22. Bölüm

Bundan önce yazdığımız ve yazacağımız yazıların daha iyi anlaşılması ve anlatılan konuların herhangi bir yanlış anlamaya neden olmaması için yayın akışımıza hazırladığım iki makale ile ara vermeyi gerekli gördüm. Şimdi bunu görelim:

Hologramın en temel özelliği; bir plakayı ne kadar parçalarsak parçalayalım, hiçbir zaman Bütünün bilgisini yok edemiyorduk. Ya da benzer deyişle; girişim desenlerinin birim alanından ne kadar zumlama yaparsak yapalım (veya küçülttükçe küçültelim) hiçbir zaman bunun sonu gelmeyeceği gibi, bütüne ait olan bilgiyi de içermekteydi. Bunun aksi de doğrudur. Yani girişim desenini ne kadar büyütürsek büyütelim (ya da hologram plakasının dışı diye bir şey olmadığı ancak konunun daha iyi anlaşılması için sanki, plaka dışındaki bir noktadan plakanın büyük bir kısmına baktığımızda) herhangi küçük bir alanındaki tüm bilgilerin boyutsallığıyla birlikte bu devasa alanda (ki bu da sınırsızdır) aynen bulunduğunu görürdük. Bu yüzden sonsuz boyutlar her bir katmanıyla sınırsız olarak her yerde mevcuttur. Biz buna mekânsızlık özelliği de demiştik.

Gerçekte mekânın olmaması, varlığın hakikâti dışında bir Tanrının var olmadığını gösterir. Bu konuda bir düşünür “Evrenleri ölçtüm, biçtim lakin kainatta, bir Tanrıya yer bulamadım” demiştir. “Tanrı yoktur, ama ortada var olan bu şey nedir?” dediğimizde, o zaman karşımıza holografik sistemle anlatmaya çalıştığımız Allah kavramı ortaya çıkar. Ayrıca, bize göre mekânda sınırsızlık ifade eden ezel-ebed, evvel-ahir gibi kavramları da boyutsal anlamda düşünmeliyiz. Mistik alanda da Nefs mertebeleri yani Evrensel Bilinç düzeyleri için de "Boyutsal olarak sonsuz, mekânsal olarak sınırsızdır" tabiri kullanılmaktadır. Dolayısıyla, böyle bir sistemde, hiçbir zaman mekânsal bir sınır getirilemeyeceği gibi, boyutsal olarak da bir sınırlama getirilemez. Bu anlamda büyük ve küçük gibi kavramlar söz konusu olmaksızın, sonsuz küçüklükle sınırsız büyüklük aynı Tek Şey olmaktadır. Bu nedenle; holografik bir evrende ikincil ayrı bir yapı hiç bir zaman ve hiçbir biçimde oluşturulamaz ve hatta düşünülemez. Böylece, parça-bütün...vs ilişkisi olmadığına göre, bizim tarafımızdan algılansın ya da algılanmasın, sonsuz-sınırsız âlemlerin, evrenlerin, varlıkların kaynağı olan örtük düzendeki frekansal alanlar hiçbir birleşme olmaksızın çok daha büyük bir girişim deseninin küçük bir motifini teşkil eder halde mevcuttur ki bu da aynı biçimde bir üst girişimin...şeklinde devam eder gider...

Tıpkı bir Bektaşi’nin "Allah’ın dahi yapamayacağı bir iş vardır" demesi gibi. Bu sözü anlamayan ve üzerinde düşünmeye, tefekkür etmeye dahi tenezzül etmeyen  ve takım tutar gibi Din sahibi olanlar, Bektaşi’ye hemen saldırır, boğazına yapışırlar. "Söyle kâfir nedir bu iş!" diye. Bektaşi, zor  zar sessizce söylemiş: "Gücü yetiyorsa beni mülkünün dışına atsın". İnsanca düşünen birim, bunu Allah’ ın bir  acziyeti olarak görür. Halbuki bu durum acziyetin ifadesi değil, Kemalatın ifadesidir. Çünkü, bırakın tek bir parça meydana getirmesini, sonsuz parçalar dahi yaratmış olsa bile bu durum kudretinin bittiği ve bir başka kudretin, bilincin olduğu anlamına gelerek, kudretine, ilmine (dolayısıyla, tüm vasıf ve özelliklerine) bir sınırlama getirir ki bu da O’nu bir Tanrı mesafesine indirir. Buna karşın Tanrıya inananlar ise, O’ nun sonsuz parçalar yaratmasını bir kemalat olarak görürler.

