Christine
Sutton (Oxford Üniversitesi Fizik Bölümü)
Acaba
maddenin temel yapıtaşları nelerdir? Bir zamanlar bilimciler,
atomun bölünemez olduğunu kabul ediyorlardı fakat, 20. yüzyılın
ilk birkaç on yılı içinde, atomların, nötron, proton ve
elektronlardan müteşekkil olduğu keşfedildi. Elektronlar başlangıçta
gerçekten de “temel”
gibi gözükseler de, 1960’larda fizikçiler, proton ve nötronların,
kuark denen daha küçük parçacıklardan kurulu olduğunu fark
ettiler.
Parçacık
fizikçileri şimdilerde, temel yapı taşlarını iki grupta tarif
ediyorlar- kuarklar ve leptonlar (elektronlar da bunlara dahildir).
Her grup, altı çeşit kuark ve altı çeşit lepton içerecek şekilde,
altışar adet üyeye sahiptir. Sadece, “aşağı”(down) ve
“yukarı”(up) olarak isimlendirilen iki çeşit kuark,
proton ve nötronu oluşturmak için gerekliyken, diğer dört cins
kuarkın, kozmik ışınlarda ve yüksek enerjili parçacık çarpıştırma
deneylerinde görülen daha egzotik ve kısa ömürlü parçacıkların
meydana gelmesinde kullanıldığı sanılıyor.
Kuarklar,
leptonlardan oldukça farklıdır. Aralarındaki esas farklılık,
kuarkların, “güçlü kuvvet" denen bir temel kuvvete
bağımlıyken, leptonların bundan etkilenmemeleridir. Güçlü
kuvvet, şaşırtıcı derecede karmaşık bir dünyanın parçaları
haline gelmek üzere, proton gibi daha karmaşık parçacıkların oluşabilmesi
için kuarkları birbirlerine bağlar.
KUARKI
BULMAK
“Finnegan’ın
Uyanışı”
Kuark
fikrinin temeli, protonla ilişkili kısa ömürlü parçacıkların
özellikleri üzerine yapılan çalışmalardan doğmuştur.
Elementlerin özellikleri üzerine benzer bir çalışma, 1896 yılında
Dimitri Mendelev’in periodik cetveli oluşturmasına yol açmıştır.
Daha sonra atom çekirdeğinin ve elektronların keşfi, Mendelev’in
tablosundaki düzenliliğin, atomların iç yapısını yansıttığını
ortaya koymuştur. Şimdi, bir yüzyıl kadar sonra, atom altı parçacıkların
arasındaki ilişki kalıplarının, bunların iç yapılarını yansıttığını
biliyoruz.
Protonun,
atomik çekirdeğin çapı veya daha küçük mesafe aralıklarında
etkili iki temel kuvvetten biri olan güçlü kuvvet yoluyla
birbirleriyle etkileşebilen bir çok akrabası vardır. Birbirleriyle
kuvvetli bir biçimde etkileşen bu parçacıklara toplu olarak hadronlar
adı verilir (Yunanca “kuvvetli” anlamında). Oldukça kararlı
olan protondan ayrıyken, hadronların tümü kararsızdır. Ayrıştırılmış
bir nötron yaklaşık 15 dakika kadar var olabilirken, diğer
hadronların oldukça kısa yarı-ömürleri vardır.
Kısa
ömürlü hadronlar, sadece laboratuvardaki deneyler sonucu üretilen
yapay ürünler değildirler. Bunlar aynı zamanda, atmosferin yüksek
tabakalarında, atomlarının çekirdeklerine -uzaydan gelen
(genellikle protondan oluşan) yüksek enerjili parçacıklar olan-
kozmik ışınların çarpması sonucu, doğal olarak da meydana
gelirler. Kozmik ışın çarpışma deneyleri, pion, kaon
ve lambda gibi, yarı ömürleri 10-8 ile 10-10
sn arasında değişen (ve genellikle Yunan alfabesindeki harflerle
isimlendirilen) hadronlara dair ilk kanıtları ortaya çıkarmıştır.
