Bir
boyut, bir alt boyutu kapsamasına karşın, her boyutun kuralı
kendi içinde geçerlidir. Tıpkı bir bedendeki moleküllerin,
atomların, parçacıkların sahip olduğu yasaların
birbirlerinden farklı oluşları gibi. Yani, bedenin dünyası
ayrı, atomların, fotonların dünyası ayrıdır. Ancak bu
farklılıklar, boyutların birbirlerinden bağımsız, kopuk
olması anlamında değildir. Çünkü, bir boyuttaki değişiklik
aynı zamanda diğer alt boyutlara yansıyarak onları da
etkiler. Buna karşın; bir boyutun varlığı, diğer boyutların
varlığını ortadan kaldırmaz. Fakat bunun tam tersi doğru
değildir. Benzer deyişle; her bir boyut üst boyut ya da
boyutlar açısından bir hayal hükmünde olsa da kendi boyutu
içerisinde somut bir biçimde gerçektir. Bu nedenle, ölüm ötesi
boyuttaki mikrodalga bedenlerimizin, şu anki bakış açımıza
göre latif olmasına karşın, o boyutun algılanmasıyla
birlikte ışınsal bedenler birbirlerini şeffaf değil, somut
olarak algılayacaklardır. Yani, o boyutlarda hiç kimse bir diğerinin
bedenini latif, şeffaf bir beden olarak görmeyecektir. Tıpkı
rüyalarımızda gördüğümüz bedenlerin (nesnelerin) gerçekte
somut bir yapıya sahip olmamasına karşın, bizim bunun soyut
olduğunu fark edemeyişimiz gibi.
Genelde
bu konular hakkında sıkça sorulan bir soruda “madem her şey
bir hayalden, imgeden ibaret, o zaman neden kabir, cehennem
boyutunda azap görelim ki?” ya da “tüm varlık ve insanın
özü Hak’tır; Hakk da zarar, ıstırap,...vb kavramlardan
beri bir varlık olduğuna göre, bu insanlar için de azap
olunamayacağı anlamına gelir, o halde Cehennem diye bir ortamın
varlığından söz edilemez. Edilemeyeceği için de
neden ve niye azap, acı ...vb şeyler söz konusu olsun
ki?” şeklindedir. Bu yüzden; yine bu düşünce sahiplerine
göre, cehennem sadece avam insanlarını korkutmak amacıyla
ortaya konmuş bir sistem ve düzendir.
Oysa,
hem yukarıda değindiğimiz hem de daha önceki yazılarımızda
açıkladığımız üzere, bulunduğumuz boyutun ışınsal bir
boyut olmasına karşın, nasıl ki madde olarak algılayıp bu
boyut içerisinde var olan varlıklardan ve olaylardan
etkilenerek belli azaplar duyuyorsak, o boyutun da somut olarak
algılanması ve kendine özgü sistemleri ve birtakım varlıkları
olması dolayısıyla, onlarla etkileşimlere girilmesi yanı sıra
da sistemin işleyiş çarkları içerisinde bize zarar verecek
şeylere karşı alternatif oluşturamadığımız takdirde o
ortamlarda da maddi ve manevi azaplar söz konusu olacaktır. Tıpkı
gördüğümüz kâbuslarda fiziksel bir etkiyle karşılaşmamamıza
ve oradaki her şeyin birer hayalden ibaret olmasına rağmen
bizlerin bunu azap
olarak algılayışımız gibi. Oysa bedenimizin hiçbir yerine
kimse bir etkide bulunmamaktadır. Bununla birlikte; azabı doğuran
sınırlı bilincimizin şartlanmaları dolayısıyla da bugün
kendimizi bir beden yığını olarak kabul edip Ruh boyutunu
ancak iman yollu ya da yanılgılı algılama dolayısıyla
kabul veya bu tür şeylere inanmadığımız için
tamamen reddederken, yarın o boyutlarda hepimiz,
kendimizi, Evrensel Bilinç yerine, Ruh boyutu ve ona
dayalı tek bir bilinçten, ki Evrensel Bilinci Mutlak anlamda
değil, ruh boyutuna göre değerlendirerek, sadece ondan ibaret
olduğumuzu zannedeceğiz.
Bu durum, dünyada yaşarken kendilerini ruh
boyutunda tanıyan birimler için de geçerlidir.
