izler
var oluşumuzu borçlu olduğumuz güneşin, radyasyon kuşağının içinde
günlük yaşantımızı sürdürürken, gelecek bir zamanda yine aynı
cehennemin gölgesinde bulunacağımızı,nasıl olsa zamanı var
deyip hayalimizdeki kuruntularla kendimizi avutup bunu aklımıza dahi
getirmeyiz. Ama dini veriler ve bilimin ışığında şartlanmalı
algılamalarımızı bir
an olsun bir kenara bırakıp tefekkür etmeye çalıştığımızda,çok
uzun zaman aralığı imiş gibi görünenin, zamanın boyutsallığı
içinde nasıl eriyip kısaldığını idrak edebilirdik.
Bilindiği
üzere, bugün bilim, geldiği son noktada, evrenin aslının Enerji
ve algılanan maddenin ise bu enerjinin başka bir görünümü olduğunu
söylemektedir. Bu anlayış da maddenin ve buna dayalı tüm
Materyalist düşüncenin sonu demektir. Buradan da basit bir mantık
yürütürsek,din adı altındaki sistemin Ruh olarak tabir ettiği şeyin
,Materyalist bilimin iddia ettiği gibi,beynin kimyasal işlevlerine
verilen isim olmayıp beynin ürettiği bir tür enerji (mikrodalga)
beden olduğu görüşüne ulaşabiliriz.
Bu
enerji de iki türlü ifade edilir. Birincisi, mikrodalga boyut
olan,foton ya da Elektromanyetik (E-M) alanlar boyutu, ikincisi de
ışık hızı ötesinde soyut uzayda,Takyon dediğimiz ya da dini
terminolojide Nur olarak ifade edilen enerjidir ki (mikrodalga
boyuttaki ismi Nar olarak geçmektedir) bu enerji, bildiğimiz
tür enerjiden çok, salt düşünce,bilinç dediğimiz şeydir.
Ve Takyonların bize göre sonsuz hızda olmaları evrenin her yerinde
Hazır ve Nazır biçiminde var olarak her şeyi kapsaması anlamına
gelir. E-M dalgalara nispetle daha latif dalgasal formda olan bu boyut
açısından baktığımız zaman da her şeyin salt bilinçten ibaret
olduğunu,Bilincin dışında ikinci bir yapının olmadığını ve
madde olarak ifade edilenin de bu Tekil ve Tümel olan Kozmik Bilincin
önce mikrodalga boyutuna frenlenip oradan da sırasıyla yoğunlaşarak
Madde görünümüne büründüğünü algılardık. Bunu göz önünde
bulundurduğumuzda Ruh olarak ifade ettiğimiz şeyin gerçek yapısının
bu bilinç olduğu gerçeğine varabiliriz (hem birimsel hem de
evrensel mânâda).Aynı zaman da Holografik özelliğe sahip olan bu
Bilinç, büründüğü her boyutta yine aynı özellikle açığa çıkar.
Bu da varlığın, kozmik bir düşün, hayalin var kabul
ettiklerinden başka bir şey olmadığını gösterir. Tıpkı eski
mistiklerin “ Rüya kendini düşlemektedir” dediği gibi.
Dini
kaynaklarda ise, cehennem şöyle ifade edilmektedir: Hadislerde,
“Kıyamet günü Güneş halka yaklaştırılırda,nihayet
insanlarla yakınlığı bir mil kadar olur. Güneş onları adeta
eritecek ve amellerinin miktarına göre ter içinde kalacaklardır.
Onlardan kimi topuklarına kadar,kimi diz kapaklarına kadar ,kimi
beline kadar,kimi de gemlenene kadar tere batacaktır.”
“İnsanlar
haşır olunduklarında, kırk yıl gözleri semaya dikili olarak
bekler. Kendilerine kimse tek bir kelime söylemez. Bu esnada Güneş
başlarının ucunda kendilerini yakar. İyi-kötü ter boğazlarına
çıkasıya bu halde beklerler.”
“O
gün cehennem getirilecek .Onun yetmiş bin bağı olacak ve her bağ
ile beraber cehennemi çeken yetmiş bin melek olacak” Ayetlerde
ise; “O gün cehennem getirilmiştir.” “Sizden hiç biriniz
istisna edilmeksizin (hepiniz) cehenneme uğrayacaktır. sonra
korunanları oradan kurtaracağız. Nefsine zulmedenleri ise diz üstü
orada bırakacağız.” “cehennem Rabbine şikayette bulunarak
“ya Rabbi kısımlarım birbirini yedi” dedi!” (Termonükleer
reaksiyon).
