Yanlış
algılanan bir nokta da “gördüğün yarattığındır”,
“algılanan, algılayıcı tarafından mevcuttur” kavramlarıdır.
Oysa, sistemin temel prensibi böyle olsa bile bu ifadelerin de
çeşitli boyutsal düzeyleri
bulunmaktadır. Yani bu kavramların bir Mutlak
anlamda, bir göreceli
olarak boyutsal ve dolayısıyla sınırsız bilinç düzeylerinde,
bir de en alt, yani
beş duyusal anlamda çıkışları bulunmaktadır. Bu
boyutsal anlatımları ayırt edemezsek yani, üst bilinç
boyutlarına ait ifade (ya da ifadeleri) en alt boyut (veya
boyutlara) monte etmek suretiyle sistemi bu açıdan değerlendirip
buna göre de birtakım hissedişlere kapılmak ya da bu durumu
bütün yönleriyle irdelemeden yaşantıya geçirmek,
birimlerin yanılgılar içinde yanılgılara düşmesine ve
sonucunda da azabın kendileri için oluşmasına neden olacaktır.
Algılananın algılayıcı tarafından mevcut olması ve gördüğünün
yarattığı olmasına karşın.
Yine
bu ifadelerin boyutsal
karıştırılmaları nedeniyle içine düştüğümüz bir
diğer önemli yanılgı da, Evrenin bizim için yaratılmış
olduğunu düşünmemizdir. Yani, güneşin bizim için doğup
battığını, yıldızların bizim için oluşup olgunluk dönemlerine
geldikten sonra süpernova patlamalarıyla yok olduklarını,
galaksilerin milyonlarca,
milyarlarca ışık yılı uzunlukta süper ya da hiper kümeler
oluşturarak bir nokta etrafında dönmeleri, Nar ve Nur yapılı
varlıkların var oluşu...vb gibi hep sistemin ve varlıkların
bizim için oluştuğunu zannetmekteyiz. Oysa, sistem bizim için oluşturulmuş değil, biz
sistem içinde kendini bulmuş birimleriz. Sistemin bizim için
yaratılmış olması için beş duyusal kimlikten sıyrılıp Evrensel
Kimliğe sahip olmamız gerekmektedir. Bu nedenle “Evreni,
âlemleri, felekleri... senin için yarattım” hitabı, biz sınırlı
birimler için değil, Evrensel
Bilince yani Kozmik
Şuura sahip İnsan (İnsanı Kâmiller) için söylenmiş bir ifadedir. Yani bu
hitabın muhatabı Hz. Muhammed (sav) Efendimizdir.
Benzer
deyişle; sınırsız bir mekânda sonsuz sayıdaki galaksilerin
(ki günümüz araçlarına göre tespit edilenlerin sayısı
iki yüz milyardır.) bir tanesindeki ortalama dört yüz
milyar yıldızdan biri olan güneşimizin etrafında dolanan
yeryüzü üzerinde dünyaya gelmiş bir insan olma yönüyle değil,
Öz’ü itibariyle tüm bu sonsuz âlemleri boyutsallığıyla
içinde barındıran ve ilk yaratılmış varlık olan Hakikât-i
Muhammedî Boyutundaki İnsan olma yönüyledir. Zaten
Hadisi Kudsi’de de buna işaretle “Müminin
kalbi, Allah’ın Arş’ıdır ” denmiyor muydu?
Dolayısıyla,
Kur’an’da anlatılan Resul,
Nebi ve kavimler gibi kelimeler de (aslında bu
Kur’an’daki diğer tüm
kavramlar için de geçerlidir) aynı zamanda bu ilk yaratılan
boyutun çeşitli bilinç düzeylerini anlatan ifadelerdir. “Kur’an
ve İnsan ikiz kardeştir” hadisi hükmünce, birimsel
bilincin evrensel bilinçten ayrı, kopuk bir yapıya sahip
olmaması dolayısıyla anlatılan bu kıssalar, her ne kadar eski
bilinmeyen devirlerde ya da belli sürelerde yaşanmış-bitmiş
ve orada, o çağda, o zaman diliminde kalmış olaylar şeklinde
ve biraz da günümüz mantığına tersmiş gibi görünse de
gerçekte, sistemin belli yönlerini her An birimin çeşitli özellikleri
ve vasıfları şeklinde anlatan boyutsal ifadelerdir. Benzer
deyişle; birimde her An potansiyel olarak yürürlükte olan bu özellikler geçmişte
bu olaylar şeklinde sembolize edilmiştir ( bu olaylar hiç
yaşanmamış anlamında değil). Bu kavimdeki olumlu kişi(ler)
ve olaylar bizim pozitif yönlerimizi, negatif kişi(ler) ve
olaylar da negatif özelliklerimizi anlatmaktadır. Dolayısıyla,
Kur’an’ın neresini Okursak Okuyalım aslında
kapasitemizce kendimizi Okumaktayız.