Bu nedenle; gerçekte, iç-dış, ön-arka (dolayısıyla herhangi bir noktaya yönelme*), büyük-küçük, makro-mikro, parça-bütün, geçmiş-gelecek, ezel-ebed, devamlılık-devamsızlık, varlık ve yokluk, zahir-batın, ...vb gibi ilişkilerden hiçbir zaman söz edemeyiz. Eğer söz ediliyorsa, o zaman da hangi orijine (merkeze) göre diye düşünmemiz, sormamız gerekir. Oysa böyle bir sistemde makro ya da mikro  düzeyde kıyas edilecek ikinci bir yapı olmadığı için orijinden bahsedilemez. Çünkü Mutlak’tır. Yani, hiçbir boşluğu olmayan eksiksiz bir yapı olarak O’na bir şeyin eklenip çıkartılması, nüfuz edebilmesi mümkün değildir. O öyle Mutlaktır ki, sonsuzluk ve sınırsızlık bile algılayana göredir.

Bu Mutlak boyutta yer alan sonsuz bilgiler zaman-mekân kaydı, sınırlaması olmaksızın mevcuttur. Varlık dediğimiz şey de hem boyutsal hem de mekânsal anlamda göresellik farkından dolayı birbirlerine göre belirgindirler. Her ne kadar kendi açılarından bir varlıkları ve buna göre de tanımladıkları somut nesneler ve soyut kavramları mevcut gibi görünseler de izafi oluşları dolayısıyla gerçekte hepsi bir hayalden, bir imgeden ibarettirler. Bu nedenle göresellik hiçbir zaman ve boyutta ortadan kalkmayarak her yerde ve ortamda daimi olarak devam eder.(Bkz. Metafiziksel Yanılgılar 7 / Boyutsal Yansımalar-www.sufizmveinsan.com/Fizik)

Şimdi de maddesel boyuttan yola çıkıp, öze doğru inersek, önce moleküller, sonra atom, parçacıklar, sonra da enerji boyutu olarak dört temel kuvvet ve birleşik tek bir kuvvet (alan) olarak uzay-zamanın bittiği, Mutlak Boşluk, Vakum Potansiyeli, Mutlak Sıfır Nokta ( ki küçük bir noktanın sonsuz bir bilgi içermesi dolayısıyla, sahip olduğu sonsuz saf) enerjisi olan Kuantum Potansiyeline ulaşmış oluruz. Beşinci Element, yani Hakikâtimiz olan, Uzay olarak da düşünebileceğimiz bu boyut, aynı zamanda projekte açısından baktığımızda Evrenin Geni hükmünde olan Akaşa(lar)'dır.

Böylece; evrende, madde ve boyutsal katmanları dışında bir evren, kâinat ya da hiçbir  tür yapı ve kavramların mevcut olmadığını görürüz. Bu yüzdendir ki, geçmişte dinsel anlatımlarda sembolik bir biçimde hep dışımızda, maddenin ötesinde anlatılan Cinler, Zebaniler, Melekler, Berzah, Cennet, Cehennem, Fetih, Keşif, Vahiy,İlham, Mucizeler, Kerametler, İstidraçlar, İsra, Miraç, Burak, Refref...vb kavramları, görünen ya da algılayamadığımız Maddenin Özündeki Boyutlarda yine Maddenin Hakikâti ve ondaki sistem, işlevler olarak düşünmeliyiz. Bu nedenledir ki, beş duyusal bilince sahip biz inançlı insanlar bu kavramları, maddenin ötesine atarak Tanrısallık kavramı içinde düşünürken, maddeci (materyalist) görüştekiler, Maddenin ve boyutsallığının ötesinde bir şeyin var olmadığını kabul ettikleri için yukarıda anlattığımız kavramları reddetmektedirler. Oysa, bunlar hem madde hem de boyutsallığına kendi kısıtlı algılamalarına göre sınır getirerek** evrendeki Mutlak Bilinci yok sayıp olan bilinci de maddenin bir özelliği olarak görmek suretiyle, büyük bir yanılgıya düşmektedirler. Yani, ebedi ve ezeli olarak her zaman kendi kendine var olan madde yoksa, bunun varlığına dayalı bilinç de yok olur. Fakat yine de maddenin kendi kendine var oluşuna dair hiçbir açıklama getiremezler.

