Klasik
fizik geçmişte Batı'daki "evren" görüşüne cevap verebiliyordu.
Zira ne makrokozmos, ne mikrokozmos kavramları oluşmuştu. Atom,
proton, kuvark, galaksi veya evrensel çekim gibi konular
sözkonusu değildi. Modern fizikteki gelişmeler ise, birbirinden
çok farklı iki dünyanın birlikte varolduğunu ve varlıklarını
birlikte devam ettirdiklerini ortaya koydu. Bir yanda bizi
çevreleyen bildiğimiz dünya: taşlar, ağaçlar, yıldızlar,
kısacası makroskopik ölçekteki evren (bu evren klasik fizik
tarafından tanımlanmıştı zaten). Diğer yanda, kuantum fiziğinin
kanunları ile târif etmeye çalıştığımız atomların ve atomaltı
taneciklerin mikroskopik dünyası. Her ne kadar makroskopik dünya
da atom ve taneciklerden oluşuyor ise de, kuantum dünyasına
girmek isteyen kişi, makro-âleme ilişkin bütün mantık, sezgi ve
bilgilerini bir kenara bırakmak zorunda. Çünkü bu iki âlem
tamamen farklı ve burada taneciklerin, Güneş etrafında dönen bir
gezegenden farklı olarak, izlediği belli bir yol ve işgal
ettikleri belli bir konum yok. Tanecikler aynı anda birçok yerde
bulunabilirler. Yani ölçeğin farklılaşmasıyla maddenin davranışı
oran değil, mahiyet açısından değişim gösteriyor.
Büyük ölçekli
madde ile küçük ölçekli madde arasındaki bu ikiye bölünmeyi
anlamak kolay değildir. Klasik ve kuantik alanlar arasındaki
sınırı çizen esrarengiz bölgede anlaşılmayan bazı şeyler vardır.
Bu karanlık no man's land bölgede ne olmaktadır ki, tabiat
kanunları ve dünyanın algılanması böyle birden değişime
uğramaktadır?
Dışarıdaki
insanların gözünde kuantum fiziği esrarını koruyor. Fakat bilim
adamlarına göre hiçbir teori bu kadar faydalı olmasa gerek:
nesnelerin rengini, atomların stabilitesini, yıldızların
enerjisini ve tüm kimyasal reaksiyonları açıklama imkânı veren
kuantum fiziğidir. Hiçbir teori bu denli sınanmamıştır. Hiçbiri
bu denli geniş bir alan kaplamamaktadır (en küçük boyutlardan
büyük ölçekteki bazı kuantik olaylara kadar, süperiletkenlik
gibi). Katı hal fiziği, nükleer fizik, tanecik fiziği,
elektronik, kimya ve diğerlerinin kuantik özellik gösterdiği
artık biliniyor. Ve özellikle, hiçbir teori bu denli teknik
uygulama doğurmamıştır. Aslında bilmeden günlük hayatta çeşitli
kuantik nesnelerden yararlanıyoruz: lazerler, transistörler,
bilgisayarlar gibi.
Sezgilerin kâr
etmediği kavramlar
Fakat bütün başarılarına rağmen kuantum fiziği yeni tartışmaları
da beraberinde getirmektedir. İki sebepten dolayı: birincisi,
kuantum fiziği kuantum dünyası ile klasik dünya (gözle görülen
bizim dünyamız) arasındaki eksik halkayı tamamlamak
istemektedir. İkinci olarak, kuantum fiziği soyut ve sezgilere
aykırı kavramları sözkonusu eder. Bu kavramlar kuantum fiziğinin
yorumlanmasını özellikle hassas bir konu haline getirir. Bilim
adamları hergün bu kavramlarla karşı karşıya geliyorlarsa da,
artık onlar da bir "kuantik sezgiye" sahip olmuşlardır. Bu
teoriyi konunun dışındakiler için böylesine çetin yapan husus
ise, halihazırdaki kavramlarla ifade edilemeyen, güçlü
matematiksel bir formalizme dayanmasıdır. Bazılarına, onu
vulgarize etmenin imkânsız olduğunu söyleten budur. Fakat
vulgarize etmek gerektiğinde, sağduyuyu ve bilimsel mantığı şok
eden nesneler ve durumlar işin içine girmektedir ve bunlar bizim
günlük tecrübelerimizle çelişmektedir.
