Bundan
önce yazdığımız ve yazacağımız yazıların daha iyi anlaşılması
ve anlatılan konuların herhangi bir yanlış anlamaya neden
olmaması için yayın akışımıza hazırladığım iki makale
ile ara vermeyi gerekli gördüm. Şimdi bunu görelim:
Hologramın
en temel özelliği; bir plakayı ne kadar parçalarsak parçalayalım,
hiçbir zaman Bütünün bilgisini yok edemiyorduk. Ya da benzer
deyişle; girişim desenlerinin birim alanından ne kadar
zumlama yaparsak yapalım (veya küçülttükçe küçültelim)
hiçbir zaman bunun sonu gelmeyeceği gibi, bütüne ait olan
bilgiyi de içermekteydi. Bunun aksi de doğrudur. Yani girişim
desenini ne kadar büyütürsek büyütelim (ya da hologram
plakasının dışı diye bir şey olmadığı ancak konunun
daha iyi anlaşılması için sanki, plaka dışındaki bir
noktadan plakanın büyük bir kısmına baktığımızda)
herhangi küçük bir alanındaki tüm bilgilerin boyutsallığıyla
birlikte bu devasa alanda (ki bu da sınırsızdır) aynen
bulunduğunu görürdük. Bu yüzden sonsuz boyutlar her bir katmanıyla sınırsız olarak her
yerde mevcuttur. Biz buna mekânsızlık özelliği de demiştik.
Gerçekte
mekânın olmaması, varlığın hakikâti dışında bir Tanrının
var olmadığını gösterir. Bu konuda bir düşünür
“Evrenleri ölçtüm, biçtim lakin kainatta, bir Tanrıya yer
bulamadım” demiştir. “Tanrı yoktur, ama ortada var olan
bu şey nedir?” dediğimizde, o zaman karşımıza holografik
sistemle anlatmaya çalıştığımız Allah kavramı ortaya çıkar.
Ayrıca, bize göre mekânda
sınırsızlık ifade eden ezel-ebed, evvel-ahir gibi kavramları
da boyutsal anlamda düşünmeliyiz. Mistik alanda da Nefs
mertebeleri yani Evrensel Bilinç düzeyleri için de "Boyutsal
olarak sonsuz, mekânsal olarak sınırsızdır" tabiri
kullanılmaktadır. Dolayısıyla, böyle bir sistemde, hiçbir
zaman mekânsal bir sınır getirilemeyeceği gibi, boyutsal
olarak da bir sınırlama getirilemez. Bu anlamda büyük ve küçük
gibi kavramlar söz konusu olmaksızın, sonsuz küçüklükle sınırsız
büyüklük aynı Tek Şey
olmaktadır. Bu nedenle; holografik bir evrende ikincil ayrı
bir yapı hiç bir zaman ve hiçbir biçimde oluşturulamaz ve
hatta düşünülemez. Böylece, parça-bütün...vs ilişkisi
olmadığına göre, bizim tarafımızdan algılansın ya da algılanmasın,
sonsuz-sınırsız âlemlerin, evrenlerin, varlıkların kaynağı
olan örtük düzendeki frekansal alanlar hiçbir birleşme
olmaksızın çok daha büyük bir girişim deseninin küçük
bir motifini teşkil eder halde mevcuttur ki bu da aynı biçimde
bir üst girişimin...şeklinde devam eder gider...