Bu yüzden; bir bilinç öze doğru algı durumunu değiştirdiğinde, hiçbir zaman var olmayan parçalardan oluşmuş, birbirinden kopuk, belli bir sınırı olan boyutları değil, maddenin hakikâti olan boyutları  algılar. Benzer deyişle; bilincin sıçraması, tekâmülü sırasında şuur çeşitli boyutlara, mertebelere geçmez, istisnasız, her birimin özünde bir Bütün halde bulunan boyutların bakış açısı, o birimin bilincinde belirir. Bunu biraz daha açarsak; gerçekte, Tek bir boyut vardır. Diğer boyutlar ise, göresellik içinde onu algılayanın bakış açısına göre mevcuttur. Böylece, bir Tek boyutun farklı görünümleri olan mertebelerin toplu halde bulunması dolayısıyla, bir tek boyutun var olmaması durumu otomatikman diğer boyutların da olmaması anlamına gelir ki, bu durumda da varlık dediğimiz şey oluşmazdı. Bu yüzden insanların çok küçük bir kısmı bu Tek mertebenin farkında olduğu kadarını müşahede edip Bilinç düzeylerini (mertebelerini) meydana getirirken, insanlığın büyük çoğunluğu da bu boyutların en alt seviyesi olan maddesel boyutta farkındasız bir şekilde yaşamını sürdürür. Yine tüm Bilinç düzeylerinin bir Bütün olarak varlıkta mevcut olması, dolayısıyla varlıktaki tüm oluşlar ve olacaklar her an daima en üst bilinç boyutundan, mertebe mertebe en alt seviyeye yansıyarak açığa çıkmaktadır. Yani, bir boyut bir alt boyuta dönüşerek o boyutun kuralları içerisinde o boyutun kendisi olarak açığa çıkar ki, bu durumun bir diğer farklı ifade şekli de kısaca Yansıma kavramıdır. Ancak bir boyut  bir alt boyut şeklinde açığa çıktığında o boyut(lar)la kayıtlanmaz.

Mistik alanda bu “Allah, alemlerin Rabb’ıdır.”, “Allah alemlerden Ganidir” benzer deyişle, “Allah her bir âleme o âlemin suretleri olarak tecelli eder, fakat o suretlerle kayıtlı değildir “ şeklinde ifade edilir.

Sistemin bu özelliği dolayısıyladır ki, kendini bu bilinç seviyelerinin birinde tanıyan bir birim, tüm sistemi bulunduğu boyut itibariyle değerlendireceği için, kendini pik nokta olarak görmekte ve bir üst boyutta (ya da boyutlarda) olan bir şuuru da kendi ilmine, algısına göre tanıyarak kendinden ayrı farklı bir pozisyonda olduğunu anlayamamakta, o şuuru gerçek kimliğiyle tanıyamamaktadır. Buna karşın alt boyutlarındaki bilinçleri de yine kendinden ayrı bir varlık olarak görmeksizin algılar. İşte bu nedenledir ki, cennet boyutunda soruların bittiği bilincin tatmine ulaştığı içindir ki (kendi mertebesince) bulunduğu noktanın en iyi düzey olduğunu düşünüp üst boyut (veya boyutlardan) haberdar olamayacaktır. Eğer olmuş olsaydı, bu sefer o bilinç üst boyutların özelliklerini ortaya koyamamanın acısını tadıp bunun azabını duyacaktı. Oysa cennette azaba yer yoktur. Buna karşın cehennem ortamında birim, fiziksel ve ondan çok daha şiddetli düşünsel ızdırabın yanında en büyük azap olan Allah ‘tan uzak düşmenin yani, özünde birçok vasıf ve özelliğin (ilim ve kudretin) var olduğunu fark edip de ortaya koyamamasının azabını tadacaktır. Bunun bir diğer ismi de “lanetlenmek”tir.

