23. Bölüm

Yanlış algılanan bir nokta da “gördüğün yarattığındır”, “algılanan, algılayıcı tarafından mevcuttur” kavramlarıdır. Oysa, sistemin temel prensibi böyle olsa bile bu ifadelerin de çeşitli boyutsal düzeyleri bulunmaktadır. Yani bu kavramların bir Mutlak anlamda, bir göreceli olarak boyutsal ve dolayısıyla sınırsız bilinç düzeylerinde, bir de en alt, yani beş duyusal anlamda çıkışları bulunmaktadır. Bu boyutsal anlatımları ayırt edemezsek yani, üst bilinç boyutlarına ait ifade (ya da ifadeleri) en alt boyut (veya boyutlara) monte etmek suretiyle sistemi bu açıdan değerlendirip buna göre de birtakım hissedişlere kapılmak ya da bu durumu bütün yönleriyle irdelemeden yaşantıya geçirmek, birimlerin yanılgılar içinde yanılgılara düşmesine ve sonucunda da azabın kendileri için oluşmasına neden olacaktır. Algılananın algılayıcı tarafından mevcut olması ve gördüğünün yarattığı olmasına karşın.

Yine bu ifadelerin boyutsal karıştırılmaları nedeniyle içine düştüğümüz bir diğer önemli yanılgı da, Evrenin bizim için yaratılmış olduğunu düşünmemizdir. Yani, güneşin bizim için doğup battığını, yıldızların bizim için oluşup olgunluk dönemlerine geldikten sonra süpernova patlamalarıyla yok olduklarını, galaksilerin milyonlarca, milyarlarca ışık yılı uzunlukta süper ya da hiper kümeler oluşturarak bir nokta etrafında dönmeleri, Nar ve Nur yapılı varlıkların var oluşu...vb gibi hep sistemin ve varlıkların bizim için oluştuğunu zannetmekteyiz. Oysa, sistem bizim için oluşturulmuş değil, biz sistem içinde kendini bulmuş birimleriz. Sistemin bizim için yaratılmış olması için beş duyusal kimlikten sıyrılıp Evrensel Kimliğe sahip olmamız gerekmektedir. Bu nedenle “Evreni, âlemleri, felekleri... senin için yarattım” hitabı, biz sınırlı birimler için değil, Evrensel Bilince yani Kozmik Şuura sahip İnsan (İnsanı Kâmiller) için söylenmiş bir ifadedir. Yani bu hitabın muhatabı Hz. Muhammed (sav) Efendimizdir.

Benzer deyişle; sınırsız bir mekânda sonsuz sayıdaki galaksilerin (ki günümüz araçlarına göre tespit edilenlerin sayısı  iki yüz milyardır.) bir tanesindeki ortalama dört yüz milyar yıldızdan biri olan güneşimizin etrafında dolanan yeryüzü üzerinde dünyaya gelmiş bir insan olma yönüyle değil, Öz’ü itibariyle tüm bu sonsuz âlemleri boyutsallığıyla içinde barındıran ve ilk yaratılmış varlık olan Hakikât-i Muhammedî Boyutundaki İnsan olma yönüyledir. Zaten Hadisi Kudsi’de de buna işaretle “Müminin kalbi, Allah’ın Arş’ıdır ” denmiyor muydu?