Tıpkı
bir Bektaşi’nin "Allah’ın dahi yapamayacağı bir iş
vardır" demesi gibi. Bu sözü anlamayan ve üzerinde düşünmeye,
tefekkür etmeye dahi tenezzül etmeyen
ve takım tutar gibi Din sahibi olanlar, Bektaşi’ye
hemen saldırır, boğazına yapışırlar. "Söyle kâfir
nedir bu iş!" diye. Bektaşi, zor
zar sessizce söylemiş: "Gücü yetiyorsa beni mülkünün
dışına atsın". İnsanca düşünen birim, bunu Allah’
ın bir acziyeti
olarak görür. Halbuki bu durum acziyetin ifadesi değil,
Kemalatın ifadesidir. Çünkü, bırakın tek bir parça
meydana getirmesini, sonsuz parçalar dahi yaratmış olsa bile
bu durum kudretinin bittiği ve bir başka kudretin, bilincin
olduğu anlamına gelerek, kudretine, ilmine (dolayısıyla, tüm
vasıf ve özelliklerine) bir sınırlama getirir ki bu da
O’nu bir Tanrı mesafesine indirir. Buna karşın Tanrıya
inananlar ise, O’ nun sonsuz parçalar yaratmasını bir
kemalat olarak görürler.
Bu
nedenle; gerçekte, iç-dış, ön-arka (dolayısıyla herhangi
bir noktaya yönelme*), büyük-küçük, makro-mikro, parça-bütün,
geçmiş-gelecek, ezel-ebed, devamlılık-devamsızlık, varlık
ve yokluk, zahir-batın, ...vb gibi ilişkilerden hiçbir zaman
söz edemeyiz. Eğer söz ediliyorsa, o zaman da hangi orijine (merkeze) göre diye düşünmemiz, sormamız gerekir.
Oysa böyle bir sistemde makro ya da mikro
düzeyde kıyas edilecek ikinci bir yapı olmadığı için
orijinden
bahsedilemez. Çünkü Mutlak’tır. Yani, hiçbir boşluğu
olmayan eksiksiz bir yapı olarak O’na bir şeyin eklenip çıkartılması,
nüfuz edebilmesi mümkün değildir. O öyle Mutlaktır ki,
sonsuzluk ve sınırsızlık bile algılayana göredir.
Bu
Mutlak boyutta yer alan sonsuz bilgiler zaman-mekân kaydı, sınırlaması
olmaksızın mevcuttur. Varlık dediğimiz şey de hem boyutsal
hem de mekânsal anlamda göresellik farkından dolayı
birbirlerine göre belirgindirler. Her ne kadar kendi açılarından
bir varlıkları ve buna göre de tanımladıkları somut
nesneler ve soyut kavramları mevcut gibi görünseler de izafi
oluşları dolayısıyla gerçekte hepsi bir hayalden, bir
imgeden ibarettirler. Bu nedenle göresellik hiçbir zaman ve
boyutta ortadan kalkmayarak her yerde ve ortamda daimi olarak
devam eder.(Bkz. Metafiziksel Yanılgılar 7 / Boyutsal Yansımalar-www.sufizmveinsan.com/Fizik)
Şimdi
de maddesel boyuttan yola çıkıp, öze doğru inersek, önce
moleküller, sonra atom, parçacıklar, sonra da enerji boyutu
olarak dört temel kuvvet ve birleşik tek bir kuvvet (alan)
olarak uzay-zamanın bittiği, Mutlak Boşluk, Vakum
Potansiyeli, Mutlak Sıfır Nokta ( ki küçük bir noktanın
sonsuz bir bilgi içermesi dolayısıyla, sahip olduğu sonsuz
saf) enerjisi olan Kuantum Potansiyeline ulaşmış oluruz. Beşinci
Element, yani Hakikâtimiz olan, Uzay olarak da düşünebileceğimiz
bu boyut, aynı zamanda projekte açısından baktığımızda
Evrenin Geni hükmünde olan Akaşa(lar)'dır.
