24. Bölüm

Bir boyut, bir alt boyutu kapsamasına karşın, her boyutun kuralı kendi içinde geçerlidir. Tıpkı bir bedendeki moleküllerin, atomların, parçacıkların sahip olduğu yasaların birbirlerinden farklı oluşları gibi. Yani, bedenin dünyası ayrı, atomların, fotonların dünyası ayrıdır. Ancak bu farklılıklar, boyutların birbirlerinden bağımsız, kopuk olması anlamında değildir. Çünkü, bir boyuttaki değişiklik aynı zamanda diğer alt boyutlara yansıyarak onları da etkiler. Buna karşın; bir boyutun varlığı, diğer boyutların varlığını ortadan kaldırmaz. Fakat bunun tam tersi doğru değildir. Benzer deyişle; her bir boyut üst boyut ya da boyutlar açısından bir hayal hükmünde olsa da kendi boyutu içerisinde somut bir biçimde gerçektir. Bu nedenle, ölüm ötesi boyuttaki mikrodalga bedenlerimizin, şu anki bakış açımıza göre latif olmasına karşın, o boyutun algılanmasıyla birlikte ışınsal bedenler birbirlerini şeffaf değil, somut olarak algılayacaklardır. Yani, o boyutlarda hiç kimse bir diğerinin bedenini latif, şeffaf bir beden olarak görmeyecektir. Tıpkı rüyalarımızda gördüğümüz bedenlerin (nesnelerin) gerçekte somut bir yapıya sahip olmamasına karşın, bizim bunun soyut olduğunu fark edemeyişimiz gibi.

Genelde bu konular hakkında sıkça sorulan bir soruda “madem her şey bir hayalden, imgeden ibaret, o zaman neden kabir, cehennem boyutunda azap görelim ki?” ya da “tüm varlık ve insanın özü Hak’tır; Hakk da zarar, ıstırap,...vb kavramlardan beri bir varlık olduğuna göre, bu insanlar için de azap olunamayacağı anlamına gelir, o halde Cehennem diye bir ortamın varlığından söz edilemez. Edilemeyeceği için de   neden ve niye azap, acı ...vb şeyler söz konusu olsun ki?” şeklindedir. Bu yüzden; yine bu düşünce sahiplerine göre, cehennem sadece avam insanlarını korkutmak amacıyla ortaya konmuş bir sistem ve düzendir.

Oysa, hem yukarıda değindiğimiz hem de daha önceki yazılarımızda açıkladığımız üzere, bulunduğumuz boyutun ışınsal bir boyut olmasına karşın, nasıl ki madde olarak algılayıp bu boyut içerisinde var olan varlıklardan ve olaylardan etkilenerek belli azaplar duyuyorsak, o boyutun da somut olarak algılanması ve kendine özgü sistemleri ve birtakım varlıkları olması dolayısıyla, onlarla etkileşimlere girilmesi yanı sıra da sistemin işleyiş çarkları içerisinde bize zarar verecek şeylere karşı alternatif oluşturamadığımız takdirde o ortamlarda da maddi ve manevi azaplar söz konusu olacaktır. Tıpkı gördüğümüz kâbuslarda fiziksel bir etkiyle karşılaşmamamıza ve oradaki her şeyin birer hayalden ibaret olmasına rağmen bizlerin bunu  azap olarak algılayışımız gibi. Oysa bedenimizin hiçbir yerine kimse bir etkide bulunmamaktadır. Bununla birlikte; azabı doğuran sınırlı bilincimizin şartlanmaları dolayısıyla da bugün kendimizi bir beden yığını olarak kabul edip Ruh boyutunu ancak iman yollu ya da yanılgılı algılama dolayısıyla kabul veya bu tür şeylere inanmadığımız için  tamamen reddederken, yarın o boyutlarda hepimiz,  kendimizi, Evrensel Bilinç yerine, Ruh boyutu ve ona dayalı tek bir bilinçten, ki Evrensel Bilinci Mutlak anlamda değil, ruh boyutuna göre değerlendirerek, sadece ondan ibaret olduğumuzu zannedeceğiz. Bu durum, dünyada yaşarken kendilerini ruh boyutunda tanıyan birimler için de geçerlidir.