Oysa, boyutsallık kavramı yerine Tanrısal anlayışla aynı şey şöyle algılanmaktadır: Bir Tanrı var, bir de Tanrının elinin altında hazır bulundurduğu, hazırladığı, birbirinden ayrı bağımsız mertebeler ve bu mertebeleri ibadet ve ahlaki değerlerle ilerlemiş insanların kalbine (ki ne demekse) verdiği, kulları yani, Peygamberleri, elçileri, velileri, azizleri. Böylece bu kullar da Tanrının verdiği ve belli bir sistemle de açıklanamayan, sır olan, bilinemeyen olağan üstü güçler, mucizeler ya da kerametlerle, Tanrının gücünü insanlara göstererek Tanrıya inanmalarını ve böyle yaptıkları taktirde ötelerde bir yerlerde (mekânlarda) ki bu mertebelere ve cennetlere kanatlı melekler vasıtasıyla ulaşacaklarını bildirmektedirler. Bununla birlikte bu birimler bir mekânda, ortamda bulunan cennetlere belli bir süre sonra gidince bir de orada Tanrının onlara hazırlayacağı yine birbirinden bağımsız mertebelere kavuşacaklardır. Oysa bu ve benzeri düşünceleri, olayları hologram ve boyutsallık kavramı açısından tekrar düşündüğümüzde, böyle birimlerin yeryüzünde iken o boyutları yaşadıklarını anlarız. Çünkü kıyamet ve berzah boyutundaki kabir, cehennem,cennet boyutlarını bu dünyada yaşarken geçmişlerdir. Yani, anlatımlarda belli bir zaman, süre sonra ya da önce gibi kavramlar boyutsal anlamda düşünüldüğünde, zamansal bir yapı olmaksızın an içinde  tüm bunlar yaşanılır. Çünkü holografik bir sistemde öncelik-sonralık, başlangıç-son...vb gibi kavramlar mevcut değildir.

Bu yüzdendir ki, ister Kur’an, ister Resulullah’ın sözlerinde isterse de, varisi Resulullah’ın ifadelerinde gelecekteki kıyametle ya da Mehdi, İsa, Deccal (ki bu Kuran’da açık olarak ifade edilmez) ve bazı olaylarla ilgili bahislerde hiçbir zaman tarih verilmemiş ve bunlar her zaman olacakmış gibi anlatılmışlardır. Bunun bir nedeni, olacak olayların zamansız boyuttan algılanması iken, ikinci olarak da, bu tür kavramların Boyutsal Anlam ifade etmesidir. Yani, bunların insanda holografik bir biçimde boyutsal bir katman oldukları ve bilincin bu frekanssal alanları deşifre etmek suretiyle algılanır hale gelebileceğini söylemektedir. Oysa, zaman ve mekânla sınırlanmış biz kendini bilmeyen  bilinçler için de aynı şey söz konusu olsa da,bizler bu durumu belli bir zaman, süre şeklinde algılamaktayız.

Sadece önce ve sonra ifadesinde değil, bizler tarafından anlaşılabilmesi ve beş duyu ötesi kavramlara belli bir yaklaşım sağlanabilmesi için algılama araçlarımıza göre tanımlanmış diğer kavramları da boyutsal açıdan değerlendirmeliyiz. Yani; yaklaşma-uzaklaşma, gelme-gitme, Allah’ tan uzak düşme, lanetlenme, tard edilme, belli bir makamdan inme, Allah’ın huzurundan kovulma, alçalma, alçatılma, âmâ (kör) olma...vb. kavramların hepsi Bilincin boyutsal anlamda örtülmesi veya belli bir idrak düzeyinde iken bunun kapanması ya da anlaşılan bir halden anlaşılmayan bilinmezliğe geçme anlamındadır ki, bu mertebelerden düşme şeklinde de ifade edilmektedir. Dolayısıyla, Adem’ in, Havva’nın cennetten kovulması, İblis’in lanete uğraması, Allah’ tan uzaklaşmaları ve de aynı şekilde, özümüzden perdelenmemize sebebiyet veren tüm düşünce ve eylemlerimizi de bu kavram açısından değerlendirmeliyiz.

Benzer biçimde; Arş’a uzanma, Allah’a ulaşma, Uruc etme, kendini Allah’a satma, Allah’a firar etme, Allah’ın huzuruna çıkma, Allah’la beraber olma, O’nu vekil tutma, O’na tevekkül etme, Rabb’ini bilmek, Rabb’ini görmek, O’na yükselmek, ulaşmak, Allah gibi düşünmek,Allah’ın inzal ettiğiyle hükmetmek, Allah’ın ahlakıyla ahlâklanmak, Allah’ın namusu üzerine olmak, Allah bakışıyla âlemleri seyretmek, Allah’ın indinde olmak...vb gibi kavramlar da bilincin örtülmesinin aksine açılımlarla ilgilidir. Benzer ifadeyle, Hakikâtimiz olan Allah’a ait vasıf ve özelliklerin yine bizden, boyut boyut bilincimizden belirmesi ya da harekete geçmesiyle algılanan, hissedilen, yaşanılan şeylerdir.