Böylece;
evrende, madde ve boyutsal katmanları dışında bir evren, kâinat
ya da hiçbir tür
yapı ve kavramların mevcut olmadığını görürüz. Bu yüzdendir
ki, geçmişte dinsel anlatımlarda sembolik bir biçimde hep dışımızda,
maddenin ötesinde anlatılan Cinler, Zebaniler, Melekler,
Berzah, Cennet, Cehennem, Fetih, Keşif, Vahiy,İlham,
Mucizeler, Kerametler, İstidraçlar, İsra, Miraç, Burak,
Refref...vb kavramları, görünen ya da algılayamadığımız
Maddenin Özündeki Boyutlarda yine Maddenin Hakikâti ve ondaki
sistem, işlevler olarak düşünmeliyiz. Bu nedenledir ki, beş
duyusal bilince sahip biz inançlı insanlar bu kavramları,
maddenin ötesine atarak Tanrısallık kavramı içinde düşünürken,
maddeci (materyalist) görüştekiler, Maddenin ve boyutsallığının
ötesinde bir şeyin var olmadığını kabul ettikleri için
yukarıda anlattığımız kavramları reddetmektedirler. Oysa,
bunlar hem madde hem de boyutsallığına kendi kısıtlı algılamalarına
göre sınır getirerek** evrendeki Mutlak Bilinci yok sayıp
olan bilinci de maddenin bir özelliği olarak görmek
suretiyle, büyük bir yanılgıya düşmektedirler. Yani, ebedi
ve ezeli olarak her zaman kendi kendine var olan madde yoksa,
bunun varlığına dayalı bilinç de yok olur. Fakat yine de
maddenin kendi kendine var oluşuna dair hiçbir açıklama
getiremezler.
Bu
yüzden; bir bilinç öze doğru algı durumunu değiştirdiğinde,
hiçbir zaman var olmayan parçalardan oluşmuş, birbirinden
kopuk, belli bir sınırı olan boyutları değil, maddenin
hakikâti olan boyutları algılar. Benzer deyişle; bilincin sıçraması, tekâmülü
sırasında şuur çeşitli boyutlara, mertebelere geçmez,
istisnasız, her birimin özünde bir Bütün halde bulunan
boyutların bakış açısı, o birimin bilincinde belirir. Bunu
biraz daha açarsak; gerçekte, Tek bir boyut vardır. Diğer
boyutlar ise, göresellik içinde onu algılayanın bakış açısına
göre mevcuttur. Böylece, bir Tek boyutun farklı görünümleri
olan mertebelerin toplu halde bulunması dolayısıyla, bir tek
boyutun var olmaması durumu otomatikman diğer boyutların da
olmaması anlamına gelir ki, bu durumda da varlık dediğimiz
şey oluşmazdı. Bu yüzden insanların çok küçük bir kısmı
bu Tek mertebenin farkında olduğu kadarını müşahede edip
Bilinç düzeylerini (mertebelerini) meydana getirirken, insanlığın
büyük çoğunluğu da bu boyutların en alt seviyesi olan
maddesel boyutta farkındasız bir şekilde yaşamını sürdürür.
Yine tüm Bilinç düzeylerinin bir Bütün olarak varlıkta
mevcut olması, dolayısıyla varlıktaki tüm oluşlar ve
olacaklar her an daima en üst bilinç boyutundan, mertebe
mertebe en alt seviyeye yansıyarak açığa çıkmaktadır. Yani,
bir boyut bir alt boyuta dönüşerek o boyutun kuralları içerisinde
o boyutun kendisi olarak açığa çıkar ki, bu durumun bir diğer
farklı ifade şekli de kısaca Yansıma kavramıdır. Ancak
bir boyut bir alt
boyut şeklinde açığa çıktığında o boyut(lar)la kayıtlanmaz.
Mistik
alanda bu “Allah, alemlerin Rabb’ıdır.”, “Allah
alemlerden Ganidir” benzer deyişle, “Allah her bir âleme o
âlemin suretleri olarak tecelli eder, fakat o suretlerle kayıtlı
değildir “ şeklinde ifade edilir.