Bununla
birlikte; her şeyin bir hayalden, imgeden ibaret olmasına karşın,
örtülmüş bilincin aslı
olan boyutuna dönmesi için saflaşması, torna tesviye olması
için geçeceği aşamalarda (boyutlarda) arınma işleminin
yine kendinde açığa çıkması ve bu durumun azap
olarak algılanması, bilincin holografik gerçekler şeklinde
ortaya koyduğu diğer tüm şeyler gibi, gerçektir, Hak’tır.
Çünkü
evrende her şey, sırasıyla salt enerji-bilinç boyutundan,
mikrodalga boyutuna iner, oradan da parçacıklar, atom, molekül
ve madde boyutunda açığa çıkar. Daha sonra da, bulunduğu
noktadan tekrar molekül, atom... mikrodalga boyutuna dönüşerek
aslı olana rücu etmektedir. Tıpkı Mevlana ‘nın “kaynağından
kopan her şey, kaynağıyla birleşmeyi arzular” dediği
gibi. Madde boyutu içindeki
geçişlerde, madenden nebata, nebattan da hayvana geçişler şeklinde
tekrar aynı safhaya yani mikrodalga boyutuna dönüşüm
olurken, hayvandan bir sonraki aşama olan insana geçenler ise,
120. günde oluşan
mikrodalga yapılı bedenle birlikte aslı olan boyutlarına geçiş
yaparlar.(Bu birimlerden bir kısmının bilinç dönüşümü
ise, çok daha yüksek frekanslı olan Nur boyutuna doğru
olmaktadır.) İnsanların içinde de en büyük açıyı ya da
daireyi çizen ise Hz. Muhammed (sav) Efendimiz’dir.
Işınsal
varlıklar da kendi bulundukları noktadan asıları olan
boyutlara doğru yolculuğa çıkarlar.(Bkz. Evrensel Sırlar /
Dini Yanlış Algılamak- Ahmed Hulusi- Her şey Bir Plasebo mu?
II- www.sufizmveinsan.com
/fizik) Daha geniş
bir perspektiften sisteme bakarsak, evrenin sonsuz boyutsallığındaki
yaşamın, bir düzeyin diğer farklı düzeylere boyutsal dönüşümü
şeklinde sonsuza dek devam edegelen bir biçimde olduğunu fark
ederiz. Tıpkı, ünlü kimyacı
Lovaziyer’in dediği gibi “yoktan hiçbir şey var
olmaz, var olan şey de yok olmaz.”(1) Ancak, insan ve
cinlerin bu bilinç dönüşümleri sırasında azap görmeyecekleri
fikri yanlıştır. Oysa,
Mutlak Evrensel sistemi anlatan dinsel verileri şartlanmalarımıza
(ya da terkipsel imgelerimize) göre değerlendirip mecazları
hakikât sandığımız ve cehennem ile azap kavramlarını, her
şeyin bir bütün halinde, hayal ve imgeden ibaret boyutsal dönüşümler
olduğu fikriyle bağdaştıramadığımız için, bu kavramları
reddetmekteyiz. Ya da bunun tam tersine, yine aynı
nedenlerden ötürü, sistemin bu şekildeki işleyiş
mekanizmasını kabul etmeyerek sembollere takılıp kalmaktayız.
Halbuki her iki görüşün de doğru yönleri bulunmaktadır.
Yani; hem varlık, bir imgenin başka bir imgeye dönüşmesi
sonucu oluşmakta, hem de yine bu imgelerin neden oldukları
kabir, cehennem boyutlarındaki azaplar, holografik esasa göre
bizden açığa çıkmaktadır. Bu azap ve cehennemden çıkışın tek yolu da tabanda, mevcudatın özü
olan imgeler boyutunu varlığa göre algılamak değil, salt
imgeler boyutunda kendimizi tanımaktır ki, arada kıyasa
gelmez fark vardır. Çünkü bu salt boyutta varlık yok ki,
ona göre bir imgeler boyutu olsun. Zaten bu
farkın anlaşılamaması bu yanılgıların temel
sebebini doğurmaktadır. Dolayısıyla, yakılacak şeylerin
insanlar ve taşlar olduğu
şeklinde sembolize edilen ve insanın maddi ve manevi (şuursal)
azaplarına işaret eden cehennem boyutundaki çukurların da, o
konuyla ilgili azabın sona ermesiyle ateşinin sönmesi ve bir
başka çukura geçişi, yanışı ya da atılması da hep azabı
doğuran şeye bağışıklık kazanmak, yani o olaydan, o şeyden
etkilenmemeyi sağlayan idrakin,
o birimin Ruhunun bilincinde açığa çıkmasıdır. Böylece,
cehennem tabakaları denen şey de, idrak düzeyleri,
seviyeleridir. Bu, cennet boyutunda farklı isimlerle anlatılan
cennetler için de geçerli olup Tek bir boyutun farklı şuur
seviyelerinin yaşam şekillerine verilen isimlerdir.