Açık açık cehennemin güneş olduğunu belirten bu ifadeler, günümüz
biliminin tesbit ettiği gerçeklerle aynı paralelliktedir. Bu ise kısaca
şöyledir;
Uzayda
galaksilerin içinde,nebula olarak adlandırılan,soğuk ve karanlık
toz bulutları vardır. Bunlar Yıldızların hammaddeleridir. Bu gaz
ve toz bulutları, galaksi etrafındaki şok dalgalarının etkisiyle
büyük bulut ve küreler halinde yoğunlaşarak,sıkışıp ısınırlar.
Çünkü bu gaz küresi kendini oluşturan gazların korkunç ağırlığına
karşı koyamaz. Böylece yıldız taslağı büzülmeyi,merkezdeki
basınç ve sıcaklıkta artmayı sürdürür (basınçla sıcaklık
doğru orantılıdır).Sonunda yıldız taslağının merkezindeki sıcaklık
on milyon dereceye ulaşınca hidrojen yanması başlar. Bu sıcaklıkta
Hidrojen atomlarının çekirdekleri öylesine büyük hızlarla
hareket ederler ki çarpıştıkları zaman birbirleriyle kaynaşıp
bu süreç sonucunda hidrojeni helyuma dönüştürürler. Kaynaşan
her dört hidrojen çekirdeğine karşılık bir helyum çekirdeği
ortaya çıkar. Ama daha önemlisi sonuçta açığa çıkan helyum çekirdeğinin
ağırlığı, başlangıçtaki dört hidrojen çekirdeğinin ağırlığından
daha azdır. Burada kaybolan madde ,Einsten’ın ünlü E=mc2 formulü
uyarınca saf enerjiye dönüşür. Hidrojen yanmasından ortaya çıkan
bu korkunç enerji,sonunda yıldız taslağının kendi ağırlığını
taşımasını sağlayacak ortamı hazırlar (bu enerjinin yüzeye çıkması
bir milyon yıl alır; dolayısıyla merkezde enerji üretimi dursa da
bir milyon yıllık enerji depo edilmiştir). Artık büzülme durmuş
ve bir yıldız doğmuştur (güneşin merkezinde
her saniyede altı yüz milyon ton hidrojen helyuma dönüşür
ve bu milyarlarca yıl sürer).
Yıldızın
merkezindeki tüm hidrojen bittiğinde ise hidrojen yanması durur. Dışarıya
doğru akan enerji olmayınca da yıldız kendi çekim etkisine
dayanamaz ve kendi ağırlığını taşıyamayan helyumca zengin çekirdek
çökmeye başlar. Bu çökmenin etkisiyle gittikçe sıkışan çekirdekteki
sıcaklık çok yüksek değerlere ulaşır. (Her ne kadar merkezde
hidrojen tükenmiş olsa da çekirdekle yüzeyi arasında hâlâ bol
miktarda hidrojen yakıtı vardır). Sonunda sıcaklık o denli artar
ki ,çekirdeğin çevresindeki bir
katmanda hidrojen yanmaya başlar. Kabuk hidrojenin yanmasının başlamasıyla
yıldız yeni bir enerji kaynağı ve bol miktarda da yakıt bulmuştur.
Ve böylece yıldız yavaş yavaş genişlemeye başlar. Yanan bir
hidrojen tabakası ile kapalı çekirdek çökmeyi sürdürdükçe de
yıldızın dış katmanları dışarıya doğru itilir. Yüz milyon
dereceye ulaşan merkez sıcaklığı buradaki helyum çekirdeğini başlangıçtaki
durum gibi öyle yüksek hızlarla hareket etmesine ve şiddetli çarpışmalarına
neden olur ki bu çekirdekler kaynaşarak karbon ve oksijen çekirdeklerini
oluştururlar. (Yani
helyum yakıt karbon ve oksijen artık olurlar).