Sistemin
bu özelliği dolayısıyladır ki, kendini bu bilinç
seviyelerinin birinde tanıyan bir birim, tüm sistemi bulunduğu
boyut itibariyle değerlendireceği için, kendini pik nokta
olarak görmekte ve bir üst boyutta (ya da boyutlarda) olan bir
şuuru da kendi ilmine, algısına göre tanıyarak kendinden
ayrı farklı bir pozisyonda olduğunu anlayamamakta, o şuuru
gerçek kimliğiyle tanıyamamaktadır. Buna karşın alt
boyutlarındaki bilinçleri de yine kendinden ayrı bir varlık
olarak görmeksizin algılar. İşte bu nedenledir ki, cennet
boyutunda soruların bittiği bilincin tatmine ulaştığı içindir
ki (kendi mertebesince) bulunduğu noktanın en iyi düzey olduğunu
düşünüp üst boyut (veya boyutlardan) haberdar olamayacaktır.
Eğer olmuş olsaydı, bu sefer o bilinç üst boyutların özelliklerini
ortaya koyamamanın acısını tadıp bunun azabını duyacaktı.
Oysa cennette azaba yer yoktur. Buna karşın cehennem ortamında
birim, fiziksel ve ondan çok daha şiddetli düşünsel ızdırabın
yanında en büyük azap olan Allah ‘tan uzak düşmenin yani,
özünde birçok vasıf ve özelliğin (ilim ve kudretin) var
olduğunu fark edip de ortaya koyamamasının azabını tadacaktır.
Bunun bir diğer ismi de “lanetlenmek”tir.
Oysa,
boyutsallık kavramı yerine Tanrısal anlayışla aynı şey şöyle
algılanmaktadır: Bir Tanrı var, bir de Tanrının elinin altında
hazır bulundurduğu, hazırladığı, birbirinden ayrı bağımsız
mertebeler ve bu mertebeleri ibadet ve ahlaki değerlerle
ilerlemiş insanların kalbine (ki ne demekse) verdiği, kulları
yani, Peygamberleri, elçileri, velileri, azizleri. Böylece bu
kullar da Tanrının verdiği ve belli bir sistemle de açıklanamayan,
sır olan, bilinemeyen olağan üstü güçler, mucizeler ya da
kerametlerle, Tanrının gücünü insanlara göstererek Tanrıya
inanmalarını ve böyle yaptıkları taktirde ötelerde bir
yerlerde (mekânlarda) ki bu mertebelere ve cennetlere kanatlı
melekler vasıtasıyla ulaşacaklarını bildirmektedirler.
Bununla birlikte bu birimler bir mekânda, ortamda bulunan
cennetlere belli bir süre sonra gidince bir de orada Tanrının onlara hazırlayacağı
yine birbirinden bağımsız mertebelere kavuşacaklardır. Oysa
bu ve benzeri düşünceleri, olayları hologram ve boyutsallık
kavramı açısından tekrar düşündüğümüzde, böyle
birimlerin yeryüzünde iken o boyutları yaşadıklarını
anlarız. Çünkü kıyamet ve berzah boyutundaki kabir,
cehennem,cennet boyutlarını bu dünyada yaşarken geçmişlerdir.
Yani, anlatımlarda belli bir zaman, süre sonra ya da önce
gibi kavramlar boyutsal anlamda düşünüldüğünde, zamansal
bir yapı olmaksızın an içinde
tüm bunlar yaşanılır. Çünkü holografik bir
sistemde öncelik-sonralık, başlangıç-son...vb gibi
kavramlar mevcut değildir.
Bu
yüzdendir ki, ister Kur’an, ister Resulullah’ın sözlerinde
isterse de, varisi Resulullah’ın ifadelerinde gelecekteki kıyametle
ya da Mehdi, İsa, Deccal (ki bu Kuran’da açık olarak ifade
edilmez) ve bazı olaylarla ilgili bahislerde hiçbir zaman
tarih verilmemiş ve bunlar her zaman olacakmış gibi anlatılmışlardır.