Eğer
boyutsallığı anladıysak, öncelikle şunu fark ederiz ki, tüm
varlığın çıkış noktası olan boyutta her şeyin parçalanamaz
bir Bütün, Tek olarak bir imgeden ibaret olması ayrı bir şey,
bu boyutun var gösterdiği boyutlarda kayıtlı yaşayıp, her
şeyin bir hayalden ibaret olduğunu bilmek, düşünmek, var
kabul edip hissetmek ya da yaşamak apayrı şeylerdir. Tıpkı
O.B.E ve Ö.Y.D durumlarındaki deneyimlerde sistemin çok küçük
bir gerçeğinin algıda genelleştirilmesi sonucu oluşan yanılgılar
gibi.
Çünkü;
bu her ne kadar düşüncede böyle olsa da, tam anlamıyla yaşantıya
geçirilemediği için, yine bilinç örtülü bir biçimde
maddesel boyutun kurallarına bağlı olarak yaşamına devam
eder. Zaten, tüm azapların kökeninde de, bilincin Örtük Düzen
boyutunda kendini tanıması yerine, kendisini çokluk boyutunda
kayıtlı, sınırlı olarak bulması yatmaktadır. Ayrıca önemli
bir nokta da, çokluk boyutunda, madde veya varlıkla kayıt altında
olmayan her birimin, bu hallerine bakarak bunların salt örtük
düzen boyutunda kendilerini tanıdıkları, bildikleri anlamı
çıkarılmamalıdır. Yani, bazı
birimlerin her şeyin bir hayalden ibaret olduğunu, bilincinin
çeşitli düzeylerinde algılayıp (ki beş duyu ya da beş
duyu ötesindeki çeşitli algı seviyelerinde olabilmektedir)
bu hayaller üzerinde tasarrufta bulunmaları ya da bunlardan
etkilenmemeleri, ölüm ötesi boyutlarda azap görmeyecekleri
anlamına gelmemelidir. Kaldı ki; tüm bu ve buna benzer olağanüstü
şeylere çok iyi vakıf olan ışınsal varlıklar bile, her şeye
rağmen çeşitli azaplara uğrayacak iken.
İlham
ya da bilgi
yollu olarak birimlerde oluşan yanılgıların başlıca temel
sebeplerini şöyle ifade edebiliriz: Tüm bilinç seviyelerinin
toplu bir halde bulunması ve bu mertebeler arasındaki farklılıklar
dolayısıyla, (en) alt boyutta yaşanılmasına karşın, üst
boyutun bilgilerinin, bulunduğu boyutta yaşantıya sokulması
yani, hem bu bilinç düzeylerinin hem de birimin kendisinin
sistemdeki yeri, boyutlar arası bağlantıları, ilişkileri
tam olarak oturtulmadan, anlaşılmadan, arınılmadan, birimin
kendini gerçek boyutlarında tanıyamadan, bulunduğu boyutta
bu bilgilerin monte edilmesidir ki, bu da çok büyük yanlışlıkların
doğmasına neden olmaktadır. Böylece, Tekliği Mutlak anlamda değil, Mutlak boyutun bir izdüşümü, gölgesi
konumunda bulunan boyuttaki varsayımına göre kabul ettiği
benliğine (ya da bilincine) dayalı olarak yaşar. Bu, beş
duyuda algıladığı bedeni de olabilir, beş duyu algı ötesindeki
kabul ettiği, var saydığı sınırsız bedeni de olabilir.