Bununla birlikte; her şeyin bir hayalden, imgeden ibaret olmasına karşın, örtülmüş bilincin  aslı olan boyutuna dönmesi için saflaşması, torna tesviye olması için geçeceği aşamalarda (boyutlarda) arınma işleminin  yine kendinde açığa çıkması ve bu durumun azap olarak algılanması, bilincin holografik gerçekler şeklinde ortaya koyduğu diğer tüm şeyler gibi, gerçektir, Hak’tır.

Çünkü evrende her şey, sırasıyla salt enerji-bilinç boyutundan, mikrodalga boyutuna iner, oradan da parçacıklar, atom, molekül ve madde boyutunda açığa çıkar. Daha sonra da, bulunduğu noktadan tekrar molekül, atom... mikrodalga boyutuna dönüşerek aslı olana rücu etmektedir. Tıpkı Mevlana ‘nın “kaynağından kopan her şey, kaynağıyla birleşmeyi arzular” dediği gibi. Madde boyutu içindeki geçişlerde, madenden nebata, nebattan da hayvana geçişler şeklinde tekrar aynı safhaya yani mikrodalga boyutuna dönüşüm olurken, hayvandan bir sonraki aşama olan insana geçenler ise, 120.  günde oluşan mikrodalga yapılı bedenle birlikte aslı olan boyutlarına geçiş yaparlar.(Bu birimlerden bir kısmının bilinç dönüşümü ise, çok daha yüksek frekanslı olan Nur boyutuna doğru olmaktadır.) İnsanların içinde de en büyük açıyı ya da daireyi çizen ise Hz. Muhammed (sav) Efendimiz’dir.

Işınsal varlıklar da kendi bulundukları noktadan asıları olan boyutlara doğru yolculuğa çıkarlar.(Bkz. Evrensel Sırlar / Dini Yanlış Algılamak- Ahmed Hulusi- Her şey Bir Plasebo mu? II- www.sufizmveinsan.com /fizik)  Daha geniş bir perspektiften sisteme bakarsak, evrenin sonsuz boyutsallığındaki yaşamın, bir düzeyin diğer farklı düzeylere boyutsal dönüşümü şeklinde sonsuza dek devam edegelen bir biçimde olduğunu fark ederiz. Tıpkı, ünlü kimyacı  Lovaziyer’in dediği gibi “yoktan hiçbir şey var olmaz, var olan şey de yok olmaz.”(1) Ancak, insan ve cinlerin bu bilinç dönüşümleri sırasında azap görmeyecekleri fikri yanlıştır. Oysa, Mutlak Evrensel sistemi anlatan dinsel verileri şartlanmalarımıza (ya da terkipsel imgelerimize) göre değerlendirip mecazları hakikât sandığımız ve cehennem ile azap kavramlarını, her şeyin bir bütün halinde, hayal ve imgeden ibaret boyutsal dönüşümler olduğu fikriyle bağdaştıramadığımız için, bu kavramları reddetmekteyiz. Ya da bunun tam tersine, yine aynı nedenlerden ötürü, sistemin bu şekildeki işleyiş mekanizmasını kabul etmeyerek sembollere takılıp kalmaktayız. Halbuki her iki görüşün de doğru yönleri bulunmaktadır. Yani; hem varlık, bir imgenin başka bir imgeye dönüşmesi sonucu oluşmakta, hem de yine bu imgelerin neden oldukları kabir, cehennem boyutlarındaki azaplar, holografik esasa göre bizden açığa çıkmaktadır. Bu azap ve cehennemden çıkışın tek yolu da tabanda, mevcudatın özü olan imgeler boyutunu varlığa göre algılamak değil, salt imgeler boyutunda kendimizi tanımaktır ki, arada kıyasa gelmez fark vardır. Çünkü bu salt boyutta varlık yok ki, ona göre bir imgeler boyutu olsun. Zaten bu  farkın anlaşılamaması bu yanılgıların temel sebebini doğurmaktadır. Dolayısıyla, yakılacak şeylerin insanlar ve taşlar  olduğu şeklinde sembolize edilen ve insanın maddi ve manevi (şuursal) azaplarına işaret eden cehennem boyutundaki çukurların da, o konuyla ilgili azabın sona ermesiyle ateşinin sönmesi ve bir başka çukura geçişi, yanışı ya da atılması da hep azabı doğuran şeye bağışıklık kazanmak, yani o olaydan, o şeyden etkilenmemeyi sağlayan  idrakin, o birimin Ruhunun bilincinde açığa çıkmasıdır. Böylece, cehennem tabakaları denen şey de, idrak düzeyleri, seviyeleridir. Bu, cennet boyutunda farklı isimlerle anlatılan cennetler için de geçerli olup Tek bir boyutun farklı şuur seviyelerinin yaşam şekillerine verilen isimlerdir.