Dolayısıyla, Kur’an’da anlatılan Resul, Nebi ve kavimler gibi kelimeler de (aslında bu Kur’an’daki diğer  tüm kavramlar için de geçerlidir) aynı zamanda bu ilk yaratılan boyutun çeşitli bilinç düzeylerini anlatan ifadelerdir. “Kur’an ve İnsan ikiz kardeştir” hadisi hükmünce, birimsel bilincin evrensel bilinçten ayrı, kopuk bir yapıya sahip olmaması dolayısıyla anlatılan bu kıssalar, her ne kadar eski bilinmeyen devirlerde ya da belli sürelerde yaşanmış-bitmiş ve orada, o çağda, o zaman diliminde kalmış olaylar şeklinde ve biraz da günümüz mantığına tersmiş gibi görünse de gerçekte, sistemin belli yönlerini her An birimin çeşitli özellikleri ve vasıfları şeklinde anlatan boyutsal ifadelerdir. Benzer deyişle; birimde her An potansiyel olarak yürürlükte olan bu özellikler geçmişte bu olaylar şeklinde sembolize edilmiştir ( bu olaylar hiç yaşanmamış anlamında değil). Bu kavimdeki olumlu kişi(ler) ve olaylar bizim pozitif yönlerimizi, negatif kişi(ler) ve olaylar da negatif özelliklerimizi anlatmaktadır. Dolayısıyla, Kur’an’ın neresini Okursak Okuyalım aslında kapasitemizce kendimizi Okumaktayız. Farkında olamasak da... Bu yönüyledir ki, İslam Dinini eleştirenlerin sıkça dile getirdikleri gibi Kur’an, birtakım efsaneler, kehanetler anlatan, Mitolojik bir kitap değildir.  Bu nedenle kendilerini bu bilinç seviyelerinde tanıyan birimlere, O Resul ya da Nebinin meşrebi üzerinedir denir. Mesela Musevi meşrep, İsevi meşrep, Muhammedi meşrep...vb. Ayrıca, Kur’an’da Zebur’un, Tevrat’ın, İncil’in bulunması ise yine bu boyutsallık kavramı dolayısıyladır. Buna karşın, biz klasik anlamda, Resul ve Nebilerin bizim gibi sıradan insanlar olduğunu zannedip, bir de  bizlerden ve her şeyden kopuk, ayrı, ötedeki bir Tanrının rasgele seçtiği (yani genetik intikali yok sayarak) alelade, iyi, temiz kalpli, ahlaklı olan bu kulların onun postacılığını yerine getirmek suretiyle rayından, rotalarından çıkmış insanlara sosyal düzen, devlet rejimleri, insanları kendi çıkarları doğrultusunda güdecek halifeler, anayasalar oluşturmak ve bunu amaç edinerek yapılan ibadetler sonucu da Tanrının cennetine sokulacaklarını bildirmek için gelmiş elçiler olarak görmekteyiz. Bunun sonucu olarak da, dünya yaşamının neredeyse yok hükmünde olduğu ölüm ötesi boyutlarında zarar göreceğimiz şeylerden korunma yollarını ve yanı sıra da Evrensel Sistemin çeşitli yönlerini şuur katmanlarının bizde, kendimizde olduğunu anlatan birimler olarak değerlendirememekteyiz. Oysa “Ben sizin misliniz olarak beşerim” diyen Hz. Muhammed (sav)’in bu sözünü çok iyi düşünmemiz gerekli.

Boyutsallık kavramını göz önüne aldığımızda, Arz kavramını beden, Arş’ı da o bedenin şuuru olarak düşünebileceğimiz gibi, bu durum her boyut için geçerli olup tüm varlığı, sınırsızlığı ve boyutsallığıyla birlikte Arz, bunun kaynağı olan Örtük Düzen (Kuantum Potansiyelin) deki Bilinci de Arş olarak ifade edebiliriz ki, “Misliniz olarak Beşerim” kavramını bu açıdan değerlendirmemiz gerekir. Aynı zamanda; Arz’ı Yer, Arşı da Gök (Sema) anlamında da ifade edebiliriz.

Mistik alanda, Evvel-Ahir, Ezel-Ebet, Önce-Sonra kavramlarının geçtiği ifadeleri Boyutsal anlamda düşünemediğimiz için, bir türlü yerli yerine oturtamadığımız ya da hiç idrak edemediğimiz için kolaylıkla reddettiğimiz konulardan birkaçı da şunlardır:
“Allah’u Teala, Ruhları cesetlerinden iki bin yıl önce yarattı”   (Hadis)
“Ben yaratılışça Nebilerin ilkiyim; Nebilikçe de sonuncuyum! Ben Nebi iken, Adem su ile çamur arasında bulunmaktaydı”   (Hadis)
“Allah, mahlukatın kaderini gökleri ve yeri yaratmazdan elli bin sene evvel yazmıştır (takdir etmiştir)”