Yani;
sistemde bir Tanrı’ya yer olmaması, sistemin bir bütün
olarak imajdan, hayalden ibaret olması dolayısıyla, kendi
bilincinin bu evrensel bilinçten ikincil bir yapı şeklinde
ayrı olmadığı ve bu bütünsellik içinde tıpkı
elektromanyetik dalgalarının erkeği ve dişisinin olmayıp çeşitli
frekanslardan müteşekkil tek bir yapıda bulunması gibi, tüm
artı ve eksi kavramlarının geçersiz olduğu, bu nedenle de
azap, mutluluk ya da mutsuzluk...vb kavramların bir algı yanılgısından
veya hayalimizden kaynaklandığının bilinememesi ya da bu
farkındalığın fark edilememesi sonucu oluştuğunun düşünülmesidir.
Ya da benzer ve paralel ifadelerle, belli bir idrak noktasına
gelen bu birimler şöyle düşünmektedirler: “Evrende
madde ve zihin gibi iki ayrı kavram yoktur. Madde dediğimiz şey,
şuurun bir görünümü olarak bir hayaldir. Yani; benim şuurumun
oluşturduğu bir serap. Ve insanlar hem bu dünyada hem de ölüm
ötesinde hep bir hayalden bir başka hayale geçer durur. Her
şeyin bir imgeden meydana gelmesi dolayısıyla da beden
(madde) kavramına ait olan tabiat ve buna dayalı maddi
zevklere, yani bedenin istek ve arzularına karşı çıkma söz
konusu olamaz. Eğer tabiatımla mücadeleye girersem (veya
ibadet adı altındaki çalışmaları yaparsam...vb) o zaman bu
bedeni (maddeyi) kabul etmiş ve dilediğimi yapmama sınır
getirmiş olurum. Artı ve eksi kavramları olmadığına göre
bu bedenimin tabii davranışları da benim için asla önemli
değil ve yaptıklarımla asla sorumlu, mesul değilim. Çünkü
ben Hakk’ım ve bundan dolayı o nasıl yaptıklarıyla kayıtlı
değilse ben de kayıtlı olmadığım için dilediğimi yaparım”
Böylece, bedeninin tabii istek ve arzularına ait olan halleri,
O olması dolayısıyla kendi özellikleri olarak görme yanılgısına
düşer. Oysa her boyutun kuralları farklı idi. Ancak; bu tür
algı ve hissedişlere sahip birimler, bu düşünceyle fiiller
ortaya koymaya başladığı zaman, eylem ve davranışlarının
hep eksi yöne doğru kaydığı ve zamanla da
bunun kaydı altına girdiği, bu durumun kendileri tarafından
da fark edilmediği görülecektir. Çünkü, düşünce ve
eylemler beyinde belli hücre grubunun çalışması sonucudur.
Bu nedenle bu durumun devamına olan ısrar da bu hücresel
faaliyetin yönlendiği konu istikametinde gelişerek yayılım
gösterecektir. Böylece, ortaya konan yanlışlık günden güne
artarak bilincin örtülmesine neden olur ve İlahi bir zorlama
olmaksızın eski durumuna dönmesi de kolay kolay mümkün
olmayacaktır. Böylece Teklik bilincinden yavaş yavaş uzaklaşılır.
Ya da; buna paralel bir bakış açısına göre, holografik
olarak ortaya konan gerçeklik, beynin faaliyetlerinden
kaynaklandığından, beyin hangi şeyle meşgul olursa, beynin
bilincinde, o şekilde oluşacak ve o yönde gelişim gösterecektir.
Oysa; beynin bilincinin hiçbir şeyle kayıtlı olmaması ya da
benzer ifadeyle beynin
bilinci yerine öz bilincin kabul ettiği beyin ve otomatikman
meydana gelen bilinç açısından sistemi değerlendirmek için,
bu şuurun sahip
olduğu boyutların ayrı ayrı hakkının verilmesi yani,
tabanda Nur Bilinç boyutunda kendini tanıması gerekmektedir.
İşte hakikâti yakalamaya ramak kala bu bilinç boyutundan düşmesinin
önde gelen sebebi, yukarıda anlattığımız dualite, yani
boyutsal ikilem ve doğurduğu bu sonuçlardır.