Eğer boyutsallığı anladıysak, öncelikle şunu fark ederiz ki, tüm varlığın çıkış noktası olan boyutta her şeyin parçalanamaz bir Bütün, Tek olarak bir imgeden ibaret olması ayrı bir şey, bu boyutun var gösterdiği boyutlarda kayıtlı yaşayıp, her şeyin bir hayalden ibaret olduğunu bilmek, düşünmek, var kabul edip hissetmek ya da yaşamak apayrı şeylerdir. Tıpkı O.B.E ve Ö.Y.D durumlarındaki deneyimlerde sistemin çok küçük bir gerçeğinin algıda genelleştirilmesi sonucu oluşan yanılgılar gibi.

Çünkü; bu her ne kadar düşüncede böyle olsa da, tam anlamıyla yaşantıya geçirilemediği için, yine bilinç örtülü bir biçimde maddesel boyutun kurallarına bağlı olarak yaşamına devam eder. Zaten, tüm azapların kökeninde de, bilincin Örtük Düzen boyutunda kendini tanıması yerine, kendisini çokluk boyutunda kayıtlı, sınırlı olarak bulması yatmaktadır. Ayrıca önemli bir nokta da, çokluk boyutunda, madde veya varlıkla kayıt altında olmayan her birimin, bu hallerine bakarak bunların salt örtük düzen boyutunda kendilerini tanıdıkları, bildikleri anlamı çıkarılmamalıdır. Yani, bazı birimlerin her şeyin bir hayalden ibaret olduğunu, bilincinin çeşitli düzeylerinde algılayıp (ki beş duyu ya da beş duyu ötesindeki çeşitli algı seviyelerinde olabilmektedir) bu hayaller üzerinde tasarrufta bulunmaları ya da bunlardan etkilenmemeleri, ölüm ötesi boyutlarda azap görmeyecekleri anlamına gelmemelidir. Kaldı ki; tüm bu ve buna benzer olağanüstü şeylere çok iyi vakıf olan ışınsal varlıklar bile, her şeye rağmen çeşitli azaplara uğrayacak iken.

İlham ya da bilgi yollu olarak birimlerde oluşan yanılgıların başlıca temel sebeplerini şöyle ifade edebiliriz: Tüm bilinç seviyelerinin toplu bir halde bulunması ve bu mertebeler arasındaki farklılıklar dolayısıyla, (en) alt boyutta yaşanılmasına karşın, üst boyutun bilgilerinin, bulunduğu boyutta yaşantıya sokulması yani, hem bu bilinç düzeylerinin hem de birimin kendisinin sistemdeki yeri, boyutlar arası bağlantıları, ilişkileri tam olarak oturtulmadan, anlaşılmadan, arınılmadan, birimin kendini gerçek boyutlarında tanıyamadan, bulunduğu boyutta bu bilgilerin monte edilmesidir ki, bu da çok büyük yanlışlıkların doğmasına neden olmaktadır. Böylece, Tekliği Mutlak anlamda değil, Mutlak boyutun bir izdüşümü, gölgesi konumunda bulunan boyuttaki varsayımına göre kabul ettiği benliğine (ya da bilincine) dayalı olarak yaşar. Bu, beş duyuda algıladığı bedeni de olabilir, beş duyu algı ötesindeki kabul ettiği, var saydığı sınırsız bedeni de olabilir.

