Uzay ve zamana göre, zaman ve mekânın olmaması ya da
bunun bir illüzyondan ibaret olması ayrı bir şeydir,
uzay-zamanın hiçbir zaman var olmadığını ve bu nedenle her
şeyin bir hayal olduğunu söylemek ayrı bir şeydir.
Bu durum mistik alanda şöyle ifade edilmektedir: “Gerçekte
tüm olup bitenler; esma mertebesinde olup bitmektedir. Gerçekte
efal boyutu yoktur; esma mertebesinde yaşayana göre” (bkz.
Mesajlar-Ahmed Hulusi). Benzer deyişle, her şey salt imgesel
boyutta başlayıp bitmektedir.
Bununla
birlikte bu boyuta kadar olan ve ayrı ayrı görülen
mertebeler, birimi bir üst bilinç boyut(ların)a taşıyacak
basamak olması için var iken, pratikte böyle olmamakta, bunun
yerine kişi bulunduğu mertebeyi en üst sanarak o boyutta
bloke olmaktadır. Böylece, üst boyutun bilgilerini kendi
bulunduğu bilinç mertebesine göre değerlendirerek bu üst
boyutları hakkıyla idrak edememektedir. Bu yüzden, kendini
madde kaydından kurtarmış bilinçler, Resul ya da Nebilerin
getirdiklerine iman etmemelerine karşın onları, kendileri
gibi görmeleri ve o açıdan değerlendirdikleri için bu
Evrensel Kimliğe sahip birimleri red
de edememektedirler. Böylece Evrensel Bilince ait bilgileri,
kendi bulunduğu bilinç mertebesine göre değerlendirerek bu
üst boyutları Hakkıyla idrak edememektedirler. Hiyerarşinin
her boyutta kendini göstermesi dolayısıyla Evrensel Bilinç içinde
de bir boyutun bir
üst boyut ya da boyutlara göre bloke olma (kayıtlanma) durumu
her ne kadar söz konusu olsa da bu hal, bildiğimiz anlamda
anlaşılmamalıdır. Yani, üzerinde önemle durduğumuz
boyutlardaki durumlar gibi düşünmemeliyiz. Çünkü, bu
birimlerde herhangi bir azab, sıkıntı...vb) haller kesinlikle
söz konusu değildir. Oysa buna karşın, evrensel bilince doğru
özsel yolculuğa çıkmış birimlerde ise, evrensel bilincin
taban seviyesinde yakalayamadan (tabanına gelmeden) içine düştükleri
yanılgılar dolayısıyla bulundukları noktadan gerisin geriye
en alt bilinç boyutuna düşmekte sonucunda da cehennem
boyutundaki azabı tatmaktadırlar. Şimdi bu durum nasıl oluşmakta
onu görmeye çalışalım.
Çeşitli
arınma çalışmalardan yeterince geçmemiş birimler belli bir
süre sonra bilgi veya
ilham yollu olarak, şartlanmaları, değer yargıları ve
duygularını attıklarında, her şeyin Hak olması gibi
bedenlerini ve sergilediği davranışlarını da Hak olarak görmeleri
sebebiyle, bedene (maddeye) dönük fiiller ortaya koymaya başlarlar.