Bu ifadelerden anlaşılması gereken; ruhların, cesetlerden belli bir süre önce değil, boyutsal olarak önce yaratıldığıdır. Cesetlerin ruhları ise, insanın değil, gezegenlerin, yıldızların, galaksilerin... yani evren dediğimiz yapının ikiz boyutları ya da mana boyutlarıdır. Çünkü, çokluk boyutu, evrenin ikizi olan Nur ve Nar  boyutunun safha safha yoğunlaşması ile, görünür boyutta açığa çıkarken, insanın Ruhu, ruhçuların algılamadaki yanılgıları dolayısıyla (ya da din düşünürlerinin ezbere konuştukları gibi) bildiğimiz sıralama şeklinden bir farkla, anne karnındaki 120. günde beyin tarafından meydana gelmekte olup bundan önce kesinlikle mevcut değildir. Bu hadislerdeki ifadenin insan ruhuyla ilgisinin olmadığını ve tüm bu olayların boyutsallık içinde değerlendirilmesi gerektiğini ünlü İslam mutassavıfı İmamı Gazali de benzer şekillerde ifade ederek Hz Muhammed (sav)’ in Ruhunun bile 120. günden önce olmadığını belirtmektedir.

Dolayısıyla ikinci hadisteki ifadeyi de göz önüne alırsak, yaratılışı takdir anlamına geldiği gibi, boyutsal anlamda Hakikât-i Muhammedi boyutuyla ilgilidir ki, ilk yaratılan boyuttur. Mistik alanda Ruh yönüyle Ruhu azam, Aklı yönüyle Aklı Evvel (Kozmik bilinç) yani orijinaliyle Evrendir. Yoksa et-kemik boyutumuzda kendimiz gibi görüp değerlendirdiğimiz yapısı ile değil, Evrensel Bilinç ve Kimliği yönüyle ifade edilmiştir. Tıpkı “Âlemleri, felekleri... senin için yarattım” sözünde olduğu gibi.

Üçüncü hadisteki ifade de yine boyutsal anlamda kullanılmıştır. Ayrıca burada geçen “iki bin, elli bin” gibi rakamsal ifadeler de, bir gerçeğe yaklaşım sağlamak amacıyla sembolik olarak kullanılarak boyutsal derinliği ifade etmektedirler.

Bununla birlikte yine rakamsallık ifade eden, ancak boyutsal anlamları yanında yukarıda ifade edilenlerden farklı olarak bir de Rölativistik anlamlar taşıyan ayet ve hadisler de bulunmaktadır. Ayrıca, bu benzer ifadeleri, konularına göre, ayrı ayrı ancak kendi konusuyla ilgili diğer tüm verileri bir bütün halinde göz önüne alarak değerlendirmek zorundayız. Şimdi bunları görelim:

“Bununla birlikte (senin) Rabb’inin yanında bir gün, sizin sayımınıza göre bin yıldır”   (Hacc-47)

“Gökten yere kadar bütün dünya işlerini o yönetir. Sonra da o işlem sizin bin yıl tutarında saydığınıza eşdeğer olan bir günde ona yükselir.”  (Secde-5)

“Melekler ve Ruh, tutarı elli bin yıla eşdeğer o makamlara bir günde yükselirler”   (Hakka-5)

“Melekler ve Ruh Ona, miktarı elli bin sene olan bir günde çıkar” (Mearic-4)

Aynı kavram Tevrat ve İncil’ de de şöyle geçer:

“Çünkü senin gözünde bin yıl, dünkü gün ve bir gece süresi nöbet gibidir” (Tevrat / Mezamir)

“Ancak ey sevgililer, şunu unutmayın ki Rabb’inin katında bir gün, bin yıldır.” (İncil II-Peter-8)

Bu ayetleri, zamana dönük olarak belli sürelere göre, olanın dışında, alt boyut, üst boyut anlamında direkt olarak boyutsal olarak da düşünebileceğimiz gibi, aynı zamanda Rölativistik hızlara ya da eşdeğer çekim gücüne karşılık gelen boyutlar şeklinde düşünebiliriz. Çünkü her iki anlatım da boyutsallığı içermektedir.

Bu her iki durumu da ele alırsak; bir dünya bir de aralarının belli bir sınırla çizidiği düşünülen Ahiret kavramının olmadığını görürüz. Yani; bir dünya bir de ahiret diye iki farklı yer, mekân yoktur. Dolayısıyla, ahirette Rabb’ini görmek, şuurunda Rabb’ini görmek demekle aynı şeydir. Keza, Hz İsa (as)’nın “Gökyüzünün krallığı” olarak nitelendirdiği şey de  öldükten sonra gidilecek bir mekân değil, insanın hologramik esasa dayalı olarak kendinde mevcut olan boyutları ortaya çıkarmak suretiyle herkesin ahirette yani, şuur boyutunda (daha dünyada yaşar iken) ötedeki bir tanrının krallığı yerine, kendi krallığında yaşaması, benzer ifadeyle, kendindeki Allah’a ait özellik ve vasıflarla kapasitesi oranında uzayında hüküm sürmesi demektir.