Bunun yanında, parçacık hızlandırıcıları kullanılarak yapılan
deneyler, kozmik ışın çarpışmalarının kontrollü koşullarda
taklit edilebilmesini mümkün kılmış ve ortaya çıkan parçacıklar
hakkında fizikçilerin daha sistematik çalışmalar yapabilmelerine
imkan sağlamıştır.
Hadronlara
dair bu tip çalışmalar sonucunda ortaya çıkarılan ilk bulgular,
bazı hadronların diğerlerinden farklı olduğunu gösteren ve
makroskobik dünyada benzeri bulunmayan yeni bir
özellikti. Bu özellik, esasen garip gözüken davranışlara
neden olduğundan, gariplik (strangeness) olarak
adlandırılmaya başlandı ve bu özelliğe sahip parçacıklara da garip
parçacıklar adı verildi. Buraya kadar bahsedilen parçacıklardan
ne proton ve nötron, ne de pion garipliğe sahiptir. Fakat, kaon
ve lambda 1 birimlik garipliğe sahipken, sigma denen
bir parçacık 2 birim garipliğe sahiptir.
1960’ların
başlarında, Amerikalı Murray Gell-Mann ve İsrailli Yuval
Ne’eman, birbirlerinden bağımsız olarak, bilinen hadroları, yüklerine,
garipliklerine ve spinlerine (parçacığın içkin açısal
momentumu) göre sınıflandırma üzerine çalıştılar. Sonuçta,
sekiz parçacıklı (oktet) ve on parçacıklı (dekuplet) kalıpların
bulunduğunu fakat bu kalıplar arasında boşluklar olduğunu
buldular. Daha sonraları, bu parçacık gruplarının, SU(3) (Üç
boyutta özel bileşik grup (special unitary group in three
dimension)’un kısaltması) olarak bilinen matematiksel simetri
grubu teorisiyle ilişkilendirebilecekleri anlaşıldı.
Sınıflandırmada
kullanılan SU(3) şemasındaki boşluklardan biri, negatif yüklü
ve üç birimlik tuhaflığa sahip olan yeni bir parçacığa karşılık
geldi. Fizikçiler bu parçacığa omega-eksi (omega-minus)
adını verdiler. Daha sonraları, 1964 yılında, New York’daki
Brookhaven Ulusal Laboratuarı’ndaki bir araştırma grubu, bu
teorinin tahminler yürütmek için kullanılabileceğini onayladı;
bu aynı zamanda kuark kavramına giden yolu da açmış oldu.
SU(3)
matematiği, büyük grupların (oktet ve dekupletlerin), sadece 3 üyeden
oluşan basit bir gruptan yapılı olması gerektiğini gösterdi.
Dolayısıyla, gözlenen hadron gruplarının, üç parçacıklı
gruplardan oluşup oluşmadığı sorusu gündeme geldi. Gell-Mann ve
bağımsız olarak bir başka Amerikalı George Zweig, hadronların
gerçekten de bu tip temel yapılardan oluştuğunu öne sürdüler.
Gell-Mann, James Joyce’un Finnegan'ın Uyanışı (Finnegans
Wake) isimli kitabından bir alıntıyla, bunlara kuark
adını verdi.
Bununla
beraber, gözlenen hadronları gruplandırmak için kuarkların,
elektronun sahip olduğu yükün (e) 1/3 ve 1/4'ü kadar kesirli
elektrik yüklerine sahip olması zorunluluğu ortaya çıktı.