Etraflarına topladıkları insanlardan yararlanmaya çalışarak
helal ve haramı gözetmeksizin diledikleri biçimde yer, içer,
sigara, alkol kullanıp kumar oynar, kadınlara meylederek bunu
zina yollu yapmaktan da kaçınmaz, kendi kafasına göre
nikahlar, boşar...vs. Dünya malına meylederek mal mülk
edinmeye, rahatına düşkün olmaya (dikkat çekecek şekilde)
süslü, gösterişli şatafatlı giysiler kullanmaya, bedene dönük
nam, şan, şöhret...vb bedeni zevkler peşinde (tatmin olmaya)
koşmaya ve tüm bunların sonucunda da manevi tüm değerlere
boş vermeye başlar. Kendilerini Mehdi, İsa, Allah’ın yeryüzündeki halifesi, sureti
olarak kabul ederek de Allah adına konuşur, Allah adına yargılar,
menfaatine dönük yaptığı eylemleri Allah için yapar,
kendilerine karşı çıkanları da Allah’a karşı gelmekle,
cehennemle korkuturlar. Böylece Resulullah’ın getirdiklerine
ters düşen eylemleri yine saptırdıkları Dinsel kılıfları
içerisinde gizlerler. Zaten, Cinni etkilerle hareket
edenler de onlar gibi çok zeki olmaktadırlar. Şefaat insanların
değerlendirmesi ve gereğinin yapılması için onlara ulaştırılan
ilim iken, kendi yaptıklarını hokus-pokusla kapatacak, günahlarını
affedip, cenneti hediye edecek olan Mehdi, İsa, Evliya ile üç
kuruşluk dünya menfaatlerine isteklerine karşı gelecek
Deccal beklentisiyle, hiç çekinmeden malını, karısını, kızını,
çocuğunu, yakınlarını (gerçekte bu kişileri ve dünya malını
şuurunda kayıtlamaması gerekirken) her şekilde onlara (bu
basit ve masumane de olabilmekte) pazarlamaktan, peşkeş çekmekten
çekinmeden sunmaktadırlar. Cehaletlerinin bedeli olarak
Allah’a kavuşayım derken şeytanın kucağına düşmektedirler.
Oysa; nasıl ki Allah’ın velileri Nur Bilinç boyutuna ait özellikleri
ortaya koyuyorsa, İblisin de velileri de olup, bunlar da ötedeki
bir şeytanın değil kendilerinde (ve istisnasız her insanda)
bir boyut olarak mevcut olan şeytani vasıfları çeşitli
boyutlarında ortaya koymaktadırlar. Benzeri olaylar, ülkemiz
dışındaki diğer tüm din ve felsefe ekollerinde de, tarikat
adı altında görülmektedir ki, basında bunların çok küçük
bir kısmını duymakta ya da okumaktayız. Ancak, her ne kadar
bunlar birbirlerine tıpa tıp benzeseler de, bir farkla Tanrıları
değişik olabilmektedir.
Hem
ışınsal varlıkların hem de telkinde bulundukları aynı
bilinç boyutunda yer alan insanların sahip oldukları Tanrısal bilgi ya da gücün neden olduğu çok önemli bir yanılgı
da, ölüm ötesi boyuttaki kabir, cehennem...vb) azapların
onları etkilemeyeceği algısıdır. Boyutsal olarak algı
durumundaki bu yanılgı, Kur’an’da “şeytan sizi Allah
Rahim, Kerim’dir diyerek aldatır” şeklinde ifade edilerek
İblis’in insanı Allah nasılsa Gafurdur, Avuf’tur, beni
affeder ya da “Allah nasıl olsa Rahim’dir, merhamet eder”
diyerek boş hayallere, umutlara düşürmek suretiyle kandırmakta
ve aldatmakta olduğu bildirilmiştir. Tıpkı bizlere de
yaptığı gibi.