Helyum
yanmasının başlaması dışarıya doğru yeni bir enerji akımı
yaratır. Ve tekrar çökmeyi durdurur. Şimdi yıldızın
derinliklerinde iki termonükleer vardır. Yani merkezde helyum ve çevredeki
bir katmanda hidrojen yanmaları. Bu çift kaynaklı termonükleer
tepkime sonucunda, yıldızın boyutları öyle dev büyüklüklere
ulaşır ki hacmi bir milyar kat büyür. Yıldızın dış katmanları
dışarıya doğru itildikçe de bu katmanları oluşturan atomlar
birbirlerinden gittikçe uzaklaşırlar. Buna bağlı olarak
yıldızın dış katmanlarındaki yoğunluk
ve basınç azalır. Bu durumdaki güneşin yüzey sıcaklığı
altı bin derece ocaktaki kömürler ya da demircinin örsü üzerindeki
kızgın demir gibi kırmızımsı bir ışıkla parıldayarak Kırmızı
dev ismiyle adlandırılır. Bu büyüme evresine geldiğinde güneşe
en yakın gezegen olan Merkür, buharlaşan ilk gezegen olacaktır ve
akabinde de Venüs. Bu sırada dünyada da (yaklaşık günümüzden
bir milyar yıl sonra) her şey sona erecek. Önce dünyanın
atmosferi su oranını kaybederek,hidrojen uzaya karışacak ve
okyanuslar buharlaşmaya başlayacak .Yaklaşık iki milyar yıl sonra
ise, bir zamanlar denizlerin doldurduğu yerleri kurak tozdan göller
kaplayacak (ki bu esnada suyun tamamı buharlaşmıştır). Bunu takip
eden milyonlarca ve milyarlarca yıl sonra zarfında ise güneşe
giderek daha fazla yaklaşarak, önce yerkabuğunun kayalardan oluşmuş
bölümü buharlaşacak,sonra da manto tabakası çözülmeye başlayacak.
Akabinde de evrendeki tek mavi gezegen yanmış olacak.
Bu
durum gezegenimizden geriye pek bir şey bırakmayıp güneşte, dünyanın
bir zamanlar varlığına ilişkin çok küçük bir değişim olarak
dış zarfındaki metali yaklaşık % 0,01 kadar artırmış olacak
(yani hidrojen ve helyum dışındaki diğer elementler).
Yaklaşık
yedi milyar yıl sonra bu deyişimin sonunda kırmızı dev olan güneşin
çapı dünya yörüngesinin biraz dışı olan
üç yüz milyon km.ye ulaşmıştır. Kırmızı dev
evresinden yaklaşık birkaç milyar yıl sonra yıldızın çekirdeğindeki
helyum da tükenir. Bu nedenle helyum yanması durur ve çekirdek,yıldızın
kendi çekimi altında bir kez daha çökmeye başlar. Sıcaklık ve
basınç bir önceki evreden daha yüksek evrelere ulaşır ki, sonuçta
karbon ve oksijence zengin çekirdeğin çevresindeki ince bir
katmanda helyum yanmaya başlar. Bu güneş ve benzeri olan yıldızların
yaşamlarındaki son evredir. Çünkü bu tip yıldızların kütleleri
daha ileri düzeyde termonükleer tepkimeleri başlatacak denli büyük
değildir. Yani dış katmanların ağırlığı merkezde karbon ve
oksijen termonükleer tepkimelerini başlatacak derecede büyük sıcaklık
ve basınçlar oluşturamazlar. Sonuçta Hidrojen ve helyum yanmaları
yıldızın dış katmanlarına doğru yayılır; ama merkezdeki
karbon ve oksijen tepkimeye girmeden kalır. Bu durum çekim etkisini
durduramayacağından tekrar büzülmeye başlar. Bunun sonucu olarak
yıldızın derinliklerindeki atomlar öylesine
büyük bir kuvvetle sıkıştırılırlar ki, elektronlar atom
çekirdeklerinden ayrılarak güneşin içini, elektron denizinde yüzen
atom çekirdeklerinden ibaret kılarlar. Ve yıldız,yerküremizin
boyutlarına değin küçüldüğünde ise elektronlar uygulanan basınca
daha fazla dayanamayarak karşı koyarlar. Bunun nedeni de elektronlar
birbirine öyle yakındırlar ki, biraz daha sıkıştırma iki
elektronun uzayda aynı yerde bulunması anlamına gelir. Bu da
kuantum fiziğine aykırıdır. Çünkü pauli dışlama ilkesi adı
verilen yasaya göre, özdeş (yani aynı kütle,sipin,elektrik yüklü
olan ) iki parçacık aynı yerde ve kuantum durumunda bulunamazlar.