Farkında olamasak da... Bu yönüyledir ki, İslam Dinini eleştirenlerin
sıkça dile getirdikleri gibi Kur’an, birtakım efsaneler,
kehanetler anlatan, Mitolojik bir kitap değildir.
Bu nedenle kendilerini bu bilinç seviyelerinde tanıyan
birimlere, O Resul ya da Nebinin meşrebi üzerinedir denir.
Mesela Musevi meşrep, İsevi meşrep, Muhammedi meşrep...vb.
Ayrıca, Kur’an’da Zebur’un, Tevrat’ın, İncil’in
bulunması ise yine bu boyutsallık kavramı dolayısıyladır.
Buna karşın, biz klasik anlamda, Resul ve Nebilerin bizim gibi
sıradan insanlar olduğunu zannedip,
bir de bizlerden ve
her şeyden kopuk, ayrı, ötedeki bir Tanrının rasgele seçtiği
(yani genetik intikali
yok sayarak) alelade, iyi, temiz kalpli, ahlaklı olan bu
kulların onun postacılığını yerine getirmek suretiyle rayından,
rotalarından çıkmış insanlara sosyal düzen, devlet
rejimleri, insanları kendi çıkarları doğrultusunda güdecek
halifeler, anayasalar oluşturmak ve bunu amaç edinerek yapılan
ibadetler sonucu da Tanrının cennetine sokulacaklarını
bildirmek için gelmiş elçiler olarak görmekteyiz. Bunun
sonucu olarak da, dünya yaşamının neredeyse yok hükmünde
olduğu ölüm ötesi boyutlarında zarar göreceğimiz şeylerden
korunma yollarını ve yanı sıra da Evrensel Sistemin çeşitli
yönlerini şuur katmanlarının bizde, kendimizde olduğunu
anlatan birimler olarak değerlendirememekteyiz. Oysa “Ben
sizin misliniz olarak beşerim” diyen Hz. Muhammed
(sav)’in bu sözünü çok iyi düşünmemiz gerekli.
Boyutsallık
kavramını göz önüne aldığımızda, Arz kavramını beden,
Arş’ı da o bedenin şuuru olarak düşünebileceğimiz gibi,
bu durum her boyut için geçerli olup tüm varlığı, sınırsızlığı
ve boyutsallığıyla birlikte Arz, bunun kaynağı olan Örtük
Düzen (Kuantum Potansiyelin) deki Bilinci de Arş olarak ifade
edebiliriz ki, “Misliniz
olarak Beşerim” kavramını bu açıdan değerlendirmemiz
gerekir. Aynı zamanda; Arz’ı Yer, Arşı da Gök (Sema) anlamında da ifade edebiliriz.
Mistik
alanda, Evvel-Ahir,
Ezel-Ebet, Önce-Sonra kavramlarının geçtiği ifadeleri
Boyutsal anlamda düşünemediğimiz için, bir türlü yerli
yerine oturtamadığımız ya da hiç idrak edemediğimiz için
kolaylıkla reddettiğimiz konulardan birkaçı da şunlardır:
“Allah’u
Teala, Ruhları cesetlerinden iki bin yıl önce yarattı”
(Hadis)
“Ben yaratılışça Nebilerin ilkiyim; Nebilikçe de
sonuncuyum! Ben Nebi iken, Adem su ile çamur arasında
bulunmaktaydı” (Hadis)
“Allah, mahlukatın kaderini gökleri ve yeri yaratmazdan elli
bin sene evvel yazmıştır (takdir etmiştir)”
Bu
ifadelerden anlaşılması gereken; ruhların, cesetlerden belli
bir süre önce değil, boyutsal olarak önce yaratıldığıdır.