Böylece,
bu birimler her şeyin Hak olması yani Teklik (Hakikât)
bilgisinin kendilerinde oluşturduğu sarhoşluk sonucu, ibadet
adı altındaki çalışmaları terk ederler. Oysa, çokluk
boyutu ve içerdiği kurallar kendi boyutları içerisinde
sonsuza dek devam eder. Bu nedenle; boyutsallık kavramını çok
iyi bilen ve uygulayan (yaşayan) geçmiş (ve günümüz)
mistikleri, bulundukları yüksek bilinç seviyelerine rağmen
ibadet adı altındaki çalışmaları terk etmemiş, dolayısıyla
ölüm ötesi boyutlarda da geçerli (gerekli) olan enerjiden
mahrum kalmamışlardır. Çünkü, ibadet adı altındaki
çalışmalar, şuursal plandaki çalışmaları da güçlendirerek
beyin kapasitesini artırıp çok yüksek ilmin değerlendirilmesini
ve sonucu olarak da bu ilmin gereğinin yapılması için de Ruh
enerjisinin, gücünün artmasını sağlar. Bu nedenledir ki
bize asgari düzey olarak önerilen çalışmaların çok çok
üstünde bir performans sergilemişlerdir. Belli sistemle yapılan
zikirler, oruç, nafile (yararlı) namazlar ( gece, tesbih,
ihlas, ...vb) ötedeki birini memnun etmek, onun gönlünü hoş
etmek değil (çünkü böyle bir varlık yok), Özsel Bilgi ve
Gücü bilincimizde fark edilir hale getirmek için gerekli ve
bir o kadar da zorunlu çalışmalardır. Yoksa; “ benim
kalbim temiz” “Allah benim iyi bir insan olduğumu
biliyor”...vb klişeleşmiş,
ezberi bilgilerle, durumumuza bakarak bizi ve davranışlarımızı
değerlendiren, imtihan eden ve bunun sonucunda da havadan bir şeyler veren bir Üstün
Varlık söz konusu değildir. Fiilen yapmadığımız bir şeyin
karşılığını hiç kimse bize veremeyeceği gibi, böyle bir
şeyin bizim için oluşması da mümkün değildir. Hayalimizde
kurduğumuz sistemle, evrensel sistemin kuralları tamamen farklı
olduğu için bize evrensel sistem ve kuralları Resul ve
Nebilerce bildirilmiştir (Mantığımıza ters gelse de). Aksi
taktirde, hayalimizin bir ürünü olan Tanrı ve ona dayalı
olarak kurduğumuz sistemin, bilincin bir başka holografik gerçekliği
olan ölüm ötesi boyutun gerçekleriyle bütünleşmediğini o
boyutta fark ettiğimiz zaman, en büyük şoku ve azabı yaşamış
olacağız. Bu nedenle, hem bu dünyada hem de ölüm ötesi
boyutlarda insanın tek kurtuluşu ve saadeti, görünenden yola
çıkarak salt akıl gücüyle suretlere bağlı olarak madde ötesine
ait gerçekleri ortaya koyan Felsefe ekollerine uymakla değil,
Mutlak Öze dönük olarak sistemi anlatan Resul ve Nebilere önce
iman, sonra da Aklı, bu imana dayalı gerçeklere göre
kullanarak görünmeyeni
görür hale gelmek suretiyle Hakikâte ermekle mümkündür
(ki bu yaşantının adına da Sufizmde iman değil, ikan hali
denmektedir.)
Ayrıca, her boyut kendi
kuralları içerisinde geçerli olup biri diğerini
etkilememektedir (Ancak boyutsal bağlılık dolayısıyla da
bir boyutu diğer bir boyuttan çekip alamayız).
Bu nedenle; vücudumuz aynı anda aslı olan foton, parçacık,
atom ...boyutlarında, düzeylerine göre Teklik boyutlarında
yer almasına ve yaşanmasına karşılık, hücresel boyut
itibariyle, moleküler dönüşümlerin geçerli olduğu
maddesel boyutun kurallarına tabidir. Dolayısıyla, bilinç açısından,
her şey her ne kadar hayal hükmünde olmuş olsa da beden
boyutu itibariyle insanın yemeden içmeden ...vb gerekli önlemleri
almaksızın hayatiyetine devam etmesi mümkün değildir. Böylece;
şuur, foton, parçacık, atom, beden boyutlarının bir Bütün
olarak toplu halde mevcut olması dolayısıyla Hakikât
bilgisini şuur boyutunda akılda tutup (koruyup) beden
boyutunda da; hem bu bilgilerin bilinç boyutunda tamamen
oturması (hazmedilmesi) hem de, beynin oluşturduğu ruh
bedenin ölüm ötesi boyutlardaki bağlı bulunacağı kurallar
gereği azap duymaması için bedensel olarak yapılması
gereken ibadet adı altındaki çalışmaların da hakkının
verilmesi gerekmektedir. Böylece bunlar meleke haline gelsin ve
girdapların varlığı dolayısıyla bilincin örtülmesine
neden olmasın. Makrokozmosta
nasıl ki kaosa yer yoksa, onun bir minyatürü (yansıması)
olan Mikrokozmos insan boyutlarında da, kaosa yer yoktur ve
olmamalıdır. Çünkü, her boyut kendi kuralları içerisinde
Hak ve gerçek olduğu gibi, birimin bilincinde açığa çıkan
bu boyutlardaki şeyler de
benzer şekilde Hak ve gerçektir. Bu yüzden, Öz
boyutların hakkını vermemekle, alt boyutlarda kısıtlanmak
her ne kadar yanlışsa, üst boyut bilgileri algılayıp alt
boyutun kurallarına uymamak da bir o kadar yanlıştır.