Kuantum fiziği ne
dalga ne tanecik tanır. Sadece, bazı dalga özelliklerine ve bazı
tanecik özelliklerine sahip tek bir nesneler kategorisi tanır
(dalga-tanecik ikilemi). Burada bir sebep daha ortaya
çıkmaktadır: bu kuantik nesnelerin görüntü şeklinde tahayyül
edilmesi imkânsızdır. Bunlar belli belirsizdir, sınırları ve
özellikleri durmadan değişmektedir. İzledikleri belli bir yol
yoktur. Çözümlenemez şekilde birbirlerine karışabilirler ve aynı
anda birçok halde ve birçok yerde bulunabilirler.
Süperpozisyon
(birçok hâlin aynı anda birlikteliği) sadece kuantumun bir
özelliğidir
Kuantumdaki birçok garipliğin kökeninde süperpozisyon prensibi
bulunmaktadır. Bunun anlamı şudur: bir atomun, bir taneciğin
veya diğer bütün kuantik sistemlerin karakteristik özellikleri
onun "hâli" olarak adlandırılan şeyi oluştururlar. Bir sistem
için birçok mümkün hâl sözkonusu olduğunda, bu hâllerin toplamı
da (yani aynı anda hepsinin birlikte varolma durumu) aynı
şekilde mümkün bir hâldir: bu takdirde sistem hâllerin üstüste
çakışması (aynı anda beraberliği) durumunda demektir. Bu temel
prensip sayesindedir ki, bir tanecik aynı anda birçok pozisyonu
(konum) işgal edebilir veya bir atom bir enerjiler
süperpozisyonunda bulunabilir. p>Zorluk, diğer dünyaya, bizim
makroskopik dünyamıza geçildiğinde başlamaktadır. Çünkü hallerin
süperpozisyonu (üstüste konumlanması) bizim klasik evrenimizde
düşünülemeyen kuantik bir istisnadır. Kimse bir nesneyi (meselâ
bir kalemi) aynı anda iki yerde, veya bir arabayı aynı anda iki
viteste giderken görmemiştir, göremez de. O halde, bir enerji
halleri süperpozisyonunda bulunan bir atomun enerjisini ölçmeye
çalıştığımızda ne olmaktadır? Bu süperpozisyon asla
belirlenemeyecek, sadece onu teşkil eden enerjilerden biri
ölçülecektir. Tıpkı bir sihirli değnek darbesi gibi, ölçme
girişimi, hâllerin süperpozisyonunun, bir hal hariç,
kaybolmasına yolaçacaktır. Peki bu hangisidir? Kuantum fiziği bu
soruyu cevaplamak istemiyor. Buna karşılık, süperpozisyonu
oluşturan bütün haller içinde ölçülecek kesin hal tahmin
edilemediğinden, kuantum teorisi her hâli ölçme ihtimali
vermektedir. İşte kuantum fiziği bu anlamda "ihtimalci" ve "non-determinist"
olarak nitelendirilmektedir. Klasik fizikte ise, bir sistemin
geleceği prensipte her zaman belirlenebilir kabul edilmektedir.