Cesetlerin ruhları ise, insanın değil, gezegenlerin, yıldızların,
galaksilerin... yani evren dediğimiz yapının ikiz boyutları
ya da mana boyutlarıdır. Çünkü, çokluk boyutu, evrenin
ikizi olan Nur ve Nar boyutunun
safha safha yoğunlaşması ile, görünür boyutta açığa çıkarken,
insanın Ruhu, ruhçuların
algılamadaki yanılgıları dolayısıyla (ya da din düşünürlerinin
ezbere konuştukları gibi) bildiğimiz sıralama şeklinden bir
farkla, anne karnındaki 120. günde beyin tarafından meydana
gelmekte olup bundan önce kesinlikle mevcut değildir. Bu
hadislerdeki ifadenin insan ruhuyla ilgisinin olmadığını ve
tüm bu olayların boyutsallık içinde değerlendirilmesi
gerektiğini ünlü İslam mutassavıfı İmamı Gazali de
benzer şekillerde ifade ederek Hz Muhammed (sav)’ in Ruhunun
bile 120. günden önce olmadığını belirtmektedir.
Dolayısıyla
ikinci hadisteki ifadeyi de göz önüne alırsak, yaratılışı
takdir anlamına geldiği gibi, boyutsal anlamda Hakikât-i
Muhammedi boyutuyla ilgilidir ki, ilk yaratılan boyuttur.
Mistik alanda Ruh yönüyle Ruhu azam, Aklı yönüyle Aklı
Evvel (Kozmik bilinç) yani orijinaliyle Evrendir. Yoksa
et-kemik boyutumuzda kendimiz gibi görüp değerlendirdiğimiz
yapısı ile değil, Evrensel Bilinç ve Kimliği yönüyle
ifade edilmiştir. Tıpkı “Âlemleri, felekleri... senin için
yarattım” sözünde olduğu gibi.
Üçüncü
hadisteki ifade de yine boyutsal anlamda kullanılmıştır. Ayrıca
burada geçen “iki bin, elli bin” gibi rakamsal ifadeler de,
bir gerçeğe yaklaşım sağlamak amacıyla sembolik olarak
kullanılarak boyutsal derinliği ifade etmektedirler.
Bununla
birlikte yine rakamsallık ifade eden, ancak boyutsal anlamları
yanında yukarıda ifade edilenlerden farklı olarak bir de Rölativistik
anlamlar taşıyan ayet ve hadisler de bulunmaktadır. Ayrıca,
bu benzer ifadeleri, konularına göre, ayrı ayrı ancak kendi
konusuyla ilgili diğer tüm verileri bir bütün halinde göz
önüne alarak değerlendirmek zorundayız. Şimdi bunları görelim:
“Bununla
birlikte (senin) Rabb’inin yanında bir gün, sizin sayımınıza
göre bin yıldır” (Hacc-47)
“Gökten
yere kadar bütün dünya işlerini o yönetir. Sonra da o işlem
sizin bin yıl tutarında saydığınıza eşdeğer olan bir günde
ona yükselir.” (Secde-5)
“Melekler
ve Ruh, tutarı elli bin yıla eşdeğer o makamlara bir günde
yükselirler” (Hakka-5)
“Melekler
ve Ruh Ona, miktarı elli bin sene olan bir günde çıkar”
(Mearic-4)
Aynı
kavram Tevrat ve İncil’ de de şöyle geçer:
“Çünkü
senin gözünde bin yıl, dünkü gün ve bir gece süresi nöbet
gibidir” (Tevrat / Mezamir)
“Ancak
ey sevgililer, şunu unutmayın ki Rabb’inin katında bir gün,
bin yıldır.” (İncil II-Peter-8)
Bu
ayetleri, zamana dönük olarak belli sürelere göre, olanın dışında,
alt boyut, üst boyut anlamında direkt olarak boyutsal olarak
da düşünebileceğimiz gibi, aynı zamanda Rölativistik hızlara
ya da eşdeğer çekim gücüne karşılık gelen boyutlar şeklinde
düşünebiliriz. Çünkü her iki anlatım da boyutsallığı içermektedir.
Bu
her iki durumu da ele alırsak; bir dünya bir de aralarının
belli bir sınırla çizidiği düşünülen Ahiret
kavramının olmadığını görürüz. Yani; bir dünya bir de
ahiret diye iki farklı yer, mekân yoktur. Dolayısıyla, ahirette
Rabb’ini görmek, şuurunda Rabb’ini görmek demekle aynı
şeydir. Keza, Hz İsa (as)’nın “Gökyüzünün krallığı”
olarak nitelendirdiği şey de
öldükten sonra gidilecek bir mekân değil, insanın
hologramik esasa dayalı olarak kendinde mevcut olan boyutları
ortaya çıkarmak suretiyle herkesin ahirette yani, şuur
boyutunda (daha dünyada yaşar iken) ötedeki bir tanrının
krallığı yerine, kendi krallığında yaşaması, benzer
ifadeyle, kendindeki Allah’a ait özellik ve vasıflarla
kapasitesi oranında uzayında hüküm sürmesi demektir.
