyinler arası iletişimin, üretimin
fonksiyonlarını hissetmeyi başardığımızda, iç sebepleri de
anlamaya , çözümlemeye başlayabiliriz.
Her
sarsıntıdan sonra ilme, akla ve sağduyuya ne denli gereksinimiz
olduğunu bir kez daha hatırlamak gereğini duyuyoruz... Bunları göz
ardı ettiğimizde ise, olabilecekler somut şekilde önümüze
geliyor.
Ders
alabilirsek!..
Ahmet
F.Yüksel
(Yazar)
Güliz
OK
(Okutman)
KAYNAKÇA:
CELEP, Zekai ve KUMBASAR, Nahit;
Yapı Dinamiği ve Deprem Mühendisliğine Giriş.
İTÜ yay.
ÖNAY, Yılmaz;
“İstanbul Uyarısı”, (Prof. Dr. Celal Şengör
‘le Röportaj)
Milliyet Gazetesi, 18.9.1999.
GÜRDİLEK, Raşit ;
“7.4 ” , Bilim Ve Teknik Dergisi, Eylül
1999, Tübitak Yay.
“Depremleri Önceden Haber Vermek Olası mı?”,
Bilim ve Teknik Dergisi, Eylül !999, Tübitak
yay.
DİRİCAN, Murat;
Yerkabuğunun Hareketli Doğası, Bilim ve
Teknik Dergisi,
Eylül 1999, Tübitak Yay.
Türkiye Deprem Vakfı; Deprem; Popüler
Bilim Dergisi, Eylül 1999.
|