Burada, süperpozisyon prensibini daha iyi anlayabilmek için
şöyle bir örnek verebiliriz:
Kanatları a,b ve c
şeklinde adlandırılmış olan üç kanatlı sabit bir vantilatörün
çalışmaya başladığını düşünelim. Kanatların dönme hızı yavaş
yavaş artacaktır. Başlangıçta herhangi bir noktadan (bu, gözlem
yaptığımız ve vantilatöre göre sabit bir referans noktası
olabilir) her bir kanadın geçme anını ve hızını ölçebiliriz. Bu
sırada kanatların her biri müstakil ve ayrı birer parça olarak
görülmektedir. Fakat hızın maksimum olduğu anda artık tek tek
kanatlardan değil, daire şeklini almış bir görüntüden
sözedilebilir (parçacık/dalga ikilemi) ve bu durumda belli bir
anda sözkonusu noktadan hangi kanadın geçtiğini bilemeyiz. Her
üç kanadın geçme ihtimali aynıdır, deriz. Hatta yüksek dönme
hızından dolayı, belli bir 't' anında bu nokta üzerinde her üç
kanadın da (neredeyse aynı anda) bulunabileceğini düşünebiliriz.
Ayrıca, teorik olarak elimizle kanatlardan birini tutmak
istediğimizde (bu, kuantum fiziğinde ölçme işlemine karşılık
gelmektedir) dairevî şekil hemen ortadan kalkar ve elimize tek
bir kanat gelir (bu, sadece ölçüm veya gözlem yaptığımızda
bilinebilir olma özelliğidir ve yukarıda sözünü ettiğimiz
sihirli değnek durumudur). Fakat hangi kanadın geleceğini
önceden asla bilemeyiz. Peki herhangi bir anda dönme olayına
müdahale ettiğimizde elimize gelen herhangi bir kanadın, mesela
"a" kanadının teorik olarak çok kısa bir zaman sonra, bir
sonraki denemede gelmemesi, yani başka bir kanadı tutmak için ne
yapmamız gerekir? İşte klasik fizikten farklı olarak bu sorunun
cevabı "hiçbirşey"dir. Çünkü kanatlar çok süratli dönmektedir ve
elimizin hareket hızı ile kanadınki karşılaştırılamayacak kadar
farklı olduğundan elimizle istediğimiz an istediğimiz kanadı
tutma yeteneğinden yoksunuzdur (klasik ölçme cihazlarıyla
kuantik âlemi ölçmenin imkânsızlığı). Şimdi buradan hareketle
atomaltı dünyasındaki kütle ve hız ölçülerini düşünelim. Tanecik
boyutlarının, ağırlıklarının ve bunların yaptığı periyodik bir
hareket için gereken zaman dilimlerinin çok çok küçük, buna
karşılık bu taneciklerin hızlarının çok yüksek olduğu (örneğin,
klasik bilgilere göre, bir elektronun atom çekirdeği etrafında
saniyede bir milyon tur atması gibi) atomaltı dünyasını anlamak
istediğimizde vantilatör örneği, buradaki olayların biraz daha
akla yakın hale gelmesini sağlayabilir.
İşte kuantum
fiziğinde mesele, ölçüm için iki ayrı âlemi (ölçme cihazı ile
atomaltı partikülleri) biraraya getirmekten kaynaklanmaktadır.
Bu iki ayrı alem arasındaki devasa boyut ve hız farkından
dolayı, aslında ölçüm sonucunu aldığımız an, ölçüm yaptığımız
andan daha sonraki ve herşeyin hemen değiştiği bir andır.
Cihazın gösterdiği ölçüm sonucu, gösterdiği ve bizim okuduğumuz
ana ait değildir. Çünkü ölçmeye çalıştığımız partikülün hızı ve
konumu her an değişmektedir. Çünkü 10-28 gram düzeyindeki
kütlelerin sözkonusu olduğu atomaltı dünyasında 10-23 saniye
mertebesindeki zaman aralıklarında (doğrudan) gerçek ölçüm
yapmak mümkün değildir.
1927'de Alman
fizikçi Werner Karl Heisenberg tarafından "dalga paketinin
redüksiyon prensibi" olarak tarif edilen, sistemin bu şekilde
bir haller süperpozisyonundan tek bir hale sıçraması için bu
ölçme esnasında ne olmaktadır? Kuantik ile klasik, gözlenen
nesne ile ölçme cihazı arasındaki sınır hangi düzeydedir?