Aynı
şekilde, yaratılanın ortadan kalktıktan sonra
yalnızca Yaratan’ın kalacağını anlatan ayet(ler)i
boyutsal olarak düşündüğümüzde de yine aynı noktaya
gelmiş oluruz.
Benzer
şekilde; “din gününün sahibi” ifadesindeki gün kavramı
da boyutsal anlamdadır. Oysa bu, (Allah’ın Din gününün
sahibi olması) şu an için değil, belli süre geçtikten
sonra yapılan fiillerin sonuçlarının alınacağı, mahşerdeki
son gün şeklinde anlaşılmaktadır. Bu da sınırlılık
ifade etmekte ve sanki Allah’ın sadece bir tek günde yetki
ve güç sahibi olduğu, dilediğini yaptığı veya hesap göreceği
şeklinde anlaşılmaktadır. Sonucunda da sınırsız ve sonsuz
bir yapıya, lokalizelik,
kısıtlılık getirmektedir. Kaldı ki, mahşerde bulunduğumuzda
sembolik ve rölativistik olarak bir günün elli bin yıl olduğunu
algılayışımızı göz önüne aldığımızda, binlerce yıl
şeklinde ifade edilen uzunluktaki
günlerden oluşmuş, binlerce sene sürecek mahşer ve sırat
süreci yaşanacağından, tek bir “gün”den bahsetmek
tamamen yanlıştır. Yani, “gün” kavramını belli bir
zamanla kayıtlı süre değil, sonsuz bir zamanı kapsayacak,
yanı sıra da hem
mekânsallıkta sınırsız, hem de boyutsal olarak sonsuz
olacak bir şekilde “An” anlamında değerlendirmeliyiz. Tıpkı
“O, her gün yeni bir yaratıştadır” ayetindeki “gün”
ifadesinin “an” anlamında kullanılarak “O her An yeni
bir yaratıştadır” ifadesinde olduğu gibi. Buna çeşitli
yazılarımızda da değinmiştik. Bu nedenle, gün kavramı da
tıpkı ahiret kavramında olduğu gibi boyutsal anlamı dolayısıyla
Şuur Boyutunda her an, daima yaşanılacak, yaşanılan bir
ifadedir ki, yaşanılan her gün yani her An, “Din Günü”dür.
Zaten kişi yaptığının karşılığını belli süreler
sonucunda değil, Allah’ın Seriül
Hisab olması dolayısıyla o anda almakta, ya da kendisi için
o sırada oluşmaktadır. Yani, bir an önce yaptığımızın
karşılığı olarak ya da; beden boyutunda yaptıklarımızın
sonuçlarını bir an sonra bilincimizde (ahirette) cennet veya
cehennem şeklinde yaşamaktayız. Farkında olalım ya da
olmayalım. Kısaca tekrar özetlersek, din
günü de “An” anlamında, boyutsal bir kavramdır.
Burada
dikkât edilecek bir diğer husus da; “iki bin, elli bin...”
