“Beni
dünya nasıl görecek bilemem, fakat ben kendimi kocaman bir gerçekler
okyanusu önümde keşfedilmemiş dururken, kıyıda kendini oyalayan
ve kâh daha yumuşak bir taş, kâh daha güzel bir deniz kabuğu
bulan bir çocuk gibi görüyorum.” diyen Isac Newton un temellerini
attığı modern bilim, acaba mistiklerin söylediği gerçeklerle ne
kadar uyuşmakta ya da bu gerçeklere işâret etmektedir?
Bunun
cevabını günümüz fiziğinin bakış açısı ile değerlendirmeye
çalışalım:
Modern
fizik, temelde iki ana grupta değerlendirilmektedir. Birinci grup,
teorik sonuçların deneyle gözlemlenebilir kısmıyla ilgilenirken,
ikinci
grup birinciyi kapsayacak biçimde, doğu mistisizminin öğeleri
ile şekillenerek yüzyıllardır söylenen gerçekleri açıklamaya
çalışmaktadır.
Bu
konuda en belirgin örnekler, Hysenberg’in belirsizlik
ilkesi ile Shördinger‘in kedi
paradoksu’dur. Belirsizlik ilkesine göre, bir nesnenin hem
konumunu hem de momentumunu aynı anda, tam olarak belirlemek imkânsızdır.
Konumu belirlemede gerçeğe ne kadar çok yaklaşılırsa, momentumu
belirlemedeki hata o kadar çok olur. Bunun tam tersi de söz
konusudur. Başka bir deyişle, bir parçacığın gelecekteki konumu
ve hızını kesin olarak ölçebilmek için taneciğe ışık tutmak
gerekir. Işık dalgalarının bir kısmı parçacığa çarpıp saçılacak
buradan da parçacığın konumu tesbit edilecektir. Işığın iki
dalga tepesi arasındaki mesafeden daha küçük bir hata ile
saptanamayacağından daha kesin ölçmek için,daha kısa dalga boylu
ışık tutmak gerekir.
Plank
tanecik kuramına göre, çok küçük nitelikte ışık kullanılmaz.
Bir adet ışık kullanmak gerekir. Bu tek tanecik dokunacağı parçacığın
hızını bilinmedik bir şekilde değiştireceğinden,
konumunu daha kesin ölçebilmek için daha kısa dalga boylu
ışık kullanmak gerekecek ve böylece bir taneciğin enerjisi daha yüksek
olacaktır. Bu durumda da parçacık daha fazla etkilenecektir. Yani
parçacığın hızı hatalı ölçülmüş olacaktır. Jhon Wheleer
bu durumu “gözlemci gözlemlenene müdahale etmiş olmakta gözlemci
statüsünden çıkarak katılımcı durumuna geçmektedir.”şeklinde
açıklamaktadır. Başka bir deyişle gözlemlenen ile gözlemci aynı
tek olmaktadır.
Shordinger
kedi paradoksunda da, bir sandık ya da büyük bir kutu içinde bir
kedi ile bir potasyum siyanür şişesi ve vurmaya hazır bir çekiç
bulunmaktadır. Kutuda ayrıca bir parça da radyoaktif madde yer
almakta olup hiç kimse bu maddenin ne zaman alfa parçacıkları yayınlayacağını
kesinlikle bilmemektedir. Parçacıklar yayınlanacağı zaman, çekiç
şişeye vuracak,şişe parçalanacak ve çıkan gaz kediyi öldürecektir.
Hiç kimse ne olduğunu araştırmadığı taktirde kedi ölü müdür,diri
mi bilinemeyecektir. Cevabı; Haysenberg’in belirsizlik ilkesine göre
algılayıcı tarafından belirlenecektir. Başka bir deyişle, birim
gördüğünü yaratmaktadır.Bu da taneciklerin gözlemlendiğinde
mevcut olup gözlemlenmediğinde dalgasal formda oluşuna yani dualite
durumuna da açıklık getirmektedir. Prof. Wigner bilince açık açık
baş vurmadan kuantum mekanik süreçlerle ilgili bir tanım yapmanın
imkânsız olduğunu belirtmektedir. Jhon Wheleer in “evren garip
bir biçimde,bu katılımcıların katılımıyla var edilmiş
olabilir mi?” sorusuna Sir James Jeans “evren dev bir makineden çok,
dev bir düşünce şeklinde var olarak, zihnin
madde aleminin yaratıcısı ve hakimi olabileceği” sözü
ile cevap vermiş olmaktadır. Böyle bir evrende de zihin ve madde
ayrımı ortadan kalkarak, maddenin zihnin bir hali olduğu ve böylece
fiziki gerçeğin örgüsüyle,hayal gerçeği örgüsünün
birbirinden ayırt edilemeyeceği ortaya çıkmaktadır. Bu da
bizlerin var olan şeyleri keşfetmeyip onları oluşturmakta olduğumuz
gerçeğini göstermektedir. Tıpkı bilim adamlarının gerçekte var
olmamasına karşın denklemlerde açığa çıkan nötrinoyu
denklemin öngörüsü doğrultusunda maddeleştirmeyi başarmaları
gibi...