Yani; sistemde bir Tanrı’ya yer olmaması, sistemin bir bütün olarak imajdan, hayalden ibaret olması dolayısıyla, kendi bilincinin bu evrensel bilinçten ikincil bir yapı şeklinde ayrı olmadığı ve bu bütünsellik içinde tıpkı elektromanyetik dalgalarının erkeği ve dişisinin olmayıp çeşitli frekanslardan müteşekkil tek bir yapıda bulunması gibi, tüm artı ve eksi kavramlarının geçersiz olduğu, bu nedenle de azap, mutluluk ya da mutsuzluk...vb kavramların bir algı yanılgısından veya hayalimizden kaynaklandığının bilinememesi ya da bu farkındalığın fark edilememesi sonucu oluştuğunun düşünülmesidir. Ya da benzer ve paralel ifadelerle, belli bir idrak noktasına gelen bu birimler şöyle düşünmektedirler: “Evrende madde ve zihin gibi iki ayrı kavram yoktur. Madde dediğimiz şey, şuurun bir görünümü olarak bir hayaldir. Yani; benim şuurumun oluşturduğu bir serap. Ve insanlar hem bu dünyada hem de ölüm ötesinde hep bir hayalden bir başka hayale geçer durur. Her şeyin bir imgeden meydana gelmesi dolayısıyla da beden (madde) kavramına ait olan tabiat ve buna dayalı maddi zevklere, yani bedenin istek ve arzularına karşı çıkma söz konusu olamaz. Eğer tabiatımla mücadeleye girersem (veya ibadet adı altındaki çalışmaları yaparsam...vb) o zaman bu bedeni (maddeyi) kabul etmiş ve dilediğimi yapmama sınır getirmiş olurum. Artı ve eksi kavramları olmadığına göre bu bedenimin tabii davranışları da benim için asla önemli değil ve yaptıklarımla asla sorumlu, mesul değilim. Çünkü ben Hakk’ım ve bundan dolayı o nasıl yaptıklarıyla kayıtlı değilse ben de kayıtlı olmadığım için dilediğimi yaparım” Böylece, bedeninin tabii istek ve arzularına ait olan halleri, O olması dolayısıyla kendi özellikleri olarak görme yanılgısına düşer. Oysa her boyutun kuralları farklı idi. Ancak; bu tür algı ve hissedişlere sahip birimler, bu düşünceyle fiiller ortaya koymaya başladığı zaman, eylem ve davranışlarının hep eksi yöne doğru kaydığı ve zamanla da  bunun kaydı altına girdiği, bu durumun kendileri tarafından da fark edilmediği görülecektir. Çünkü, düşünce ve eylemler beyinde belli hücre grubunun çalışması sonucudur. Bu nedenle bu durumun devamına olan ısrar da bu hücresel faaliyetin yönlendiği konu istikametinde gelişerek yayılım gösterecektir. Böylece, ortaya konan yanlışlık günden güne artarak bilincin örtülmesine neden olur ve İlahi bir zorlama olmaksızın eski durumuna dönmesi de kolay kolay mümkün olmayacaktır. Böylece Teklik bilincinden yavaş yavaş uzaklaşılır. Ya da; buna paralel bir bakış açısına göre, holografik olarak ortaya konan gerçeklik, beynin faaliyetlerinden kaynaklandığından, beyin hangi şeyle meşgul olursa, beynin bilincinde, o şekilde oluşacak ve o yönde gelişim gösterecektir. Oysa; beynin bilincinin hiçbir şeyle kayıtlı olmaması ya da benzer ifadeyle  beynin bilinci yerine öz bilincin kabul ettiği beyin ve otomatikman meydana gelen bilinç açısından sistemi değerlendirmek için, bu şuurun  sahip olduğu boyutların ayrı ayrı hakkının verilmesi yani, tabanda Nur Bilinç boyutunda kendini tanıması gerekmektedir. İşte hakikâti yakalamaya ramak kala bu bilinç boyutundan düşmesinin önde gelen sebebi, yukarıda anlattığımız dualite, yani boyutsal ikilem ve doğurduğu bu sonuçlardır.