Nihayetinde sözkonusu nesne atomlardan ve taneciklerden
yapılıdır. Aslında bu hamur çok su götürmektedir. Bazıları dalga
paketinin tek bir hale indirgenmesini (redüksiyon) gözleme,
gözlemciye, hatta Amerikalı fizikçi Eugene Wigner'in yaptığı
gibi, şuura atfetmektedir. Sayıları az olmayan diğer bazı bilim
adamları ise esas rolün tesadüfe verilmesinden pek tatmin olmuş
değiller. Kendi ifadesiyle, "Tanrı'nın zar attığı" düşüncesini
reddeden Einstein bile kuantum fiziğinin henüz olgunlaşmadığını,
daha derin ve determinist bir temel teori bulmak gerektiğini
düşünüyordu.
"Tanecik" deney
süreci dışında da mevcut mu?
Ölçümün getirdiği sıkıntı karşısında Amerikalı fizikçi Hugh
Everett radikal bir cevap önerdi: bir haller süperpozisyonunun
tek bir hâle indirgenmesi sözkonusu değildir; fakat her biri
farklı bir evrende (veya farklı boyuttaki âlemde) olmak üzere
bütün mümkün hâllerin gerçekleşmesi sözkonusudur. Aslında bu
"birçok âlem" teorisinin de doğrulanması mümkün değildir. Çünkü
sayısız paralel evrenin kendi aralarında iletişim yoktur.
Teorinin kurucu
babalarından biri olan Danimarkalı fizikçi Niels Bohr daha
temkinli, pragmatik ve aynı zamanda derinlemesine bir konum
benimsemişti. Ona göre, dalga paketinin indirgenmesi, ölçülecek
kuantik sistem ile, mecburen klasik kabul edilen ölçüm cihazı
arasında mutlak bir sınır varsayıyordu. Yani sağlıklı bir ölçüm
mümkün olmalıydı. Burada ölçüm ayrıcalıklı bir rol oynamaktadır,
çünkü taneciğin özelliklerini sadece ölçüm belirlemektedir.
Ölçüm dışında bu özellikler tarif edilmiş değildir. Bu noktadan
hareketle söylenebilir ki, bizatihi tanecikten
bahsedilmemelidir, çünkü taneciğin deney dışında da "var" olduğu
kesin değildir
Düşünün ki,
herhangi bir cihazla taneciklerin dünyasında ölçüm yapacaksınız.
Sonuçta bu cihaz da atom ve taneciklerden yapılı olduğundan,
ölçüm zorlaşacak, hata ihtimali artacaktır. Çünkü ölçmek
istediğiniz partiküller ve hareketleri cihazın her noktasında
zaten mevcuttur. Yani cihaz, ölçüye tartıya gelmeyen kendi
değişim oranından daha küçük ölçekteki partikül ve hareketleri
ölçmek istemektedir ki, belki kendi değişimi ölçmek istediğini
örtmekte, gölgelemektedir. Bir kamyonu kantarda, bir karpuzu
manav terazisinde tartmak kolaydır. Kuyumcu terazisi birkaç gram
(hatta miligram) ölçeğinde altınları tartacağından daha hassas
olması gerekir. Kütle spektrometresi ise bir çeşit atom
terazisidir. Fakat atomu oluşturan nükleon (proton, nötron) ve
elektronların tartılması, hareketlerinin, konum ve hızlarının
ölçülmesi giderek imkânsızlaşmaktadır.