Aynı şekilde, yaratılanın ortadan kalktıktan sonra yalnızca Yaratan’ın kalacağını anlatan ayet(ler)i boyutsal olarak düşündüğümüzde de yine aynı noktaya gelmiş oluruz.

Benzer şekilde; “din gününün sahibi” ifadesindeki gün kavramı da boyutsal anlamdadır. Oysa bu, (Allah’ın Din gününün sahibi olması) şu an için değil, belli süre geçtikten sonra yapılan fiillerin sonuçlarının alınacağı, mahşerdeki son gün şeklinde anlaşılmaktadır. Bu da sınırlılık ifade etmekte ve sanki Allah’ın sadece bir tek günde yetki ve güç sahibi olduğu, dilediğini yaptığı veya hesap göreceği şeklinde anlaşılmaktadır. Sonucunda da sınırsız ve sonsuz bir yapıya,  lokalizelik, kısıtlılık getirmektedir. Kaldı ki, mahşerde bulunduğumuzda sembolik ve rölativistik olarak bir günün elli bin yıl olduğunu algılayışımızı göz önüne aldığımızda, binlerce yıl şeklinde ifade edilen uzunluktaki  günlerden oluşmuş, binlerce sene sürecek mahşer ve sırat süreci yaşanacağından, tek bir “gün”den bahsetmek tamamen yanlıştır. Yani, “gün” kavramını belli bir zamanla kayıtlı süre değil, sonsuz bir zamanı kapsayacak, yanı sıra da  hem mekânsallıkta sınırsız, hem de boyutsal olarak sonsuz olacak bir şekilde “An” anlamında değerlendirmeliyiz. Tıpkı “O, her gün yeni bir yaratıştadır” ayetindeki “gün” ifadesinin “an” anlamında kullanılarak “O her An yeni bir yaratıştadır” ifadesinde olduğu gibi. Buna çeşitli yazılarımızda da değinmiştik. Bu nedenle, gün kavramı da tıpkı ahiret kavramında olduğu gibi boyutsal anlamı dolayısıyla Şuur Boyutunda her an, daima yaşanılacak, yaşanılan bir ifadedir ki, yaşanılan her gün yani her An, “Din Günü”dür. Zaten kişi yaptığının karşılığını belli süreler sonucunda değil, Allah’ın Seriül Hisab olması dolayısıyla o anda almakta, ya da kendisi için o sırada oluşmaktadır. Yani, bir an önce yaptığımızın karşılığı olarak ya da; beden boyutunda yaptıklarımızın sonuçlarını bir an sonra bilincimizde (ahirette) cennet veya cehennem şeklinde yaşamaktayız. Farkında olalım ya da olmayalım. Kısaca tekrar özetlersek, din günü de “An” anlamında, boyutsal bir kavramdır.