Kendisine Tek’lik boyutundan ilham geldiğinde ise, birim, dünyanın, dünya değerlerinin ve bedenini sanki yokmuş gibi kendini (gene kendisi vardır ama) O olarak hissetmeye başlar ve doğal olarak “Ben O’yum” der. Tıpkı, Amerikalı bir nörolog olan Dr. James Austin’in bir tren istasyonunda Zen-Budizmi ile ilgili derin düşüncelere dalarken kendisinde oluşan algı durumunun değişmesiyle “zaman yoktu, sonsuzluğu hissediyordum. Eskiden var olan arzularım, nefretlerim, ölüm korkum dolaylı olarak benliğimden kaynaklanan belirtiler kaybolmuştu. Maddenin esas doğasının ne olduğunu anlamak suretiyle yüceltildim” şeklinde hissedişlere girmesi, ya da bir mistiğin  “Bedenim ve uzuvlarımla olan bağlantım ortadan kalkmıştır artık. Duyu organlarım devre dışıdır. Böylece maddesel biçimimi terk etmiş ve bilgime de elveda etmiş olurum. Artık “büyük yayılıcı” haline dönüşürüm. Bu ise, bana göre, oturup her şeyi unutmak anlamını taşımaktadır.” dediği gibi.

Ancak, bu durumda olduğu  gibi gelen ilhamların, hem mutlak anlamdaki bilince hem de bu Mutlak bilincin maddeye dönük yansıması olan boyuttaki bilince dayalı olarak iki şekilde (ki bunlarında ayrı ayrı çeşitli dereceleri bulunmaktadır) açığa çıkmaktadır. Mistik dille Melek’i ya da Cin’ni.(2) Eğer, gelen ilham ikincisindeki gibiyse, bu birim(ler) Teklik algısını Mutlak Bilinç yönüyle değil, birimsel bilincleriyle ya da çokluk boyutuna dönük olarak (her ne kadar bize göre büyük mertebe olsa da) sahip olduğu bilinciyle, tüm var oluşu değerlendirerek, o Evrensel Bilinçte yaşıyormuş sanısıyla, birimsel nefsine (benliğine) Tanrılık atfederler. Böylece bu bilgiler, o kişinin bedeninin istek, arzu yani, tabiatı istikametinde açığa çıkarak birçok yanlış yola, yöne sapma ve o an için elde ettiği güçlerle de çevrelerine hükmetmek suretiyle, onları da saptırmaya neden olurlar. Ya da benzer deyişle “Ben O’yum” sözünü genel anlamda ne kadar doğru söylese de, çokluk boyutunda var olan her şeyi kendi bilinci olarak görmek suretiyle, tüm varlığın kendi özünden ibaret olduğunu zannederek bulunduğu boyutla kayıtlanır. Böylece; Resullerin bildirdiği Mutlak Bilinç yönüyle değil (birinci anlattığım ilham bununla ilgilidir), bu boyutun maddeye dönük yansıması olan, varsaydığı sonsuz bilinç (benlik) yönüyle, çokluk boyutunda, dilediğini yapmaya, hayal olarak algıladığı madde üzerinde tasarruf etmeye başlar. Mistik alanda bu nefs mertebesine “Mülhime” (3) denir. Yedi mertebeden üçüncü sırada olandır ki, Teklik algısı bu bilinç düzeyde başlamaktadır. Birinci mertebe, insanların büyük çoğunluğunun bulunduğu bilinç düzeyidir ki, buna da “Emmare” denir.(4) Cinler hem bir varlık hem de bir boyut olarak bu mertebeye (bilinç düzeyine) kadar olan tüm birimlere oynadıkları oyunların en büyüğünü bu bilince ( mülhime) sahip birimler üzerine oynarlar. Çünkü bu ışınsal varlıklar da, o mertebede olup bu bilinç boyutunun bilgisiyle kendilerindeki ilim ve gücün “evrensel bilinçten” ayrı birer yapısı olmadığının farkında olarak, en alt bilinç seviyesinde (nefs düzeyinde) fiiller ortaya koydukları için, kendilerini birer Tanrı olarak görmekte, çeşitli suret ve şekillerde irtibatta olduğu insanlara Tanrısal ruh, evrensel ruh, Tanrılar olduklarını hem algı, düşünce fikir, hem de fiziksel temaslar şeklinde bildirmektedirler.