Kuantum kavramları
üzerinde 30'lu yıllara kadar süregelen zengin ve hararetli
tartışmalar zamanla bırakıldı. Denklemler iyi yürüyordu, geriye
kılı kırk yarmak kalıyordu. Özellikle de kuantik-klasik
geçişiyle ilgili problemler konusunda. Fakat onlarca yıl boyunca
bir arpa boyu kadar bile mesafe katedilmedi. Buna rağmen 1935'le
birlikte, Kuantum Mekaniği'nin kurucularından Erwin Schrödinger
bu gizemli "dalga paketinin indirgenmesi" fikrinin saçmalığını
vurguladı. Mantığını sonuna kadar zorlayarak meşhur "düşünce
deneyi"ne başvurdu (bu noktada Karl Popper'in de katkıları
oldu). Bu deneye göre, sıkıca kapatılmış bir kutuya hapsedilmiş
bir kedi tahayyül ediyordu. Kutuda ayrıca radyoaktif bir atom ve
zehir yayan bir cihaz bulunuyordu. Radyoaktif atom bozunduğunda,
öldürücü düzenek harekete geçiyor, zehir kutuya yayılıyor ve
kedi ölüyordu.
Ortamlarının
kurbanı kuantik sistemler
Fakat radyoaktif bozunma (desintegration) kuantik bir olaydır:
yani bozunma ölçülmedikçe atom "bozunmuş ve bozunmamış" bir
haller süperpozisyonundadır. Şu halde kutuda zehir-atom
ikilisiyle kedi-cihaz sistemi, "bozunmuş atom-ölü kedi" ve
"bozunmamış atom-canlı kedi" şeklindeki iki halin
süperpozisyonunda bulunmaktadır. Ve biz kutuyu açıp bakmadığımız
müddetçe her iki hâli bir bakıma aynı anda mevcut düşünürüz.
Kısacası, ölçüm gerçekleştirilmedikçe, kedi hem ölü hem diridir
(bir futbol maçının sonucunu öğrenmediğimiz sürece zihnimizde
sürekli olarak üç ihtimalin dolaşması gibi). Aslında bu deney
pek mâkul bulunmadı, çünkü bir kediyi bir tanecikten temelde
ayıran husus anlaşılmadıkça gösterilmesi de zordur. Bu
herzamanki "kuantik-klasik sınırı" problemidir. Bu durumda hem
teori hem de deney cephesinde gelişme kaydedilmesi için 80'li
yılları beklemek gerekecekti.
1982'de Los Alamos
(ABD) Millî Laboratuvarı'ndan araştırmacı Wojciech Zurek daha
önce ileri sürülmüş fakat geliştirilmemiş, basit fakat dâhiyane
bir fikri yeniden ele aldı: buna göre bir ölçümde dalga
paketinin indirgenmesine yolaçan şey, sistemin çevresiyle
(cihaz) olan etkileşimidir. Daha genel olarak kuantik nesneler
çevrelerinden asla tam olarak izole değildirler. Bundan,
sistemle karşılıklı etkileşime giren herşey anlaşılır: cihaz,
hava molekülleri, ışık fotonları. Öyle ki, gerçekte kuantik
kanunlar nesneye ve onu çevreleyen ortamdan oluşan bütüne
uygulanmalıdırlar. Zurek çevreyle olan birçok etkileşimin
sistemin kuantik girişimlerinde çok hızlı bir bozulmaya
yolaçtığını gösterdi. Makroskobik bir nesnede meselâ bir kedi
atomlardan herbirinin çevresinde, kendisiyle etkileşim yapan
diğer birçok atom bulunmaktadır. Bütün bu etkileşimler,
neredeyse aniden kaybolan bu yüzden de bütüne tesir edemeyen ve
kedinin varlığını bizim gördüğümüz şekliyle devam ettirmesini
sağlayan bir kuantik girişimler paraziti meydana getirir. İşte
kuantum fiziğinin bizim ölçeğimize uygulanamama sebebi:
sistemler asla izole değildir (kedi ise kuantik ölçeğe göre çok
büyük bir nesne olarak makroskobik ölçekte kendisini çevreleyen