Burada dikkât edilecek bir diğer husus da; “iki bin, elli bin...” gibi sayısal değerlerin gerçek anlamda değil, beş duyusal birimlerin kolayca anlayabileceğimiz şekilde, kabaca ifade edilmiş olmasıdır. Ancak bunlar dahi gelişi güzel seçilmemiş, sistemin bir gerçeğine, rölativistik gerçeklere (dayandırılmış) işaret edilmiş ifadelerdir. Günümüz biliminin yardımıyla bunu şöyle anlayabiliriz: Gün kavramı, dünyanın kendi ekseni etrafında, yıl da dünyanın güneş çevresindeki bir turuna verilen isimdir. Ölümün tadılmasıyla birlikte, hologramik mikrodalga bedenlerimize yani Ruh boyutuna geçilmesiyle birlikte, dünyanın ikiz boyutuna geçilir. Ancak bu maddesel dünya, Astral bedenin algılama araçlarına göre göz önünden silinmesine karşın, yine aynı yerde (mekânda) fakat farklı boyutta, dünyanın durgun elektromanyetik çekim etkisi olan Van Allen manyetik kuşağı içinde, Ahiret, Kabir, Berzah boyutlarında yaşamalarına devam ederler. Bu durumda da, nasıl ki maddi dünyamız güneşin gravitasyonel çekimi altında bir yörüngede hareketine devam ediyorsa, ışınsal bedenler de dünyanın manyetik çekimi altında tıpkı dünyanın maddesel yapısında olduğu gibi  güneşin ışınsal platformu içinde yine güneşe tabi olarak, aynen hayatlarına devam ederler. Bu nedenle ışınsal boyuttaki zaman ölçüsü (Ruh boyutunun algılama araçlarına göre maddesel dünya da ortadan kalktığı için) artık dünyaya göre değil, onun yerine güneş zaman boyutuna göre olmaktadır. Güneşin zaman boyutu da, galaksimizin merkezi dönme eksenine göre olan turudur. Güneşin galaksi merkezinden otuz iki bin ışık yılı uzaklıktaki bir noktadan bir dönüşü ise, bizim ölçülerimize göre 255 milyon yıldır. Yani, bir güneş yılı 255 milyon dünya yılına eşittir. Başka bir deyişle, ışınsal beden boyutunda bir yıl, 255 milyon yıla eşit olmaktadır. Bunları göz önüne alarak, o boyuttaki bir günün dünya boyutunda kaç seneye karşılık geldiğini bulabiliriz.

Şimdi de, ölümü tattıktan sonra, Ruh boyutunun algılama araçlarına göre dünya yaşamımızı nasıl algılarız onu görelim: Bir güneş yılının 255 milyon yıl sürdüğü “gün” kavramını algılamaya başladığımızda, dünya hayatımızı yaklaşık olarak yetmiş yıl olarak düşünürsek, kısa bir matematiksel hesaplama sonucu bu değerin 8,6 sn. gibi çok çok küçük ve hatta bize hiçbir şey ifade etmeyen bir süre olduğunu görürdük. Yani, Ruh boyutuna geçerek, madde boyutunun algısı dışına çıktığımızda “dünyada ne kadar kaldık?” diye kendimize sormuş olsak, yine kendimize vereceğimiz cevap “8,6 sn.” olacaktır. Oysa dünyada iken bu 8,6 sn.’lik zaman süreci bize ne kadar da çok uzun gelmiş ve bu süreye doğumumuzu, çocukluğumuzu, gençliğimizi, olgunluk ve yaşlılık dönemimizi sığdırmıştık. Biz bu durumu rüyalarımızda da yaşamıyor muyuz?.. Çünkü, gerçekte görülen rüyaların uzunluğu en fazla 45-50 sn. iken, biz bu durumun hiç farkında olmayarak sanki saatler, günler, aylar, seneler yaşıyormuşçasına algılamaktayız. (Bkz. Yaşamın Gerçeği / Sistemin Seslenişi I,II / Hz Muhammed Ney’i Okudu / Okyanus Ötesinden I,II,III / Dini Yanlış Algılamak -Ahmed Hulusi.
 E-M Alanlar ve Biz /Kara delikler / Zamanın Doğası - www.sufizmveinsan.com -fizik)

Yine Kuran’da bu gerçek şöyle sembolize edilmiştir:

“...Sen kıyametten korkanları ancak inzar edicisin. Onlar bunu gördükleri gün, sanki bir akşamın alacakaranlığı veya sabahın ağarması kadar yaşadıklarını zannederler”   (Naziat 45-46)

“Allah (kâfirlere) ‘Dünyada ne kadar kaldınız? diye sorar. Onlar da ‘Bir gün yahut günün bir kısmı kadar kaldık. İşte onu hesap edenlere sor.’ derler. Allah, ‘Siz orada pek az bir süre kaldınız. Keşke siz bunu bilmiş olsaydınız! Sizi ancak boşuna yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?’ diyecek.” (Muminun-113 / 114)

“O Gün (kıyamet günü), hepsini bir araya toplayacak. Sanki dünyada bir günün bir saati kalmışlar gibi olurlar.”  (Yunus-45)

“Kıyamet kopacağı gün, mücrimler (günahkârlar) dünyada pek kısa bir süre kaldıklarına yemin ederler”  (Rum-55)

hologramk@yahoo.com
İstanbul - 18.02.2003
http://gulizk.com 


Üst Ana sayfa e-mail