Evrende bir Tanrı’nın var olmadığını çok iyi bilen şeytaniyet vasıflı cinlerin kendilerindeki ilim ve gücün Allah’a ait olduğunu bilmeleri, onların Allah’a sığınmaları şeklinde ifade edilmektedir. Mistik alanda bu yaşantı halinin ifadesi olarak bazı şeytanların “ Euzu Besmele” çektikleri bazılarınınsa “ la havle vela kuvvete....” zikrini yaptıkları anlatılmaktadır.
Ancak iblis(ler)in bulundukları (ya da bu boyutta kendini tanıyan birimlerin) bilinç düzeylerinin Tek’lik boyutu olmasına karşın, yine de mekânsal bir, öte, ötelik anlamı değil, boyutsal bir ikilem söz konusudur. Ayette bu “ Benim yolumu şaşırtmana karşılık ben de onların yolları.....” şeklinde ifade edilmektedir. Tüm bunları göz önüne aldığımızda bir gerçek karşımıza çıkmaktadır. O da, insanların ekseriyetinin hakir, hor, kötü ve kolayca alt edilebilir olduğunu zannederek Tanrımızın bizi bunlara karşı hep koruduğunu ve bize en ufak bir şey yapamadıklarını, bu nedenle de bize uyguladıkları veya uygulayacakları etkileri çok hafife alarak göz ardı ettiğimiz bu varlıklar kadar dahi Allah’ı tanıyamamış, bilememiş ve hatta O’na iman edememiş olmamızdır. Oysa bu ve ölüm ötesi boyutlarda onlara karşı korunmanın da belli bir sistemi ve yolu vardır ki, bunun da en başta geleni (imanın da gereği olan) onların ne olup ne olmadıklarını bilmek, tanımak ve idrak etmektir. Yoksa yaptıklarımıza bakarak bin bir surette görünen bu varlıklara karşı öteden biri(leri)nin bizleri koruduğunu düşünmemiz, ham hayalden başka bir şey değildir.

Bu Tanrısal ruhlar, uzaylı kisvesi adı altında da, temasta bulundukları insanlara, bu ilişkilerinin devam etmeleri  halinde “evrensel sırları” vermek bahanesiyle onları evrenin ve tanrısal bilgeliğin, gücün saklı olduğu boyut olan Nirvana ya da Omega boyutuna ulaştırmak veya benzer deyişle; Tanrı ile birleşmelerini, bütünleşmelerini sağlayacaklarını (ki bunda da başarılı oldukları, böyle birimlerin varlığından anlaşılmaktadır) ifade etmektedirler. Bazen de bunu fiziksel temaslarla bildirmektedirler.

Bu ışınsal varlıklar; şamanizm ve diğer tüm benzerleri olan kabile dinlerine sahip olan rahiplere, bilge ya da aralarından seçtikleri insanlara da fiziksel temasla, içlerine girmek (yani beyinlerini etkilemek)le (5) onları direkt trans haline sokarak, güya Tanrıyla birleştirmekte ve onların birer Tanrı olmalarını sağlamaktadırlar. Bu durumun devam etmesi halinde de, bu Tanrısal ruhların, bir üstte anlattığım gibi, hayatın evrenin sırlarını onlara vereceğini de söylemektedirler. Bu insanlardan bazıları da misyonerler tarafından Hıristiyanlaştırılmış ya da Müslüman olmuş kimselerdir ki, o zaman da bu ruhlar onları, Kutsal Ruh’la, Hz. İsa’nın Ruhuyla ya da Müslümanların Tanrısıyla birleştirmektedirler. Çünkü her ne kadar bunlar Hıristiyan ya da Müslüman olmuş iseler de, kendi kabile dinlerini de buna ek olarak hem devam ettirmekte hem de bu dinleri inançlarına göre  harmanlayarak  kabul etmektedirler. Tıpkı Türk Müslümanlığı, Arap, Endonezya, Amerikan zenci Müslümanlığı... ve Tanrısı gibi.(Bkz.Okyanus Ötesi I,II,III /Dini Yanlış Algılamak /Tek’in  Seyri /Kendini Tanı / İnsan Ve Sırları II- Ahmed Hulusi.