gibi sayısal değerlerin gerçek anlamda değil, beş duyusal
birimlerin kolayca anlayabileceğimiz şekilde, kabaca ifade
edilmiş olmasıdır. Ancak bunlar dahi gelişi güzel seçilmemiş,
sistemin bir gerçeğine, rölativistik gerçeklere (dayandırılmış)
işaret edilmiş ifadelerdir. Günümüz biliminin yardımıyla
bunu şöyle anlayabiliriz: Gün kavramı, dünyanın kendi
ekseni etrafında, yıl da dünyanın güneş çevresindeki bir
turuna verilen isimdir. Ölümün tadılmasıyla birlikte,
hologramik mikrodalga bedenlerimize yani Ruh boyutuna geçilmesiyle
birlikte, dünyanın ikiz boyutuna geçilir. Ancak bu maddesel dünya,
Astral bedenin algılama araçlarına göre göz önünden
silinmesine karşın, yine aynı yerde (mekânda) fakat farklı
boyutta, dünyanın durgun elektromanyetik çekim etkisi olan
Van Allen manyetik kuşağı içinde, Ahiret, Kabir, Berzah
boyutlarında yaşamalarına devam ederler. Bu durumda da, nasıl
ki maddi dünyamız güneşin gravitasyonel çekimi altında bir
yörüngede hareketine devam ediyorsa, ışınsal bedenler de dünyanın
manyetik çekimi altında tıpkı dünyanın maddesel yapısında
olduğu gibi güneşin
ışınsal platformu içinde yine güneşe tabi olarak, aynen
hayatlarına devam ederler. Bu nedenle ışınsal boyuttaki
zaman ölçüsü (Ruh boyutunun algılama araçlarına göre
maddesel dünya da ortadan kalktığı için) artık dünyaya göre
değil, onun yerine güneş zaman boyutuna göre olmaktadır. Güneşin
zaman boyutu da, galaksimizin merkezi dönme eksenine göre olan
turudur. Güneşin galaksi merkezinden otuz iki bin ışık yılı
uzaklıktaki bir noktadan bir dönüşü ise, bizim ölçülerimize
göre 255 milyon yıldır. Yani, bir güneş yılı 255 milyon dünya
yılına eşittir. Başka bir deyişle, ışınsal beden
boyutunda bir yıl, 255 milyon yıla eşit olmaktadır. Bunları
göz önüne alarak, o boyuttaki bir günün dünya boyutunda kaç
seneye karşılık geldiğini bulabiliriz.
Şimdi
de, ölümü tattıktan sonra, Ruh boyutunun algılama araçlarına
göre dünya yaşamımızı nasıl algılarız onu görelim: Bir
güneş yılının 255 milyon yıl sürdüğü “gün” kavramını
algılamaya başladığımızda, dünya hayatımızı yaklaşık
olarak yetmiş yıl olarak düşünürsek, kısa bir
matematiksel hesaplama sonucu bu değerin 8,6 sn. gibi çok çok
küçük ve hatta bize hiçbir şey ifade etmeyen bir süre olduğunu
görürdük. Yani, Ruh boyutuna geçerek, madde boyutunun algısı
dışına çıktığımızda “dünyada ne kadar kaldık?”
diye kendimize sormuş olsak, yine kendimize vereceğimiz cevap
“8,6 sn.” olacaktır. Oysa dünyada iken bu 8,6 sn.’lik
zaman süreci bize ne kadar da çok uzun gelmiş ve bu süreye
doğumumuzu, çocukluğumuzu, gençliğimizi, olgunluk ve yaşlılık
dönemimizi sığdırmıştık. Biz bu durumu rüyalarımızda
da yaşamıyor muyuz?.. Çünkü, gerçekte görülen rüyaların
uzunluğu en fazla 45-50 sn. iken, biz bu durumun hiç farkında
olmayarak sanki saatler, günler, aylar, seneler yaşıyormuşçasına
algılamaktayız. (Bkz. Yaşamın Gerçeği / Sistemin Seslenişi
I,II / Hz Muhammed Ney’i Okudu / Okyanus Ötesinden I,II,III /
Dini Yanlış Algılamak -Ahmed Hulusi.
E-M
Alanlar ve Biz /Kara delikler / Zamanın Doğası - www.sufizmveinsan.com
-fizik)
Yine
Kuran’da bu gerçek şöyle sembolize edilmiştir:
“...Sen
kıyametten korkanları ancak inzar edicisin. Onlar bunu gördükleri
gün, sanki bir akşamın alacakaranlığı veya sabahın ağarması
kadar yaşadıklarını zannederler”
(Naziat 45-46)
“Allah
(kâfirlere) ‘Dünyada ne kadar kaldınız? diye sorar. Onlar
da ‘Bir gün yahut günün bir kısmı kadar kaldık. İşte
onu hesap edenlere sor.’ derler. Allah, ‘Siz orada pek az
bir süre kaldınız. Keşke siz bunu bilmiş olsaydınız! Sizi
ancak boşuna yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi
mi sandınız?’ diyecek.” (Muminun-113 / 114)
“O
Gün (kıyamet günü), hepsini bir araya toplayacak. Sanki dünyada
bir günün bir saati kalmışlar gibi olurlar.” (Yunus-45)
“Kıyamet
kopacağı gün, mücrimler (günahkârlar) dünyada pek kısa
bir süre kaldıklarına yemin ederler”
(Rum-55)
hologramk@yahoo.com
İstanbul
- 18.02.2003
http://gulizk.com
|