ortam içinde izole bir şekilde görülür, ve çevrenin onun
üzerindeki etkileri bu ölçekte yapılan ölçüm sırasında ihmal
edilecek kadar önemsiz kalır. Meselâ kedinin ağırlığını ölçerken
tüyleri üzerindeki su buharı moleküllerini göremediğimiz gibi,
bunların kedinin ağırlığına olan etkileri de ihmal edilecek
kadar küçük kabul edilir). Fakat atomaltı dünyasında ölçüm
yaparken atomların birbirlerini etkiledikleri ve tek tek hiçbir
atomun asla bir kedi gibi izole olamadığı gerçeğiyle
karşılaşırız. Bu fenomen fizikte "dekoherans" olarak
adlandırılır, çünkü bu, kuantik hâllerin koheransının
(aralarındaki ahengin) bozulmasıdır. Bir bakıma ölçek
küçüldükçe, atom-altı etkileşimler artacağından, sistemlerin
yapı ve fonksiyon sürekliliğinin sağlanması zorlaşmaktadır; bu
da açıkça ortaya koymaktadır ki, trilyon kere katrilyon adet
atomdan müteşekkil, hem de canlı özelliği gösteren kedi gibi bir
varlığın, düzenli işleyen bir sistem olarak devamlılığı ancak
herşeye Kadir, Hay, Kayyum, Alim ve Rahman bir kuvvet Sahibi'nin
yaratma ve yaşatmasıyla mümkündür (hem de makroskobik ölçek için
kalınlaşmış ülfet ve ünsiyetimizin direnemeyeceği ölçüde).
Dekoheransın hızı
sistemin bütünlüğüyle doğru orantılı olarak artar: 1027
tanecikden meydana gelen bir kedi 10-23 saniyede dekohere eder;
yani kedinin kedi formunun bozulma (ve tekrar aynı formu
kazanma) zamanı çok çok küçüktür. Bu durum hem neden asla aynı
anda hem ölü hem diri kedi göremediğimizi açıklar, hem de
dekoheransın gözlenme zorluğunu. Bizim zamanı, maddeyi ve
hâdiselerin akışını en küçük kesirleriyle ölçme ve takip etme
yeteneğimiz yaratılış gayemize uygun olarak belli bir sınıra
kadardır. İşte bundan dolayı, meselâ bizim bir hüzme şeklinde
gördüğümüz ışık yayılımı, aslında birbirlerini ışık hızıyla
takip eden foton paketçiklerinden yani aralarında madde ve zaman
kesikliği bulunan kuantlardan başka bir şey değildir. "Her nefis
(her an) ölümü tadıcıdır (veya tadıp durmaktadır)" anlamı da
verilen âyet-i kerimenin işârî mânâlarından birisi acaba,
ölçemeyeceğimiz kadar küçük zaman dilimlerinde ölüp diriliyor
olduğumuz mudur? Aslında ülfetten dolayı bize basit gibi gelse
de, makroskopik ölçekte bir sistemin varlığını sürdürmesi, çok
küçük zaman dilimlerinde gerçekleşen dengeleme halleriyle 1027
atomun her an (ölçülebilecek en küçük an) kediyi "kedi" formunda
sürdürecek şekilde birarada olması çok zordur. Çünkü bir atom
için değil, 1027 atom için her an birçok hal sözkonusudur. Ehl-i
keşfin, melekut aleminin hakikatini anlatmak istercesine,
"dağılmaya teşne eşya, rahmet eli çekilse nasıl bir arada
durabilir?" anlamındaki sözleri belki de bu hakikati ifade
etmektedir.
Kuantik bilgi
Yakın zamanda yapılan diğer teorik araştırmalar klasik ve
kuantik evrenleri uzlaştırma çabalarını destekliyor. California
Teknoloji Enstitüsü'nden Murray Gell-Mann (1969 Nobel Fizik
ödülü) ve Santa Barbara Üniversitesi'nden James Hartle
dekoheransın zamanda geri dönüşümsüz olduğunu gösterdiler.