Genelde
yanlış anlaşılan bir konu da; mistik alanda boyutsal anlamda
ifade edilen Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikât kavramlarıdır.
Burada genelde anlaşılan, şeriat ve Hakikât, iki ayrı şey
değil, biri diğerinin alt boyuttaki görünümünden
ibarettir. Yani, şeriat denilen şey, Hakikâtin bulunduğumuz
boyuttaki aldığı isimdir. Dolayısıyla, birini inkâr etmek,
aynı zamanda diğerinin reddi anlamına gelmektedir. Böylece
Hakikâti reddedip, şeriatı kabul etmek, bir Tanrı ve onun
postacısı...vb kavramını meydana getirirken, Hakikâti kabul
edip, şeriattan uzaklaşmak ise, tam olarak bilincine oturtamadığı
Hakikâtten uzaklaşmasına ve sonucunda da küfre gitmesine yol
açmaktadır. Sufizmde bu, şöyle ifade edilmektedir: “Çokluğu
inkâr Hakk’ı inkar, Tekliği inkar da aynı şekilde yine
Hakk’ı inkâr etmek demektir”. İnsanların çoğunluğu şeriatta
kaldığı için, Hakikâte ait bilgileri ve o boyutla ilgili söylenmiş
sözleri, bilgileri, boyutsallık kavramı ve konunun bütünü
göz önüne alınmadığından dolayı, Yunus Emre, Hacı Bektaşi
Veli, Mevlana, Şeyhi Nakşibendi, M. Arabi...vb erenleri sapıklıkla
suçlayıp, küfre düşmüş olarak lanse etmekte ve bunu da
Tanrıları ve çıkarları
adına her yerde açıkça dile getirmektedirler.
Bunlardan
anlamış görünenler de; Hakikâti kendi anlayışlarınca düşündükleri şeriata göre değerlendirmeleri
sonucu, yanlış ve genelde de eksik tanımlamalarla konuya
yaklaşmaları yüzünden Hakikât bilgilerini gereğince
anlayamamaktadırlar.
Kimileri
de, İslam düşüncesiyle
hiçbir şekilde bağdaşmayan ve kendi hayallerince bilhassa
Panteizm ve Ateizm düşüncesinin Hakikât bilgisi olduğu yanılgısıyla
ve sonucunda da sırra erenleri bu gözle değerlendirip (kimi
de kendi ideolojisine taban aramak için) onların da kendileri
gibi olduklarını düşünmek suretiyle en büyük yanılgıya
düşmektedirler.