Bunun bir nedeni, olacak olayların zamansız boyuttan algılanması
iken, ikinci olarak da, bu tür kavramların Boyutsal Anlam
ifade etmesidir. Yani, bunların insanda holografik bir biçimde
boyutsal bir katman oldukları ve bilincin bu frekanssal alanları
deşifre etmek suretiyle algılanır hale gelebileceğini söylemektedir.
Oysa, zaman ve mekânla sınırlanmış biz kendini bilmeyen
bilinçler için de aynı şey söz konusu olsa da,bizler
bu durumu belli bir zaman, süre şeklinde algılamaktayız.
Sadece
önce ve sonra ifadesinde değil, bizler tarafından anlaşılabilmesi
ve beş duyu ötesi kavramlara belli bir yaklaşım sağlanabilmesi
için algılama araçlarımıza göre tanımlanmış diğer
kavramları da boyutsal açıdan değerlendirmeliyiz. Yani;
yaklaşma-uzaklaşma, gelme-gitme, Allah’ tan uzak düşme,
lanetlenme, tard edilme, belli bir makamdan inme, Allah’ın
huzurundan kovulma, alçalma, alçatılma, âmâ (kör)
olma...vb. kavramların hepsi Bilincin boyutsal anlamda örtülmesi
veya belli bir idrak düzeyinde iken bunun kapanması ya da anlaşılan
bir halden anlaşılmayan bilinmezliğe geçme anlamındadır
ki, bu mertebelerden düşme şeklinde de ifade edilmektedir.
Dolayısıyla, Adem’ in, Havva’nın cennetten kovulması, İblis’in
lanete uğraması, Allah’ tan uzaklaşmaları ve de aynı şekilde,
özümüzden perdelenmemize sebebiyet veren tüm düşünce ve
eylemlerimizi de bu kavram açısından değerlendirmeliyiz.
Benzer
biçimde; Arş’a uzanma, Allah’a ulaşma, Uruc etme, kendini
Allah’a satma, Allah’a firar etme, Allah’ın huzuruna çıkma,
Allah’la beraber olma, O’nu vekil tutma, O’na tevekkül
etme, Rabb’ini bilmek, Rabb’ini görmek, O’na yükselmek,
ulaşmak, Allah gibi düşünmek,Allah’ın inzal ettiğiyle hükmetmek,
Allah’ın ahlakıyla ahlâklanmak, Allah’ın namusu üzerine
olmak, Allah bakışıyla âlemleri seyretmek, Allah’ın
indinde olmak...vb gibi kavramlar da bilincin örtülmesinin
aksine açılımlarla ilgilidir. Benzer ifadeyle, Hakikâtimiz
olan Allah’a ait vasıf ve özelliklerin yine bizden, boyut
boyut bilincimizden belirmesi ya da harekete geçmesiyle algılanan,
hissedilen, yaşanılan şeylerdir.
İnsan
dediğimiz varlığın hem maddesel yapısının ve boyutsallığının
hem de bilincinin düzeylerinin (mertebelerinin) kaynağı olan
örtük düzenin en küçük bir noktasında tüme ait olan
bilgiye (bilinci,enerjiyi) sahip olması dolayısıyla Gizli Düzendeki
var oluşa ait tüm bu bilgilerin birimin bilincinde açığa çıkarken,
bunların uzak bir yerlerden, ötelerden, öteden ya da ikincil
bir yapı olarak içinden, özündeki bir yerlerden gelip o
birimi etkileme, gerekeni meydana getirme şeklinde değil,
potansiyel olarak o noktada var olanın bir anda belirmesi şeklinde
oluşmaktadır ki, bu durum da o birimin kapasitesi, açılım
oranı, programı, yönlendiği istikametler doğrultusunda gerçekleşmektedir.