Meselâ bir tas kahve içinde erimiş bir şeker parçasının yeniden
oluştuğu asla görülmez. Böylece zamanın yönü bulunur (geçmişten
geleceğe), halbuki o zamana değin kuantum fiziğinde olaylar geri
dönüşümlü kabul ediliyordu.
Paris IX
Üniversitesi'nden Profesör Roland Omnès ise, kuantik şekilde
tecelli eden kanunların garipliklerine rağmen (mümkün hâllerin
çokluğu vs) bizim ölçeğimizde tek, determinist ve mükemmelen
normal görünen fenomenleri spontan bir şekilde nasıl meydana
getirdiğini göstermeye, özellikle canlı sistemlerin en küçük
atom-altı birimden itibaren nasıl organize olduğuna, kâinattaki
madde ve hadiselerin mikro-âlemden itibaren bizim algılama
ölçeğimize hitap edecek şekilde nasıl yaratıldıklarına cevap
getirmeye çalışıyor. Bu yüzden moleküler biyoloji bugün daha da
küçük alanlara nüfuz ediyor ve neredeyse atomik biyolojiye
dönüşme eğilimi taşıyor.
Sonuçta,
dekoherans teorisi fizikte yeni bir dönüm noktası olarak kabul
ediliyor. Fakat çözüm çok yakın değil. Meselâ fizikçiler, bir
çakıltaşının neden sert olduğunu, suyun neden normal şartlarda
100 ºC'de kaynadığını anlamak için katrilyonlarca tanecik
üzerinde hesap yapmak gerektiğini söylüyorlar.
Atom-altı
dünyasını tarif etmek için makroskopik dünyada kullandığımız
bilimsel mantık ve sağduyuyu aynıyla uyarlamanın doğru
olmadığını, maddenin kütlesi, boyutu, dolayısıyla hızının ve
hareket tarzının değişmesiyle, makroskopik fizik kanunlarının da
köklü değişikliğe uğradığını, daha doğrusu mikro-âlemi anlamak
için bunların kullanılamayacağını görüyoruz. Demek ki,
mikro-âleme inildikçe buradaki san'at, mimarî ve işleyiş de
hassas hale gelmekte, incelmekte, ilâhî kudret bu âlemde bir
başka şekilde tecelli etmektedir. Bugünün bilim adamları
laboratuarda öğrenmektedirler ki, kâinatta tek bir atom, tek bir
atom içinde tek bir atom-altı parçacık bile hesapsız ve başıboş
değildir. Maddenin künhündeki kudret cilvesinin ihtişamını
gördüğümüzde, Allah'ın her an herşeyi kendi takdiriyle var kılıp
idare ettiğine, kâinatta O'nun ilim, kudret ve hakimiyetinin
tecelli alanı dışında küçük bir yerin ve ân'ın bile kalmadığına
olan inancımız teyid olunuyor. Geçmişte ve bugün Batı'nın
düşünce dünyasında belli bir ağırlığı olan "Tanrı herşeyi
yarattı sonra kendi haline bıraktı, O detaylara karışmaz ve
tabiata müdahale etmez" şeklindeki çarpık anlayış, yine Batı
üniversitelerinde gerçekleştirilen çalışmalarla yerini, tam ve
küllî tevhid hakikatinin görülmesine, yüksek tevhid inancının
gelişmesine müsait bir zemine bırakıyor. Son söz: bilimler
geliştikçe tevhid hakikati kendini daha parlak bir şekilde
gösteriyor ve gösterecek.
Yrd.Doç.Dr. Ömer Said
Gönüllü
http://www.sizinti.com.tr
İstanbul
- 23.08.2003
http://gulizk.com
Kaynaklar
- H. Guillemot, "Comment
la Matière Devient Réelle", Science & Vie, Février, nº 977,
Paris 1999.
- D. Lindley, "Quantum World", New Scientist's Guide, Reed
Business Information. London 1998.
- P. Yam, "Bringing Schrödinger's Cat to Life", Scientific
American, June, v. 276, nº 6, New York 1997.
|