Einstein
ise; “yerçekimi,elektromanyetik kuvvet, enerji, akım, momentum, nötron
gibi kavramlar, her şeyin temelinde bulunduğu sezilen, nesnel
(objektif) gerçeği açıklayabilmek için insan zihninin kurduğu
teorik yapılar, benzetmeler ve sembollerden başka bir şey değildir.”diyerek
konuya açıklık getirmiştir.
Madde
ve zihin arasındaki ilişkiyi ve yapısını daha kapsamlı olarak
David Bhom un hologram teorisinde bulabiliriz. Hologram, kısaca tanımlarsak,
tek bir lazer ışınının iki ayrı ışına ayrılmasıyla oluşur.
İlk ışın, fotoğrafı çekilecek nesneden sektirilir. Sonra ikinci
ışın, ilkinin yansıyan ışınıyla çarptırılır. Bu durumda
ortaya çıkan girişim deseni, daha sonra bir film plakasına
kaydedilir. Başka bir lazer ışını, filmin içinden geçip onu aydınlatacak
olursa (ya da parlak bir ışık) orijinal nesnenin üç boyutlu bir
imgesi yeniden ortaya çıkar. Bu görüntüye elinizi uzatıp ona
dokunmak isterseniz eliniz, görüntünün içinden geçip gider;
ancak o zaman
gerçekte bir şey olmadığını anlarsınız. Yani, duyumlarınız
size ne derse desin, yeryüzündeki hiçbir alet hologramın havada
salınır gibi durduğu yerde, herhangi bir anormal enerji ya da varlığın
yer aldığını saptayamaz. Uzayda kapladığı yer, ancak bir aynada
gördüğünüz kendi üç boyutlu görüntünüz kadardır. Aynadaki
imgenin aynanın arkasındaki gümüşsü yüzeyin üzerinde yer alması
gibi. Bununla beraber plakayı ne kadar parçalarsanız parçalayın,
yine lazerle aydınlatıldığında aynı nesneyi oluşturacaktır.
Çünkü
Holografi, filmin her parçasında bütünün bilgisine sahip olması
demektir. Böylece hem mekânsızlık hem de bütünselliğe sahip
olma özelliği, kuantum düzeyindeki, madde-antimadde arasındaki
mesafe ne olursa olsun birindeki etkinin aynı anda diğerinde ortaya
çıkışını, plazma içindeki elektronların her birinin, tümün
bilgisine sahip olarak hareket etmesini,çift yarıklı deneyde yüz
farazi parçacığın aralıktan teker teker geçmelerine izin verildiğinde
parçacıkların % 10’unun A bölgesine çarptıktan sonra yarıktan
geçen öteki parçacıkların sanki ihtimal hesabını biliyormuşçasına
bölgeden kaçmalarını açıklamış olmaktadır.
Nörofizyolog
Karl Pribram da yaptığı araştırmalar sonucunda beynin Holografik
olarak çalıştığını bularak “eğer beyinlerimizdeki gerçeklik
görüntüsü aslında bir görüntü değil de bir hologramsa bu
neyin hologramıydı?
Hakiki gerçeklik nedir? Gözlemci tarafından gözlenen ve görünüşe
göre olan nesnel dünya mı,yoksa plaka / beyin tarafından kayıtlanan
girişim desenleri mi?” sorusuna nesnel gerçekliğin (kahve
fincanları,dağ manzaraları,sandalye masa…vb) belki de gerçekte
var olmayan tınlayan engin dalga boyları senfonisinin ancak bizim
duyularımıza ulaştıktan sonra bildiğimiz dünyaya dönüşen bir
frekanslar ülkesi şeklinde var olduğu biçiminde cevaplandırdı.
Başka
bir deyişle, beyinlerimiz,temelde başka boyutlardan, uzay-zamanın
ötesindeki daha derin bir varoluş düzeninden yansıyan frekansları
yorumlamak suretiyle nesnel gerçekliği matematiksel olarak oluşturmaktadır.
Yani beyin, holografik bir evrenin içerdiği bir hologramdır. David
Bhom bu noktada “her şeyin altında yatan bir düzenin ikinci
kademede ortaya çıkış görüntüsünden başka bir şey değildir.
Bu düzeni kuran, düzenin aynı zamanda hem de kendisi. Bir ve
tek...” şeklinde ifade etti.
Tıpkı
mistisizmin temelinde yatan, evrende her şeyin tek, bölünmez tümel
bir yapı olan kozmik bilinci kendi kapasitesince ortaya çıkaran ve
algılayan bilinç titreşimlerinin kendilerine has bir varlıkları
olmaksızın bir hayalden ibaret olduğu düşüncesi gibi...
Kenan
Keskin
http://afyuksel.com
11.8.2000
Kaynakça:
Ahmet F. Fevzi Yüksel ;“Bilim
Dini Etkiliyor”
Mıchael Talbot; Holografik
Evren
Paul Davies; Hem
insan, hem de ışık hızında dalga olabilir miyiz?
Tubitak Bilim Teknik; sayı 237, cilt 20.
|