Bu nedenle; Ruh’un, Melaikenin tenezzülü, nüzulü, gökten
inmesi, Allah’ın ilim
ve Kudretinin, İnsan adı altında açığa çıkan birimlerin
tasarrufu, nüfuzu, yeryüzü melaikesinin varlıkta oluşturduğu
etkiler, cinlerin meydana getirdiği oluşumlar, astrolojik
tesirler...vb hep özden (enfüsümüzden) belirmesine rağmen,
bulunduğumuz boyut itibariyle sanki dışarıdan geliyor da
bizi etkiliyormuş şeklinde afaktan algılanmaktadır.
Oysa afakta gördüğümüz her şey, enfüsten başka bir şey
değildir. Çünkü afak-enfüs, Zahir ve batın kavramları da algılanan
ve bize göre algılanmayanın farkından ortaya çıkan izafi
kavramlar olup, algılanan orijine göre yer değiştirebilmektedir.
Yani, tek bir şeyin anlaşılan kısmı zahir, anlaşılamayan
kısmı da Batın’dır. Batın anlaşıldığı zaman zahir,
zahir de anlaşılmadığı zaman Batındır. Böylece Batın ve
Zahir diye iki ayrı boyut yoktur. Batın aynı zamanda Zahir,
Zahir de aynı zamanda Batındır. Dolayısıyla, kimine Batın
olan gerçekler, kimine de zahirdir. Bunun yanında, Batın ehli
olarak adlandırılan birimler ise zahir olan gerçeklerin , Batıni
hakikatlerini anlayan, idrak eden birimlerdir. Bu birimlere göre;
kendi bulundukları Bilinç düzeyleri açısından, zahir-batın
kavramları geçerli değildir. Onlar batında zahiri, zahirde
de Batın’ı basiret gözüyle görürler. Zahir ve Batın
ehli arasındaki Boyutsal farklılıklar nedeniyle, Batın ehli
tarafından apaçık aşikâr olan gerçekler, Zahir ehlince
idrak edilemeyeceği için, onlar tarafından batın ehli,
bilgisizlikle, anlayışlarına göre kabul ettikleri bilimselliğe
(bu da, genellikle reform adı altında inanmadıkları mehdiliğe
soyunup dini, hurafelerden arındıracağım diyerek maddeci
bilimin görüşlerini dinle harmanlamak suretiyle temelinde
buna uymayan mistik verileri inkar etmek olan materyalist Müslüman
anlayışına) ters düşmek ve ona uymamakla suçlanarak çeşitli
kötü ithamlara maruz kalmaktadırlar. Günümüzde popüler
olarak gösterilmeye çalışılan Müslümanlık anlayışı da
maalesef budur. Oysa, gerek geçmişte gerekse günümüzde suçlanan
batın ehlinin ibadet çalışmaları dahi, zahir ehline göre kıyasa
gelmeyecek düzeydedir.
Ayrıca
enfüs ve afak kavramını Teklik anlayışı içerisinde
boyutsal anlamda da düşünebiliriz. Yani, bir alt boyut üst
boyutun afakı iken bir üst boyut da alt boyutun ya da boyutların
enfüsüdür. Mesela, maddenin özüne vakıf olarak varlık âlemini
ve ondaki kudreti kendinde görmeyi afak, aynı varlığı
sisteme, öze dönük olarak algılama buna ait olan güce sahip
olmayı ise enfüs şeklinde düşünebiliriz. Oysa bu durum
kendi boyutlarınca, projekte olarak açığa çıkan afak,
projektenin kendisi de enfüs şeklinde ifade
edilebilmektedir.