Bunun sonucu olarak da ortaya çıkan basınç yoz elektron basıncı
adını alır ve yıldızın daha çok büzülmesini önler. Böyle ölü
bir güneşin çapı, yaklaşık on bin km.’ ye, madde yoğunluğunun
yaklaşık 1 cm. küpünün ağırlığı ise bin tona ulaşır. Çevresinde
gezegenimsi bulutsuyu oluşturan (dışa yayılan,atılan) gazlar dağılıp
kaybolduğunda da yüzey sıcaklığı yüz bin derece civarında
olup,büzülüp yerküre boyutlarına indiğinde de bu sıcaklık kırk
bin,elli bin dereceye düşer. Bu akkor halinde göz kamaştırıcı
mavimsi beyaz bir ışıkla parlayan güneşlere Beyaz Cüce adı
verilir.
Bir
beyaz cüce halini alacak güneşimizin de kendi ekseni etrafındaki dönüşü
öyle artacak ki, yıldız durumundayken sahip olduğundan çok daha
güçlü elektromanyetik alan meydana getirerek bu halini devam
ettirecektir.
Şimdi
bu iki görüşü birleştirerek şöyle ifade edebiliriz; İnsanın
ölümü ile birlikte devre dışı kalan beyin,vücuda bio-elektrik
faaliyetlerini sürdüremeyeceğinden Aurayı besleyen kaynak devre dışı
kalır.
Ve
yine dini kaynaklara göre 120. günde oluşan Ruh (mikrodalga beden)
o ana kadar ortaya konan tüm eylem ve düşünceleri kaydetmiş
vaziyette yavaş yavaş serbest hale geçer (ki bu eylem ve düşünceler
aynı zamanda beynin yaydığı belli frekanstaki dalgalarla atmosfer
tabakasına yayılarak doğanın
belleği olan Akaşalara katılır). Fakat bu sefer de E-M dalgaların
birbirleriyle olan etkileşimleri dolayısıyla,dünyanın sahip olduğu
E-M alanı tarafından tutulur.(Bu süreç kabir alemi olarak adlandırılmıştır).
Bundan kurtulması, ancak dünyanın yok olmasıyla mümkündür ki,
bu da güneşin kırmızı dev haline gelme evresinde yerküremizi
yutmasıyla gerçekleşir (Bu süreç de mahşer olarak ifade edilmiştir).
Böylece
dünyanın manyetik alanının kalkmasıyla serbest kalan enerji
bedenler ( ve dünya üzerinde yaşanmış tüm olayların kayıtlı
olduğu Akaşalarla birlikte) bu sefer de Güneşin E-M platformuna çekilir.
Bu çekime karşı birimler eğer güçlü anti-manyetik alan oluşturamamışsa
(ki bu pozitif düşünce ve fiillerin başka deyişle ibadet adı altındaki
çalışmaların enerji birimi olarak mikrodalga bedene yüklenmemişse
ya da yüklenecek ortam bulamamışsa) güneşin çekimi altında ona
doğru güçlü bir şekilde çekilir. Ebedi olarak kalanların da bu
çekimin etkisinden kurtulabilmeleri mümkün değildir. Çünkü
beyaz cücelerdeki E-M alanlar dünyanın sahip olduğundan çok çok
daha güçlüdür. Bu çekim alanı altında kalış sürelerine göre
kurtulabilenler ise mikrodalga boyutundan sıyrılarak,salt bilinç
boyutuna dönüşüm yapıp Galaksi içindeki yıldız ve ikizleri
olan yapılara yayılırlar.
Ayrıca
önemli bir nokta da; dünyanın,güneşin…vb) yok olmaları,onların
bizim tarafımızdan madde olarak algılanan dalgasal formların dönüşümü
sonucu ortaya çıkmaktadır. Algılayamadığımız, maddeleştiremediğimiz
formlar,ikizi (yani paralel evrenler) olan kendi boyutlarında
mevcudiyetlerini devam ettirirler.(*) Ayrıca bizler mikrodalga scalası
içinde cüzi bir kısımda maddesel varlıklar olarak mevcut olduğumuz
gibi,diğer scalaların da kendine has bilinçli varlıkları söz
konusudur. Bu da güneşin ikizindeki Zebani denilen varlıkları tanımlar.
Bununla
birlikte bu süreç içindeki birkaç husus da şöyledir; Nasıl ki
bir birimin gerçek yapısının dalgasal olmasına karşın,kendini
madde olarak algılayıp
ona göre bir zaman anlayışı içinde varsayıyorsa aynı şekilde
mikrodalga bedenin de ,içinde yaşadığımız ortama göre daha
latif olan cehennem denen ortamda da kendini o boyuta göre madde
alemi olarak algılayacaktır. Dolayısıyla bu ortamın kendine göre
düşsel bir sıkıntı yanı olsa da bize göre dalga bedenin
defarmasyonu ,o boyuta göre ise fiziksel bir acı yanı da mevcut
olacaktır.