Ondokuzuncu
yüzyılın başlarında Michael Faraday, elektroliz üzerine çalışmalarında,
elektrik yükünün daima bir “birim” yükün tam katları şeklinde
olması gerektiğini ortaya koymuştu. J.J. Thomson’un, 1897 yılında,
tüm maddenlerin bilinen ilk temel parçacığı olan elektronu keşfetmesi,
bu yükün, elektronun yükünden başka bir şey olmadığı fikrini
uyandırdı. Dolayısıyla ilk başta, kuarkların böyle kesirli yüklere
sahip olması yepyeni bir bulgu olarak ortaya çıktı ve bazı fizikçilerin,
kuarkların gerçek parçacıklardan ziyade, matematiksel artefaktlar
olabileceğini düşünmelerine bile neden oldu.
1964
yılında bilinen tüm hadronları yapabilmek için, üç tane kuark
gerekliydi. Biz bunlara, yükleri sırasıyla (2/3)e, -(1/3)e
ve -(1/3)e
olan, yukarı (up, u), aşağı
(down, d) ve tuhaf (strange, s)
kuarklar diyoruz. Yukarı ve aşağı kuarkların sıfır tuhaflığı
varken, tuhaf kuark –1 tuhaflık değerine sahiptir. Kuarkları bir
araya toplayarak, ½ spinli (duu
olan proton, ddu olan nötron ve dus
olan lambda gibi) veya 3/2 spinli (sss
olan omega gibi) hadronları içeren baryonları elde ederiz.
Alternatif olarak, bir kuark ve (yük ve tuhaflık bakımından
tamamen ters değerlere sahip olan) karşı-kuarkı birleştirerek, mesonlar
denen, 0 veya 1 spine sahip hadronları elde edebiliriz. Bunlar, yüklü
pionları (u kuark ve d karşı-kuark, veya tersi) ve yüklü kaonları (u kuark ve s karşı-kuark,
veya tersi) içerirler.
Kuarklar
fikrini, özellikle alışılmışın dışındaki kesirli yükleri
nedeniyle olduğu gibi kabul etmek zordu. O zamana kadar hiç kimse,
1/3e veya 1/2e yük taşıyan parçacıklar gözlemlememişti. Ayrıca,
madem diğer parçacıkların içinde yer alıyorlardı, o halde neden
proton ve nötronun çekirdekten fırlatılmaları gibi, yüksek
enerjili çarpışmalarda fırlatılmıyorlardı?
PROTONUN
İÇİNDE
Aktif Arı Kovanları
Kuarkların,
proton ve nötronların (yani günlük hayatımızda karşılaştığımız
maddeleri oluşturan hadronların) içinde bulunduğu fikri, parçacıkların
iç yapılarının derinlemesine incelendiği deneysel çalışmalardan
ortaya çıkmıştır. Temel prensip, leptonlar denen daha az karmaşıklıkta
parçacıklar kullanarak, daha karmaşık olan protonun iç yapısının
aydınlatılmasıdır. Bildiğimiz kadarıyla, leptonlar, belli bir
yapıları olmadığından ve bir nokta gibi davrandıklarından karmaşık
değillerdir. Güçlü kuvvetten etkilenmezler; dolayısıyla, meydana
gelebilecek herhangi bir etkileşim, (yüklü parçacıklar arasındaki)
elektromanyetik kuvvet ve (belli ışımaetkinlik biçimlerinin
temelini oluşturan çekirdek kuvveti olan) zayıf kuvvete bağlı
olarak değerlendirilebilir.
Bu
deneylerin bir başka önemli özelliği, araştırmada kullanılan
leptonların yüksek enerjiye sahip olmalarıdır. Kuantum teorisi
bize bu “parçacıkların”aynı zamanda dalga tabiatına da sahip
olduklarını söyler. Bir dalga parçacık yapısı söz konusu olduğunda,
parçacığın enerjisi ne kadar yüksekse, ilişkili dalga boyu da o
kadar kısadır. Dolayısıyla, bir parçacığın enerjisi ne kadar yüksekse,
ilişkiye geçebileceği yapılar da o kadar küçük olacak, başka
bir deyişle, çekirdek araştırması da o derecede derin olacaktır.
