Şunu da
açıkça belirtmek gerekir ki, bugün bilim dünyası beynin
mikrodalga faaliyetleriyle ilgili alana henüz girmediğinden,
beynin sahip olduğu duyuları, algıları sayısız özellik ve
güçleri yok hükmünde değerlendirmektedir. Dünyanın en önde gelen
üniversitelerinden kendi konusunda uzman bilim adamlarının
kişisel çabaları ve geliştirmiş oldukları sınırlı aletlerle
giriştikleri araştırmalarda belli bulgulara ulaşılmış olunsa da
bu veriler, bu tür şeylerin güçlü ispatı, delilleri
niteliğinde olup henüz bu şeylerin detayı hakkındaki
bilgiler değillerdir. Bu yüzden öncelikli olarak holografik
olarak dizayn edilmiş beynin mikrodalga faaliyetleri ile bu
ışınların frekansları ve bu frekansların anlamlarını çözebilecek
cihazların yapılması gerekmektedir. Şu anki cihazlarımız,
bize göre çok hassas dalgaları ölçebilecek düzeyde olsa da
mesela: Jüpiter gezegeni üzerinde çalıştırılacak bir cep
telefonunun dalgalarının dünyadan rahatlıkla tespit
edilebilmesine ya da dünyadan milyarlarca km. uzaklıktaki
uyduların gezegenlerden çektikleri görüntüleri radyo dalgaları
şeklinde bir ampulden yayınlanan ışığın milyarda biri kadar
güçle yayınlaması ve bu dalgaların dünyadan rahatlıkla
alınıp çözümlenebilmesine hatta milyarlarca ışık yılı
uzaklığındaki galaksilerden gelen ve bunlardan da daha zayıf
ışınların görüntülenebilmesine karşın, ne bu, ne de başka
aletler beynin bu tür dalgalarını ölçebilecek yeterli kapasite
ve nitelikte değillerdir. Eğer böyle bir cihaz
gerçekleştirilebilirse, insanlığın sahip olacağı yetenek ve
güçler elbette hayalimizin bile ötesinde olacaktır.
Dolayısıyla,
evrenin algılayabildiğimiz kısmına ait sonsuzluğu görmek bu
sonsuzluğu çözmek, anlamak için uzaya çıkmak yerine, beynin
sırlarına dönük olarak yoğunlaşabilseydik örneğin, beynin
yaydığı bu dalgalar vasıtasıyla hem algıladığımız evrenin hem de
evrenin ikiz boyutlarındaki (bu bildiğimiz maddenin dalgasal
yapısı değildir) hologrofik nitelikli ışınsal halde bulunan
başka boyut ve o boyutlara ait yaşamları, gerçekleri çözebilir
anlayabilirdik. Sadece bunlar da değil, bu dalgaların
deşifresiyle yazılarımız boyunca değindiğimiz beynin tüm
olağanüstü olayları gerçekleştirebilecek özelliklerini de
keşfetmiş olurduk. Elbette, beyinden yayınlanan dalgaları çözmek
demek aynı zamanda dünyadaki tüm canlı ya da cansız enerji
birikimlerini (bloklarını) her an kesintisiz bir biçimde
etkilemekte olan takım yıldız ve planetlerin ikiz
yapılarından ve dolayısıyla başka-başka merkezlerden gelen
dalgaları da deşifre etmek demektir. Bu nedenle evrensel
sırlara açılan tek ve yegâne kapı, sadece insan beynidir.
Bir önemli nokta da: Allah’ın sonsuz
ve sınırsız olması sebebiyle bir Allah bir de yanı sıra evren
içre evrenler, kâinat gibi iki ayrı yapıdan söz edilemez. Bu
yüzden tüm görünen, Allah’ tan gayri bir şey değildir, yani
Allah’ tır. Ancak Allah, görünen değildir. Benzer ifadeyle
görünenin Allah olması ile Allah’ın görünen, algılanan olması
aynı anlama gelmemektedir. Eğer Allah sadece görünenden,
algılanandan ibaret olsaydı, onunla sınırlanır, kayıtlanır
sonucunda da bir “Tanrı” olurdu. Oysa evrende, Tanrı ismi değil
(ki insanların büyük çoğunluğu “Tanrı yoktur” derken bunu
kastetmektedirler), Tanrı kavramının kendisine yer yoktur.
Böylece Allah ismi ile işaret edilen varlık, cisimlerin
(nesnelerin) ya da birimlerin ötesinde bulunup da onda tasarruf
eden ikinci bir varlık olmayıp, kâinatta algılanan, bilinen tüm
nesneler, birimler suretiyle dilediğini yapandır. Bu nedenle tüm
boyutlarıyla varlık Kozmik Bilincin bir gözüyle, diğer gözünü
seyrinden başka bir şey değildir.