Aynı
anda algılanamadığı için ortaya çıkan enfüs ve afak
kavramını biz eski yazılarımızda hologram açısından özden
(içten) dışa projekte olanın dıştan içe algılatması şeklinde
ifade etmiştik. Bu nedenle; gördüğümüz ve bizi etkileyen
her şeyin aslında bizde olan şeyin (manaların ya da özelliklerin)
, açılımının veya özümüzde olanın, bilincimizde
belirmesine karşın bu durumu anlayamadığımız için dışımızda
görmekteyiz. Bunu
genelleştirdiğimizde; her şeyin, bir diğer şeyin bütün özelliklerine
sahip olarak aynı diğer şey olduğunu görürüz. Dolayısıyla
bizi üzen her şeyi dışarıda aramak suretiyle biri ya da bir
şeyleri suçlayarak bu gerçeklerden perdelenmekteyiz. Bu
nedenle herhangi bir kimse ya da Tanrı bize zulmetmiyor veya
bizi ödüllendirmiyor. Çünkü, ben, bende olan girişim
desenlerindeki frekansların dışımda oluşturduğu üç
boyutlu suretleri ve olayları yaşıyorum. Ve bendeki bu
frekansal alanlar, her şeyin hakikâti olan Mutlak Bilince ait
olmasına ve bir ben olarak da ikincil bir yapı olmamasına karşın,
bu özelliklerin kısıtlı ve şartlanmalı bir biçimde
benden, ben aracılığıyla ben olarak algılanıp açığa çıktığı
içindir ki,benden meydana gelen her şeyin sonuçlarını iyi
ya da kötü olarak yaşamaktayım, yaşayacağım. Dolayısıyla,
her ne yaparsam yapayım, gerçekte dışımdakini değil yaptıklarımla
kendimi açmakta ya da örtmekteyim. Özümden projekte olmasına
karşın. Çünkü, diğer özsel mertebelerde projeksiyon ve
algılatması bilincin sınırsız özelliği dolayısıyla azap
durumunu meydana getirmezken, projeksiyonun çokluk boyutu algılatmasındaki
sınırlılık, kayıtlılık, birimin sahip olduğu özsel
yeteneklerini ortaya koyamamasına ve sonucunda da her türlü
azabın ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Oysa bu sınırlı,
kısır olarak algıladığımız özelliklerimizden sıyrılıp,
sistemi enfüsümüzden değerlendirebilseydik, o zaman dışımızda,
haricimizde görünen ya da görünecek tüm oluşların,
beynimizi ve ona dayalı olan bilincimizi de meydana getiren şuurumuzdaki
girişim desenlerinin frekanslarının daimi bir dönüşümü
sonucu artı ve eksi kavramları olmaksızın ya da farklı görmemek
veya zıtları cem etmek suretiyle bunları değerlendirirdik.
Bu
nedenle insan kendi hesabını kendine vermekte ya da kendi
kendine yapmakta, kabir, cehennem boyutlarındaki karşılaşacağı
varlıkları kendi oluşturmakta, cehennem boyutundaki (maddi ve
manevi olarak) kendi ateşini yine kendisi götürmekte ve yanı
sıra da tüm bu boyutlar kendisinden belirmektedir. Zaten geçmişteki
mistikler tarafından hep aynı şey söylenmiyor muydu? “Karşılaştırdığını
oluşturan sensin. Ararsan kendinde ara, her ne var ise,
kendinde var” diye. (Bkz. Dini Yanlış Algılamak /
Sistemin Seslenişi I,II, / Okyanus Ötesi I,III-Ahmed Hulusi)
hologramk@yahoo.com
İstanbul
- 14.01.2003
http://sufizmveinsan.com
*Maddeye
sınırlama getirmeleri; bize göre soyut boyutlarda yer alan
varlıkların birbirlerini somut olarak algılamaları nedeniyle
var olan bu maddesel katmanları, kabul etmemeleri dolayısıyladır.
**Bu
nedenle, Kâbe’deki ilim ve enerji, yönsüz olan Bilincin bu
özelliğini bedensel boyuta yönelmiş olan istidatlı
birimlerde açığa çıkartmaktadır. Yoksa, Kabe bu özelliğe
sahip olmasa puttan ne farkı olurdu ki? Dolayısıyla gerçek
ibadetler, bu boyutun gereği olarak yönelimler şeklinde olsa
da Bilinç açısından, yönelimsizliğe yönelme biçiminde
olmalıdır.
|