Kendisine Tek’lik
boyutundan ilham geldiğinde ise, birim, dünyanın, dünya değerlerinin
ve bedenini sanki yokmuş gibi kendini (gene kendisi vardır
ama) O olarak hissetmeye başlar ve doğal olarak “Ben
O’yum” der. Tıpkı,
Amerikalı bir nörolog olan Dr. James Austin’in bir tren
istasyonunda Zen-Budizmi ile ilgili derin düşüncelere
dalarken kendisinde oluşan algı durumunun değişmesiyle
“zaman yoktu, sonsuzluğu hissediyordum. Eskiden var olan
arzularım, nefretlerim, ölüm korkum dolaylı olarak benliğimden
kaynaklanan belirtiler kaybolmuştu. Maddenin esas doğasının
ne olduğunu anlamak suretiyle yüceltildim” şeklinde
hissedişlere girmesi, ya da bir mistiğin
“Bedenim ve uzuvlarımla olan bağlantım ortadan kalkmıştır
artık. Duyu organlarım devre dışıdır. Böylece maddesel biçimimi
terk etmiş ve bilgime de elveda etmiş olurum. Artık “büyük
yayılıcı” haline dönüşürüm. Bu ise, bana göre, oturup
her şeyi unutmak anlamını taşımaktadır.” dediği gibi.
Ancak,
bu durumda olduğu gibi
gelen ilhamların, hem mutlak anlamdaki bilince hem de bu Mutlak
bilincin maddeye dönük yansıması olan boyuttaki bilince
dayalı olarak iki şekilde (ki bunlarında ayrı ayrı çeşitli
dereceleri bulunmaktadır) açığa çıkmaktadır. Mistik dille
Melek’i ya da Cin’ni.(2) Eğer, gelen ilham ikincisindeki
gibiyse, bu birim(ler) Teklik algısını Mutlak Bilinç yönüyle
değil, birimsel bilincleriyle ya da çokluk boyutuna dönük
olarak (her ne kadar bize göre büyük mertebe olsa da) sahip
olduğu bilinciyle, tüm var oluşu değerlendirerek, o Evrensel
Bilinçte yaşıyormuş sanısıyla, birimsel nefsine (benliğine)
Tanrılık atfederler. Böylece bu bilgiler, o kişinin
bedeninin istek, arzu yani, tabiatı istikametinde açığa çıkarak
birçok yanlış yola, yöne sapma ve o an için elde ettiği güçlerle
de çevrelerine hükmetmek suretiyle, onları da saptırmaya
neden olurlar. Ya da benzer deyişle “Ben
O’yum” sözünü genel anlamda ne kadar doğru söylese de,
çokluk boyutunda var olan her şeyi kendi bilinci olarak görmek
suretiyle, tüm varlığın kendi özünden ibaret olduğunu
zannederek bulunduğu boyutla kayıtlanır. Böylece; Resullerin
bildirdiği Mutlak Bilinç yönüyle değil (birinci anlattığım
ilham bununla ilgilidir), bu boyutun maddeye dönük yansıması
olan, varsaydığı sonsuz bilinç (benlik) yönüyle, çokluk
boyutunda, dilediğini yapmaya, hayal olarak algıladığı
madde üzerinde tasarruf etmeye başlar. Mistik alanda bu
nefs mertebesine “Mülhime” (3) denir. Yedi mertebeden
üçüncü sırada olandır ki, Teklik algısı bu bilinç düzeyde
başlamaktadır. Birinci mertebe, insanların büyük çoğunluğunun
bulunduğu bilinç düzeyidir ki, buna da “Emmare” denir.(4)
Cinler hem bir varlık hem de bir boyut olarak bu mertebeye
(bilinç düzeyine) kadar olan tüm birimlere oynadıkları
oyunların en büyüğünü bu bilince ( mülhime) sahip
birimler üzerine oynarlar. Çünkü bu ışınsal varlıklar
da, o mertebede olup bu bilinç boyutunun bilgisiyle
kendilerindeki ilim ve gücün “evrensel bilinçten” ayrı
birer yapısı olmadığının farkında olarak, en alt bilinç
seviyesinde (nefs düzeyinde) fiiller ortaya koydukları için,
kendilerini birer Tanrı olarak görmekte, çeşitli suret ve şekillerde
irtibatta olduğu insanlara Tanrısal ruh, evrensel ruh, Tanrılar
olduklarını hem algı, düşünce fikir, hem de fiziksel
temaslar şeklinde bildirmektedirler.