İlginç olabilecek kadar büyük enerji düzeylerinde gerçekleşen
çarpışmalar, genellikle protonun yeni parçacıklar oluşturmak üzere
parçalanmasına neden olurlar. Bu tip çarpışmalar, bilardo toplarının
çarpışmasına benzeyen “esnek” çarpışmalardan farklı,
“esnek olmayan” çarpışmalardır. Bu iki etki beraber, derin
esnek olmayan saçılma adıyla anılan ve leptonların protonun iç
yapısını araştırmak üzere kullanıldığı yüksek enerji
deneylerinin yapılmasını mümkün kılar.
1960’ların
sonunda, California’daki Stanford Doğrusal Hızlandırıcı
Merkezi’nde (Stanford Linear Accelerator Center – SLAC) çalışan
fizikçiler, protonun yapısını belirlemek üzere, 3 km uzunluğundaki
bir araçtan elde ettikleri elektron huzmeleri ile deneyler yaptılar.
Bu deneylerde elektron huzmeleri, negatif yüklü elektronların,
hidrojende bulunan pozitif yüklü protonlar ile elektromanyetik
kuvvet aracılığıyla etkileştiği, sıvı hidrojenden oluşan
hedeflere yönlendirildi. Saptayıcılar, saçılan elektronların
enerjilerini ve sapma açılarını ölçtüler. Bu ölçümlerin
analizi sonucunda, protonun elektron açısından neye benzediği
konusunda bir fikir sahibi oldular; bu fikir aynı zamanda, proton içindeki
elektrik yüklerinin, yüksek enerjili elektronlarla nasıl etkileştiğini
de göstermiş oluyordu.
Elde
edilen sonuçlar, elektronların proton boyutundaki yük bulutları içinden
geçmekten ziyade, çok küçük, noktamsı yük yoğunlaşmalarına
çarptıklarını gösteriyordu. Aslında bu “yığınlar”,
elektronları yollarından saptıracak ve elektrondan protona büyük
miktarlarda enerji ve momentum aktarımına neden olacak kadar da yoğundular.
Bu bulgular, protonun aslında daha küçük bölümler veya (Amerikalı
teorisyen Richard Feynmann’ın deyişiyle) “parton”lar içerdiğine
dair önemli kanıtlardı. Peki ama, bu partonlar, kuarklar mıydı
acaba?
Bu
bağlantıyı sağlayabilmek için, partonların yüklerinin bilinmesi
gerekiyordu. Elektronlar partonlarla etkileştiklerinde,
elektromanyetik kuvvet aracılığıyla saçılırlar. Bununla
beraber, nötrinolar yüksüzdür ve sadece zayıf kuvvet yoluyla
etkileşebilirler. Dolayısıyla, bu iki tip parçacığın saçılma
miktarları karşılaştırıldığında, partonların yükü ortaya
çıkarılabilirdi.
Bu
konuda ilk sonuçlar, Cenevre’deki Avrupa parçacık fiziği araştırma
merkezinde (CERN), Gargamelle denen büyük bir kabarcık odası ile
deneyler yapan fizikçilerden geldi. Fizikçiler, Gargamelle’den
elde ettikleri nötrino sonuçlarını, SLAC’dan gelen elektron sonuçları
ile karşılaştırdıklarında, bu sonuçların, partonların 1/3e ve
2/3e yükler taşıdıklarını çok güzel bir biçimde ortaya koyduğunu
gördüler. Artık, alışılmadık kesirli elektrik yüklerine sahip
kuarkların, proton ve nötronların bileşenleri oldukları kanıtlanmıştı.
Çeviri:
Sinan CANAN
New Scientist Inside Science, 10 Temmuz 1993
Devam
edecek…
http://sinancanan.tripod.com/quark.htm
‘den alınmıştır.
İstanbul - 23.09.2003
http://gulizk.com
|