İnsan dediğimiz varlığın hem maddesel yapısının ve boyutsallığının hem de bilincinin düzeylerinin (mertebelerinin) kaynağı olan örtük düzenin en küçük bir noktasında tüme ait olan bilgiye (bilinci,enerjiyi) sahip olması dolayısıyla Gizli Düzendeki var oluşa ait tüm bu bilgilerin birimin bilincinde açığa çıkarken, bunların uzak bir yerlerden, ötelerden, öteden ya da ikincil bir yapı olarak içinden, özündeki bir yerlerden gelip o birimi etkileme, gerekeni meydana getirme şeklinde değil, potansiyel olarak o noktada var olanın bir anda belirmesi şeklinde oluşmaktadır ki, bu durum da o birimin kapasitesi, açılım oranı, programı, yönlendiği istikametler doğrultusunda gerçekleşmektedir. Bu nedenle; Ruh’un, Melaikenin tenezzülü, nüzulü, gökten inmesi, Allah’ın ilim ve Kudretinin, İnsan adı altında açığa çıkan birimlerin tasarrufu, nüfuzu, yeryüzü melaikesinin varlıkta oluşturduğu etkiler, cinlerin meydana getirdiği oluşumlar, astrolojik tesirler...vb hep özden (enfüsümüzden) belirmesine rağmen, bulunduğumuz boyut itibariyle sanki dışarıdan geliyor da  bizi etkiliyormuş şeklinde afaktan algılanmaktadır. Oysa afakta gördüğümüz her şey, enfüsten başka bir şey değildir. Çünkü afak-enfüs, Zahir ve batın kavramları da algılanan ve bize göre algılanmayanın farkından ortaya çıkan izafi kavramlar olup, algılanan orijine göre yer değiştirebilmektedir. Yani, tek bir şeyin anlaşılan kısmı zahir, anlaşılamayan kısmı da Batın’dır. Batın anlaşıldığı zaman zahir, zahir de anlaşılmadığı zaman Batındır. Böylece Batın ve Zahir diye iki ayrı boyut yoktur. Batın aynı zamanda Zahir, Zahir de aynı zamanda Batındır. Dolayısıyla, kimine Batın olan gerçekler, kimine de zahirdir. Bunun yanında, Batın ehli olarak adlandırılan birimler ise zahir olan gerçeklerin , Batıni hakikatlerini anlayan, idrak eden birimlerdir. Bu birimlere göre; kendi bulundukları Bilinç düzeyleri açısından, zahir-batın kavramları geçerli değildir. Onlar batında zahiri, zahirde de Batın’ı basiret gözüyle görürler. Zahir ve Batın ehli arasındaki Boyutsal farklılıklar nedeniyle, Batın ehli tarafından apaçık aşikâr olan gerçekler, Zahir ehlince idrak edilemeyeceği için, onlar tarafından batın ehli, bilgisizlikle, anlayışlarına göre kabul ettikleri bilimselliğe (bu da, genellikle reform adı altında inanmadıkları mehdiliğe soyunup dini, hurafelerden arındıracağım diyerek maddeci bilimin görüşlerini dinle harmanlamak suretiyle temelinde buna uymayan mistik verileri inkar etmek olan materyalist Müslüman anlayışına) ters düşmek ve ona uymamakla suçlanarak çeşitli kötü ithamlara maruz kalmaktadırlar. Günümüzde popüler olarak gösterilmeye çalışılan Müslümanlık anlayışı da maalesef budur. Oysa, gerek geçmişte gerekse günümüzde suçlanan batın ehlinin ibadet çalışmaları dahi, zahir ehline göre kıyasa gelmeyecek düzeydedir.

Ayrıca enfüs ve afak kavramını Teklik anlayışı içerisinde boyutsal anlamda da düşünebiliriz. Yani, bir alt boyut üst boyutun afakı iken bir üst boyut da alt boyutun ya da boyutların enfüsüdür. Mesela, maddenin özüne vakıf olarak varlık âlemini ve ondaki kudreti kendinde görmeyi afak, aynı varlığı sisteme, öze dönük olarak algılama buna ait olan güce sahip olmayı ise enfüs şeklinde düşünebiliriz. Oysa bu durum kendi boyutlarınca, projekte olarak açığa çıkan afak, projektenin kendisi de enfüs şeklinde ifade  edilebilmektedir.