Bunların
dışında; belli bir tabiat mücadelesinden geçmiş, şartlanmalarından
kurtulmuş ancak bu çalışmaları bırakmamış birimlerde
ise, yukarıda belirttiğimiz
haller görülmese de onlarda da bu hallerin boyutsal karşılığı
olan maddeye, çokluk boyutuna dönük bir biçimde algılama,
sonucunda da şova, kendini ispata dönük birtakım olağanüstü
hallerin ortaya çıktığı görülmektedir. Bu da keramet değil
istidraçtır. Bunlar da, Resul ve Nebilerin tabanda anlattıkları
Nur Bilinç boyutuna ait bilgilere kulak vermedikleri ya da
anlatılan sözleri kendi açılarından değerlendirip, kendi
Öz boyutlarına ait Bilinç boyutunun özellikleri olduğunu
fark edememelerinden dolayı, Bilinçleri, Nar boyutundan Nur
boyutuna dönüşememektedir. Oysa, insanlar tarafından Veli,
Aziz gibi görülen, nitelendirilen kişilerin binde dokuz yüz
doksan dokuzu bu düzeyde ya da bu düzeyin bir altında tarikat
çalışmaları safhasındaki taklidi iman düzeyindedirler (ki
Hakikâte ait bilgi ve hissedişler bunlarda henüz yeterince açığa
çıkmamıştır.) Oysa velayetin tabanı “mülhime” olarak
isimlendirilen bilincin bir
üst şuur boyutundan başlamaktadır. Dolayısıyla, Nar
boyutunda girdaplara saplanarak alt boyutlara düşme söz
konusu iken, Nur bilinç
boyutuna adım atmış ve bu boyutun derinliklerindeki bakış açısıyla
varlığı değerlendiren şuurlarda kesinlikle düşme
olmamaktadır. Bununla birlikte de; Nur bilinç boyutuna
tabanda adım atmış birimler, Nar boyutunda yaratılmış
ışınsal varlıkları kapsamaları dolayısıyla onların
etkilerine de tamamen karşı koyabilmektedirler. Yani,
etkilenmezler. Bununla birlikte; Nur bilinç boyutunda olunmamasına
karşın bu varlıklara karşı korunmanın bir diğer yolu da
bir birimin çok güçlü bir imana sahip olmasıdır.(1)
Boyutsal
anlamda, bir birimin bilincinin Nur boyutuna dönüşmesinin
mistik alanda bir başka ifade şekli, “birimin Cinini Müslüman
etmesi” şeklindedir. Bu konuda Hz. Muhammed (s.a.v)’in
“hiçbiriniz istisna değildir ki, ona dünyada bir cin ile
melek verilmemiş olsun. Cin onu sufliyete, madde dünyasına çekerken,
melek de ulviyete (mutlak anlamda Özüne) çeker” sözüne
karşılık, kendisine sorulan “senin de var mı Ya
Rasulullah?” sorusuna “evet benim de var, ama benimki Müslüman
oldu. Bu yüzden bana vesvese yerine, doğru ve iyi yönde şeyler
ilka eder” diyerek ontolojik varlığı yanında boyutsal
olarak da var olan bu boyutun, birimin bilincinin Nar boyutundan
Nur boyutuna dönüşümünü açıklamaktadır. Ayrıca (Nar ve
Nur boyutu arasındaki ) bu sınır “Lanetim üzerinedir. Din
Gününe kadar” (38-78), “...Dedi ki; hiç olmazsa Ba’s Gününe
kadar bana mühlet ver” ifadesindeki din Günü, Baas Günü(2)
de yine boyutsal olarak tabanda
bu sınıra işaret etmektedir.
Buna
karşın “ Mülhime” bilinç düzeyine gelmiş birimlere
ise, ışınsal varlıklar, o birimleri birer Veli, Aziz, Seçilmiş
özel insan, Mehdi, Mesih, kurtarıcı olduklarına inandırıp
çeşitli akıl oyunlarıyla girdaplara girmelerine neden olarak
bulunduğu mertebeden en aşağıya doğru bilinçlerinin örtülmesine
neden olurlar. Böylece, o kişilerden, yaşarken bu durumun
farkında olmadan ölüm ötesine geçenler olduğu gibi,
sonunda işin farkına varsalar da gururlarından bunu
kabullenmeyip, çevrelerine topladıkları insanlara küçük düşme
korkusundan bu durumlarını fark ettirmeyenler de bulunmaktadır.
Böylece; Cinler,
insanların özündeki Allah’ı keşfetmelerini engelleyerek
onların birer maddesel yapılı hayvan türü bir varlık ya da
Çokluk, maddi suretler boyutuna dönük, dolayısıyla parça-bütün
ilişkisine dayalı Tek bir bilinç ve benlik olduklarını düşünmelerini
sağlayarak Özsel bilgilere ait gerçeklerden perdelerler.