Evrende
bir Tanrı’nın var olmadığını çok iyi bilen şeytaniyet
vasıflı cinlerin kendilerindeki ilim ve gücün Allah’a ait
olduğunu bilmeleri, onların Allah’a sığınmaları şeklinde
ifade edilmektedir. Mistik alanda bu yaşantı halinin ifadesi olarak bazı şeytanların “ Euzu
Besmele” çektikleri bazılarınınsa “ la havle vela
kuvvete....” zikrini yaptıkları anlatılmaktadır.
Ancak iblis(ler)in bulundukları (ya da bu boyutta kendini tanıyan
birimlerin) bilinç düzeylerinin Tek’lik boyutu olmasına karşın, yine de mekânsal
bir, öte, ötelik anlamı değil, boyutsal bir ikilem söz
konusudur. Ayette bu “ Benim yolumu şaşırtmana karşılık
ben de onların yolları.....” şeklinde ifade edilmektedir. Tüm
bunları göz önüne aldığımızda bir gerçek karşımıza
çıkmaktadır. O da, insanların ekseriyetinin hakir, hor, kötü
ve kolayca alt edilebilir olduğunu zannederek Tanrımızın
bizi bunlara karşı hep koruduğunu ve bize en ufak bir şey
yapamadıklarını, bu nedenle de bize uyguladıkları veya
uygulayacakları etkileri çok hafife alarak göz ardı ettiğimiz
bu varlıklar kadar dahi Allah’ı tanıyamamış, bilememiş
ve hatta O’na iman edememiş olmamızdır. Oysa bu ve ölüm
ötesi boyutlarda onlara karşı korunmanın da belli bir
sistemi ve yolu vardır ki, bunun da en başta geleni (imanın
da gereği olan) onların ne olup ne olmadıklarını bilmek,
tanımak ve idrak etmektir. Yoksa yaptıklarımıza bakarak bin
bir surette görünen bu varlıklara karşı öteden
biri(leri)nin bizleri koruduğunu düşünmemiz, ham hayalden başka
bir şey değildir.
Bu
Tanrısal ruhlar, uzaylı kisvesi adı altında da, temasta
bulundukları insanlara, bu ilişkilerinin devam etmeleri
halinde “evrensel sırları” vermek bahanesiyle onları
evrenin ve tanrısal
bilgeliğin, gücün saklı olduğu boyut olan Nirvana ya da
Omega boyutuna ulaştırmak veya benzer deyişle; Tanrı ile birleşmelerini, bütünleşmelerini sağlayacaklarını (ki
bunda da başarılı oldukları, böyle birimlerin varlığından
anlaşılmaktadır) ifade etmektedirler.
Bazen de bunu fiziksel temaslarla bildirmektedirler.
Bu
ışınsal varlıklar; şamanizm ve diğer tüm benzerleri olan
kabile dinlerine sahip olan rahiplere, bilge ya da aralarından
seçtikleri insanlara da fiziksel temasla, içlerine girmek
(yani beyinlerini etkilemek)le (5) onları direkt trans haline
sokarak, güya Tanrıyla birleştirmekte ve onların birer Tanrı
olmalarını sağlamaktadırlar. Bu durumun devam etmesi halinde
de, bu Tanrısal ruhların, bir üstte anlattığım gibi, hayatın
evrenin sırlarını onlara vereceğini de söylemektedirler. Bu
insanlardan bazıları da misyonerler tarafından Hıristiyanlaştırılmış
ya da Müslüman olmuş kimselerdir ki, o zaman da bu ruhlar
onları, Kutsal Ruh’la, Hz. İsa’nın Ruhuyla ya da Müslümanların
Tanrısıyla birleştirmektedirler. Çünkü her ne kadar bunlar
Hıristiyan ya da Müslüman olmuş iseler de, kendi kabile
dinlerini de buna ek olarak hem devam ettirmekte hem de bu
dinleri inançlarına göre
harmanlayarak kabul
etmektedirler. Tıpkı Türk Müslümanlığı, Arap, Endonezya,
Amerikan zenci Müslümanlığı... ve Tanrısı
gibi.(Bkz.Okyanus Ötesi I,II,III /Dini Yanlış Algılamak
/Tek’in Seyri
/Kendini Tanı / İnsan Ve Sırları II- Ahmed Hulusi.