Taboo / History Channel )

(Devam edecek...)

hologramk@yahoo.com
İstanbul - 04.03.2003
http://gulizk.com

Metafiziksel Yanılgılar 23 ‘e ek (1); Kuranı Kerim’in ifadesiyle ölüm ötesi boyutun şu anki dünya ölçülerimize göre bin yıl olduğu düşünülürse, Hz Muhammed (sav)’in bildirdiğine göre sadece sırat geçiş süreci üç bin yıllık yoldur.
Ek (2) ; Ölümün tadılması sonucu, Işınsal boyuttaki Astral Bedene geçişle birlikte, birimin algı genişlemesi çok üstün bir şekilde artarak görüşü, idraki keskinleşir. Böylece, içinde bulunduğu şartları, başına gelecekleri, dünyanın sonunu, akıbetini ve çok çok kısa bir süre kaldığı dünya yaşamında belirli güçleri elde edememekten dolayı bunlardan mahrum oluşunu fark ediş de yine bu Boyutsallık kavramı dolayısıyladır.

Dip Not; (1) “ Yoktan bir şey olmaz, Var olan şey de yok olmaz” ifadesi ; Salt Gizli Düzen boyutundaki Bilinç açısından, varlık yokluk üzerinedir. Yani, yok olarak bir var kabulden ibarettir. Yokluk da, bir varsayımdan ibaret olan varlık da, bu var kabulünün çeşitli boyutsallığında sonsuza dek dönüşümler şeklinde yaşamını sürdürür. Gerçekte hiçbir varlığı olmamasına rağmen. Eğer birim sıradan birim değil de evrenselliğe açık  ise; o zaman kendini ya Nur boyutunda tanır ya da Nar boyutunda varsayılan hayali suretlere göre kabullendiği ve  Mutlak Benlik olarak kabul ettiği, zannettiği, holografik yanılgılı bilincine göre yaşar. Ve sonucunda ikisi de varlığın yok olduğunu söyler. Ancak, birinci kısımdaki birimlere göre varlık hiç yok iken, ikinci kısımdaki birimlere göre yokluk, varlığa göre olmaktadır. Her iki ifade, söylem ve ortaya konan olağanüstü fiillerin ilk başta aynı görünmelerine karşın.

(2) ilhamın Meleki ya da Cinni olmasının da çeşitli boyutlarda karşılığı vardır. Mesela; bu beden boyutunda doğru bilgi ya da vesvese şeklinde kendini gösterirken, boyutsal anlamda ise, varlığı, sistemi, kendini tanımaya yönelik algı biçimlerine karşılık gelmektedir.

(3) Ruhçu ya da yeni çağ akımları, diğer birçok konuda olduğu gibi, Nefs Mertebeleri ve özelliklerini de kendi yanılgılı algılamaları açısından değerlendirerek birçok eksik ve bir o kadar da yanlış düşünceyle (elbette art ya da kötü niyet olmaksızın) konuyu saptırmaktadırlar. İçinde her ne kadar doğruları barındırsa da... İşlediğimiz konular bununla ilgili olmasa da bunun böyle olduğunun bilinmesinde  yarar var diye düşünüyorum.

(4) Emmare düzeyinde yaşanılmasına karşılık, sadece bilimsel yolla, herhangi bir algı durumunun değişimine uğramaksızın, beş duyusal sezgi ve buna dayalı hissedişlerle Teklik boyutuna ait olan bilgilerin açığa çıktığı birimler de bulunmaktadır.
Bununla birlikte Lsd türü, algı durumunu değiştiren ilaçlar ya da otlar (uyuşturucular) kullanımı da bu tür ilhamları oluşturmaktadır.

(5) Dinsel ifadelerdeki, şeytanların insanın burnundan, kulaklarından ...girmesi, kanının içinde dolaşması, ya da herhangi bir organına yerleşmesi denilen hal, her ne kadar onların şeffaf yapıları dolayısıyla bu tür şekilde davranabildiklerini göstermiş olsa da, gerçekte, onlar insan üzerindeki bu ve benzeri etkilerin hepsini (direkt) beyin aracılığıyla gerçekleştirmektedirler.


Üst Ana sayfa e-mail