Aynı anda algılanamadığı için ortaya çıkan enfüs ve afak kavramını biz eski yazılarımızda hologram açısından özden (içten) dışa projekte olanın dıştan içe algılatması şeklinde ifade etmiştik. Bu nedenle; gördüğümüz ve bizi etkileyen her şeyin aslında bizde olan şeyin (manaların ya da özelliklerin) , açılımının veya özümüzde olanın, bilincimizde belirmesine karşın bu durumu anlayamadığımız için dışımızda görmekteyiz. Bunu genelleştirdiğimizde; her şeyin, bir diğer şeyin bütün özelliklerine sahip olarak aynı diğer şey olduğunu görürüz. Dolayısıyla bizi üzen her şeyi dışarıda aramak suretiyle biri ya da bir şeyleri suçlayarak bu gerçeklerden perdelenmekteyiz. Bu nedenle herhangi bir kimse ya da Tanrı bize zulmetmiyor veya bizi ödüllendirmiyor. Çünkü, ben, bende olan girişim desenlerindeki frekansların dışımda oluşturduğu üç boyutlu suretleri ve olayları yaşıyorum. Ve bendeki bu frekansal alanlar, her şeyin hakikâti olan Mutlak Bilince ait olmasına ve bir ben olarak da ikincil bir yapı olmamasına karşın, bu özelliklerin kısıtlı ve şartlanmalı bir biçimde benden, ben aracılığıyla ben olarak algılanıp açığa çıktığı içindir ki,benden meydana gelen her şeyin sonuçlarını iyi ya da kötü olarak yaşamaktayım, yaşayacağım. Dolayısıyla, her ne yaparsam yapayım, gerçekte dışımdakini değil yaptıklarımla kendimi açmakta ya da örtmekteyim. Özümden projekte olmasına karşın. Çünkü, diğer özsel mertebelerde projeksiyon ve algılatması bilincin sınırsız özelliği dolayısıyla azap durumunu meydana getirmezken, projeksiyonun çokluk boyutu algılatmasındaki sınırlılık, kayıtlılık, birimin sahip olduğu özsel yeteneklerini ortaya koyamamasına ve sonucunda da her türlü azabın ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Oysa bu sınırlı, kısır olarak algıladığımız özelliklerimizden sıyrılıp, sistemi enfüsümüzden değerlendirebilseydik, o zaman dışımızda, haricimizde görünen ya da görünecek tüm oluşların, beynimizi ve ona dayalı olan bilincimizi de meydana getiren şuurumuzdaki girişim desenlerinin frekanslarının daimi bir dönüşümü sonucu artı ve eksi kavramları olmaksızın ya da farklı görmemek veya zıtları cem etmek suretiyle bunları değerlendirirdik.

Bu nedenle insan kendi hesabını kendine vermekte ya da kendi kendine yapmakta, kabir, cehennem boyutlarındaki karşılaşacağı varlıkları kendi oluşturmakta, cehennem boyutundaki (maddi ve manevi olarak) kendi ateşini yine kendisi götürmekte ve yanı sıra da tüm bu boyutlar kendisinden belirmektedir. Zaten geçmişteki mistikler tarafından hep aynı şey söylenmiyor muydu? “Karşılaştırdığını oluşturan sensin. Ararsan kendinde ara, her ne var ise, kendinde var” diye. (Bkz. Dini Yanlış Algılamak / Sistemin Seslenişi I,II, / Okyanus Ötesi I,III-Ahmed Hulusi)

hologramk@yahoo.com
İstanbul - 14.01.2003
http://sufizmveinsan.com

*Maddeye sınırlama getirmeleri; bize göre soyut boyutlarda yer alan varlıkların birbirlerini somut olarak algılamaları nedeniyle var olan bu maddesel katmanları, kabul etmemeleri dolayısıyladır.

 

**Bu nedenle, Kâbe’deki ilim ve enerji, yönsüz olan Bilincin bu özelliğini bedensel boyuta yönelmiş olan istidatlı birimlerde açığa çıkartmaktadır. Yoksa, Kabe bu özelliğe sahip olmasa puttan ne farkı olurdu ki? Dolayısıyla gerçek ibadetler, bu boyutun gereği olarak yönelimler şeklinde olsa da Bilinç açısından, yönelimsizliğe yönelme biçiminde olmalıdır.

 


Üst Ana sayfa e-mail