Bunun sonucu olarak ışınsal varlıklar bu birimleri,
bulundukları mertebenin üst ya da üstlerine çıkmalarını
engelleyerek ya bu düzeyin aşağısına düşürmek ya da en kötü
haliyle o boyutta bloke etmek için çeşitli algı, vizyon ve
buna bağlı güç desteğiyle
etkilemektedirler. Mistik alanda, İnsan
olmanın (ki bunun dışındakiler insansıdırlar), Rüştün
ispatının, “Erkek”lik kavramının, Gerçek özgürlüğün
ve Hürriyetin Nur Bilinç boyutunun taban seviyesinden itibaren
başladığını söylemektedir. Bu Bilinç seviyesinde kendini
tanımayıp zan ettiği benliğiyle yaşayan birimler ise, Günahkâr
olarak nitelendirilirler.
Yine
boyutsallık kavramını göz önüne alırsak, zahirde Hz.
Muhammed (s.a.v)’ in Mekke’ den Medine’ye olan Hicreti ve
Mekke’yi Fethetmesini de her ne kadar mekânsal olarak gelişmiş
olayların birer ifadeleri
olsalar da gerçekte (evrensel) boyutsal anlamda kendi
Hakikâti olan Öz boyutları arası olan Hicreti ile
Fethetmesidir. Çünkü; dinsel anlatımlardaki mekânsal yerler
(şehirler, kasabalar) ve oradaki nesneler, yapılar ve özellikleri
tıpkı kavimler, ırklar...vb. de olduğu gibi, birimin
bilincindeki, Evrensel boyutundaki özelliklere karşılık
gelen ifadelerdir.
Aynı
şekilde; vatan, cihat, şehitlik kavramları da mutlak olarak
Boyutsal anlamlıdır. Yani, bilincin gerçek vatanı olan
Evrensel Bilince (Ahiret Boyutuna) doğru Cihada çıkarak (yönelerek)
şehit (şahit, sisteme ve Hakikâti olan Allah’a ait olan özelliklere
şahit) olma (o boyutlarını algılama...)dır. Yoksa, ölüm
ötesi boyutlara göre 8,6 sn. sürecek bir boyutta üç kuruşluk
toprak parçası için ölen insanlar hakkında söylenmiş bir
söz değildir.(3) Bu konuda Hz. Muhammed (s.a.v) her şeyin
tamamlandığını, bittiğini zanneden sahabiye “artık küçük cihattan büyük cihada dönüyoruz” dediği ve en büyük
cihadın da nefs mücadelesi
olduğunu dile getirmiştir.
Ayrıca
şunu da belirtmek gerekir ki, boyutların kendi aralarında,
mistik anlatımla İlmel Yakin, Aynel Yakin, Hakkel Yakin
ismiyle anlatılan hissedişler, yaşantılar olduğu gibi, tek
bir boyut içinde de bu üç bakış açısı bulunmaktadır.
Yani bir boyutun bakış açısı, önce ilim yollu sonra
hissedilir şekilde, daha sonra da bunların yaşanılır hale
gelmesiyle birlikte bilinçte açığa çıkar. Dolayısıyla
“Mülhime” denilen Teklik boyutunun (idrakinin, şuurunun)
da bir taban seviyesi ile bir tavan düzeyi bulunmaktadır ki,
gerçekte “Nirvana”
olarak isimlendirilen bu boyut, bu mertebenin tavanıdır. Ancak
tavanı olmasına karşın, bu düzeyde kendini tanıyan bilinç
Nar boyutundan Nur boyutuna dönüşmemiştir. Zen Budizminde
ifade edilen “Ölmeden
önce ölürsen, ölünce ölmezsin” sözünün emaresi
her ne kadar bu Nar boyutunda görünse de, gerçek ve Mutlak
anlamda bu sözün yaşantısı, Nur bilinç boyutunda olmaktadır
ki, bu konuyu Hz Muhammed (s.a.v) Efendimiz “ölmeden
önce ölünüz” “insanlar uykudadır, ölünce uyanırlar”
sözleriyle ifade etmiştir. Ayrıca bu sınır, kıldan ince kılıçtan keskin olan sırat köprüsüdür
ki, bu anlatım da diğer sembolik ifadelerde olduğu gibi
Boyutsaldır. Bu bilinç düzeyinde, sistemin özüne dönük
olarak Nur boyutuna geçecek olanlarla (gerçekte Nar boyutu,
Nur boyutuna bir basamak olması için mevcuttur) şaki yani,
cehennem boyutundan kurtulup, kaçıp cennete girilmesi,
gidilmesini yani, bilincin boyutsal dönüşümünü sağlayan
anti-çekim dalgalarının beyinleri tarafından anne karnındaki
120. günde üretilmemesi sonucu çeşitli tabiat mücadelesi
ile şartlanmalarını kaldırmış (atmış), ancak Mutlak
Benliğine ait Bilinç Örtülerini kaldıramadığı için bu
boyutun bir üst boyut(ları)na geçemeyen birimlerde, bu bilinç
seviyesinde oturmuş olarak bulunmaktadırlar. Yani ilk söylediğim
birim(ler) sonunda Nar boyutundan
Nur boyutuna geçerken, ikinci ifade ettiğim birimler
alt boyutlara dönmeksizin Nar boyutunda bulunurlar. Ancak
bunlar da oldukça çok çok az sayıdadır.