Ayrıca
bir dalganın ,diğer dalga (ya da dalgalara) kıyasla daha seyyal
olması, frekansının daha yüksek olması demektir. Bu da madde görünümünün
boyutsallığını ve birbirlerine nisbet zamanın görselliğini oluşturur.
Nasıl ki hareketli olan sistemdeki bir birimin, duran bir insanın
algılamasına göre zamanın daha yavaş,duran bir insanın da,
hareketli olan sistemdekinin algılamasına kıyasla,zamanının daha
hızlı aktığını gözlemlemesi gibi, Latif olan yapıda diğerlerine
kıyasla zamanı, bir on saat,yirmi gün,bin yıl,bir milyon yıl,bir
milyar yıl…vb) oranla algılayacaktır. Bu noktada da mutlak kıyametle,insanın
kıyameti çakışmakta,aynılaşmaktadır.
Bu durum Âyetlerde yedi-sekiz saniyeye tekabül eden sembolik bir
olayla ifade edilmiştir.
Cehennem
boyutunda zamanın varlığı söz konusu iken,tam ışık hızı ve
ötesi olan bilinç boyutunda ise, zaman dolayısıyla mekân kaydı
olmaksızın Zihin,Kozmik Bilincin kendi kapasitesince yansıtıcısı
olarak seyir halinde olacaktır. Bu nokta mistik kaynaklarda da; zaman
kavramının ötesinde cennet denilen ortamdaki (boyutta) yaşantıda,
her dilenenin An içinde olup bitmesinin “O her an yeni bir yaratıştadır”
hükmünün tam anlamıyla yaşanılarak,hissedilir bir biçimde
ortaya çıkması yani, kendisinde Halik isminin mânâsı açığa çıkarak
her an yeni bir şeyler üretir, yaratır başka deyişle kendine birçok
beden ve sayısız varlıklar yaratır,şekliyle ifade edilmiştir
(aynı şekilde cehennem boyutunun da beş duyu scalasında değerlendirdiğimiz
bir biçimde olmayıp kendi bilinç durumuna göre seyir boyutu olduğu
da ifade edilmektedir. Kaldı ki ÖYD (ölüme yakın deneyimler)
durumlarında bile bunlar söylenmektedir.)
Bu
görüş,dıştan içe bakış açısı olarak anlatılanın yanında
içten dışa doğru projekte açısından bakışı gösterir ki, aynı
durumu beynin fiziksel bir gerçeklikten, başka bir fiziksel gerçekliği
yaratma eylemi olan Holografik model açısından da irdeleyebiliriz.
Bu modele göre ise; ölüm ötesi denen alemin,fiziksel dünyamızdan
türsel olarak değil, yalnızca derece olarak farklı ve daha temel
bir gerçeklik düzeyi olduğunu görürüz.
Biraz
daha ilerletirsek,madde dünyası,öbür alemin düşün-yarat
eyleminin yalnızca donmuş versiyonudur diyebiliriz. Bu da bizi,
cennet ve cehennemin insanı olmadığı ayrı bir deyişle bir mekân
olarak gidilecek bir yer değil, şuurun yarattığı ayrı bir gerçeklik
düzeyi (boyutu) olan, insanın cenneti ve cehenneminin söz konusu
olduğu bir anlayışa götürür ki, bu da cehennemin odununun, yakıtının
insanın kendisi olduğu şekliyle açıklanmıştır. Tıpkı Günaha
Son Çağrı adlı eserinde Nikos Kzantzakis’in “cennetle
cehennemin kapıları bitişik ve aynıdır”dediği gibi. Ayrıca bu
kavram ile bilincin kendi içindeki dönüşümlerini ifade eden,yer
ile göğün birleşmesi,güneşin ve ayın ışığını vermemesi ayın
yarılması,yıldızların dökülmesi...vb) sözlerine de açıklık
getirmektedir.
Kenan
Keskin
http://afyuksel.com
16.11.2000
(*)
Paralel evrenler görüşü 1957 yılında Hugh Everett tarafından
“ Evrensel dalga Fonksiyonu Kuramı”adlı doktora tezi ile açıklanmıştır.
Kaynakça:
AHMED HULUSİ;
İnsan ve Sırları,
Cuma
Sohbetleri
W.J.KAUFMANN;
Evrenin Evrimi Ve Yıldızların oluşumu
TUBİTAK
BİLİM TEKNİK (Kasım2000); Güneşin Doğmayacağı Gün
|