Taboo
/ History Channel )
(Devam
edecek...)
hologramk@yahoo.com
İstanbul
- 04.03.2003
http://gulizk.com
Metafiziksel
Yanılgılar 23 ‘e ek (1); Kuranı Kerim’in ifadesiyle ölüm
ötesi boyutun şu anki dünya ölçülerimize göre bin yıl
olduğu düşünülürse, Hz Muhammed (sav)’in bildirdiğine göre
sadece sırat geçiş süreci üç bin yıllık yoldur.
Ek (2) ; Ölümün tadılması sonucu, Işınsal boyuttaki
Astral Bedene geçişle birlikte, birimin algı genişlemesi çok
üstün bir şekilde artarak görüşü, idraki keskinleşir. Böylece,
içinde bulunduğu şartları, başına gelecekleri, dünyanın
sonunu, akıbetini ve çok çok kısa bir süre kaldığı dünya
yaşamında belirli güçleri elde edememekten dolayı bunlardan
mahrum oluşunu fark ediş de yine bu Boyutsallık
kavramı dolayısıyladır.
Dip
Not; (1) “ Yoktan
bir şey olmaz, Var olan şey de yok olmaz” ifadesi ; Salt
Gizli Düzen boyutundaki Bilinç açısından, varlık yokluk üzerinedir.
Yani, yok olarak bir var kabulden ibarettir. Yokluk da, bir
varsayımdan ibaret olan varlık da, bu var kabulünün çeşitli
boyutsallığında sonsuza dek dönüşümler şeklinde yaşamını
sürdürür. Gerçekte hiçbir varlığı olmamasına rağmen. Eğer
birim sıradan birim değil de evrenselliğe açık
ise; o zaman kendini ya Nur boyutunda tanır ya da Nar
boyutunda varsayılan hayali suretlere göre kabullendiği ve
Mutlak Benlik olarak kabul ettiği, zannettiği,
holografik yanılgılı bilincine göre yaşar. Ve sonucunda
ikisi de varlığın yok olduğunu söyler. Ancak, birinci kısımdaki
birimlere göre varlık hiç yok iken, ikinci kısımdaki
birimlere göre yokluk, varlığa göre olmaktadır. Her iki ifade, söylem ve
ortaya konan olağanüstü fiillerin ilk başta aynı görünmelerine
karşın.
(2)
ilhamın Meleki ya da Cinni olmasının da çeşitli boyutlarda
karşılığı vardır. Mesela; bu beden boyutunda doğru bilgi
ya da vesvese şeklinde kendini gösterirken, boyutsal anlamda
ise, varlığı, sistemi, kendini tanımaya yönelik algı biçimlerine
karşılık gelmektedir.
(3)
Ruhçu ya da yeni çağ akımları, diğer birçok konuda olduğu
gibi, Nefs Mertebeleri ve özelliklerini de kendi yanılgılı
algılamaları açısından değerlendirerek birçok eksik ve
bir o kadar da yanlış düşünceyle (elbette art ya da kötü
niyet olmaksızın) konuyu saptırmaktadırlar. İçinde her ne
kadar doğruları barındırsa da... İşlediğimiz konular
bununla ilgili olmasa da bunun böyle olduğunun bilinmesinde
yarar var diye düşünüyorum.
(4)
Emmare düzeyinde yaşanılmasına karşılık, sadece bilimsel
yolla, herhangi bir algı durumunun değişimine uğramaksızın,
beş duyusal sezgi ve buna dayalı hissedişlerle Teklik
boyutuna ait olan bilgilerin açığa çıktığı birimler de
bulunmaktadır.
Bununla birlikte Lsd türü, algı durumunu değiştiren ilaçlar
ya da otlar (uyuşturucular) kullanımı da bu tür ilhamları
oluşturmaktadır.
(5)
Dinsel ifadelerdeki, şeytanların insanın burnundan, kulaklarından
...girmesi, kanının içinde dolaşması, ya da herhangi bir
organına yerleşmesi denilen hal, her ne kadar onların şeffaf
yapıları dolayısıyla bu tür şekilde davranabildiklerini göstermiş
olsa da, gerçekte, onlar insan üzerindeki bu ve benzeri
etkilerin hepsini (direkt) beyin aracılığıyla gerçekleştirmektedirler.
|