Tüm
bunların yanında bir de, (hatta bir ara
moda olan) hipilerin ya da o karakterdeki insanların
gitarlarla şarkı söyleyerek, uyuşturucu, alkol ve sigara
kullanıp sex partileriyle Nirvanaya
ulaştıklarını zannetmeleri gibi, elinden içkisini ya da
purosunu düşürmeyip Mistik
eserleri okuyarak varlığın Tekliği hakkında sohbetler
yapan entellektüeller de bulunmaktadır ki, bunların yorumunu
da size bırakıyorum...
Yazı
akışımıza ara verdiğimiz dört bölüm boyunca, değindiğimiz
ve değineceğimiz konuların herhangi bir yanlış anlaşılmaya
sebebiyet vermemesi için, bu kavramların ya da fenomenlerin
genel olarak hangi boyuttan kaynaklandığını ve bu boyutlar
arası ilişkiler ile yine
sınırlı anlayışımız dolayısıyla bir türlü evrensellik
açısından şuurumuza oturtamadığımız, cevaplayamadığımız
ya da hiç düşünmediğimiz konulara açıklık
getirmeye çalıştık ki, bundan sonraki yazılarımızda da
buna devam edeceğiz. (Bkz. İnsan ve Sırları I,II / Akıl ve
İman / Mesajlar / Dosttan Dosta / Kendini Tanı / Dini Yanlış
Algılamak / Okyanus Ötesi I, II,II / Sistemin Seslenişi I,II
- Ahmed Hulusi)
Şimdi
yayın akışımıza tekrar geri dönersek...
(Devam
edecek...)
hologramk@yahoo.com
İstanbul
- 18.03.2003
http://gulizk.com
Dip
not;
(1)
Nur Bilinç boyutuna, İmanın yoğunlaşmış halidir
diyebiliriz.
(2)
İnsanın tek bir defa Baas olma durumu söz konusu olmayıp,
bir çok dirilmesi mevcuttur. Yani, bu hal, bir ilk yaratılışta,
bir de ölümle sınırlı olmayıp birimin, kabir âleminden
mahşere, mahşerden de Nur
boyutuna olan boyutsal dönüşümlerinde de
o boyutun şartlarına göre Baas olma durumu söz
konusudur. Bu da ayette “Ruh’ların çiftleşmesi” şeklinde
ifade edilmektedir. Bununla birlikte, Baas kavramını boyutsal
anlamda, Özsel
bilinç ve idrak seviyelerinin birimden açığa çıkışı şeklinde
de düşünebiliriz.
(3)
Çeşitli savaşlarda ölen bazı insanların programları gereği
o andaki belli hissedişlerle Özü, Hakikâti için maddesel
bedenlerinden vazgeçmeleri sonucu meydana gelen algı durumu,
yaşantı haline verilen isimdir şehitlik. Yoksa, her ölen şehittir
anlamında değil. Oysa bu kavram da, diğer benzerlerinde olduğu
gibi, insanların kendi menfaatlerine, çıkarlarına dönük
olarak çarpıtılması sonucu, bildirilen anlamı dışında
kullanılmaktadır.
|