“Attığında sen atmadın, atan
Allah’ dı / Evvel, Ahir, Batın, Zahir O’ dur / O’ nun Misli olan
hiçbir şey yoktur / Nefsinizde mevcut olan O, hâlâ görmüyor
musunuz? (Bir nefsin var da onda bir de O var anlamında
değil) / Her ne yana dönerseniz Allah’ın Veçhini görürsünüz”
...vb ayetler ile “ Beni gören Hakk’ı görmüştür”
hadisi şerifi hep bu duruma işaret etmekte ve varlık adı
altında var olanın Tek Bir Bilinç olduğu dile
getirilmektedir.
Dikkat edilecek olursa, son ayette
Vecihleri yani yüzleri kelimesi yerine, görünenin Tek Bir Veçhi
olduğunu belirtmekte; Allah veçhinin görüldüğü birimlerin de
aynı şekilde birbirlerinde O’ nun veçhini görmesi, gören ve
görülen ikilemini ortadan kaldırmaktadır. Buna karşılık bizler
ise, Tanrısal anlayışa dayalı olarak, sadece ibadetler vs... ile
Allah’ın huzuruna çıktığımız, bunun dışında huzurda olmadığımız
düşüncesinin getirdiği eylemlerle, aslında her an kesintisiz bir
biçimde herkesin herkesle de O’ nun huzurunda olduğu gerçeğini
müşahede edememekte, bunun sonucunda da hayatımızı sistemin
gerçeklerine göre değil, zan ve hayallerimize göre düzenlemekte,
sonra da bu hayallerimizin karşılığını alacağımızı
vehmetmekteyiz.
İşte “Ricali Gayb” kavramını da tüm
bunları göz önünde bulundurarak Holografik açıdan Boyutsal
anlamda değerlendirmemiz, ele almamız gerekmektedir.
Rızkımızı Mikail (as) verince Allah bunu bana verdi ya da Azrail
(as) canımızı aldığında Allah aldı diyebildiğimiz gibi, “Ricali
Gayb” olayını da sistemde aynı şekilde görmeliyiz. Aksi taktirde
bu kavramları yerli yerince oturtamadığımız için nasıl ki
Allah’ı bir Tanrı olarak düşünüyor, hayatımızı da buna göre
yönlendiriyorsak bu kişileri de aynı şekilde bir Tanrı olarak
görmemize neden olur. Geçmişte de, insanlığın ortaya çıkışından
bugüne kadar her devirde var olan ve (beşeri bilinç ve
kuvvetleri ile değil)
Hakikatinin kuvvetleriyle evrende
dilediğini yapan, olaylara istediği doğrultuda yön verebilen
bu kişiler, dünya üzerinde birtakım olaylar meydana
getirdiklerinde, işin künhüne vakıf olmayanlar, hayallerindeki
Tanrılara ait özellikleri bu kişilerde görmeleri, onlarla
özdeşleştirmeleri dolayısıyla, onları Tanrı olarak kabul
etmişlerdi. Tarihteki efsanelerde adı geçen tanrıların bazıları
bu tür kişilerdir.
Kısacası insanın Allah olması başka
bir şey, Allah’ın İnsan adı altında tecelli etmesi, görünmesi
bambaşka bir şeydir ki, bu ayrımları çok iyi analiz edip
kavrayarak sistemi çözme yoluna gitmeliyiz.
Zaten bir ayet ve hadiste “ Allah
Muhsinlerle ihsan edicidir / İnsanlara şükretmeyen Allah’a
şükretmiş olmaz ” denilerek gerçek vereni görmek suretiyle
karşısındakine şükretmenin aslında onun Hakikâti olan Allah’a
şükretmek olduğunu, ona olan nefret ve kinin de yine O’na
yöneldiğini bize açıkça söylemiyor mu?. Bu yüzden sufizm, Allah
için buğz etmenin faile değil fiile olduğunu belirtir. Çünkü
fail,Hakk’ın kendisidir. Böylece nefret fiile, sevgi ise
Hakk’adır.
(Bkz. Kendini Tanı- Evrensel
Sırlar – Dosttan Dosta – İnsan Ve Sırları II/ Ahmed Hulusi)
Devam edecek...
Not: Korunma Duası için bkz. Dua
ve Zikir syf:167 – Ahmed Hulusi
hologramk@yahoo.com
İstanbul - 15.12.2004
http://sufizmveinsan.com
|