25. Bölüm

Uzay ve zamana göre, zaman ve mekânın olmaması ya da bunun bir illüzyondan ibaret olması ayrı bir şeydir, uzay-zamanın hiçbir zaman var olmadığını ve bu nedenle her şeyin bir hayal olduğunu söylemek ayrı bir şeydir. Bu durum mistik alanda şöyle ifade edilmektedir: “Gerçekte tüm olup bitenler; esma mertebesinde olup bitmektedir. Gerçekte efal boyutu yoktur; esma mertebesinde yaşayana göre” (bkz. Mesajlar-Ahmed Hulusi). Benzer deyişle, her şey salt imgesel boyutta başlayıp bitmektedir.

Bununla birlikte bu boyuta kadar olan ve ayrı ayrı görülen mertebeler, birimi bir üst bilinç boyut(ların)a taşıyacak basamak olması için var iken, pratikte böyle olmamakta, bunun yerine kişi bulunduğu mertebeyi en üst sanarak o boyutta bloke olmaktadır. Böylece, üst boyutun bilgilerini kendi bulunduğu bilinç mertebesine göre değerlendirerek bu üst boyutları hakkıyla idrak edememektedir. Bu yüzden, kendini madde kaydından kurtarmış bilinçler, Resul ya da Nebilerin getirdiklerine iman etmemelerine karşın onları, kendileri gibi görmeleri ve o açıdan değerlendirdikleri için bu Evrensel Kimliğe sahip birimleri  red de edememektedirler. Böylece Evrensel Bilince ait bilgileri, kendi bulunduğu bilinç mertebesine göre değerlendirerek bu üst boyutları Hakkıyla idrak edememektedirler. Hiyerarşinin her boyutta kendini göstermesi dolayısıyla Evrensel Bilinç içinde de  bir boyutun bir üst boyut ya da boyutlara göre bloke olma (kayıtlanma) durumu her ne kadar söz konusu olsa da bu hal, bildiğimiz anlamda anlaşılmamalıdır. Yani, üzerinde önemle durduğumuz boyutlardaki durumlar gibi düşünmemeliyiz. Çünkü, bu birimlerde herhangi bir azab, sıkıntı...vb) haller kesinlikle söz konusu değildir. Oysa buna karşın, evrensel bilince doğru özsel yolculuğa çıkmış birimlerde ise, evrensel bilincin taban seviyesinde yakalayamadan (tabanına gelmeden) içine düştükleri yanılgılar dolayısıyla bulundukları noktadan gerisin geriye en alt bilinç boyutuna düşmekte sonucunda da cehennem boyutundaki azabı tatmaktadırlar. Şimdi bu durum nasıl oluşmakta onu görmeye çalışalım.

Çeşitli arınma çalışmalardan yeterince geçmemiş birimler belli bir süre sonra bilgi veya ilham yollu olarak, şartlanmaları, değer yargıları ve duygularını attıklarında, her şeyin Hak olması gibi bedenlerini ve sergilediği davranışlarını da Hak olarak görmeleri sebebiyle, bedene (maddeye) dönük fiiller ortaya koymaya başlarlar. Etraflarına topladıkları insanlardan yararlanmaya çalışarak helal ve haramı gözetmeksizin diledikleri biçimde yer, içer, sigara, alkol kullanıp kumar oynar, kadınlara meylederek bunu zina yollu yapmaktan da kaçınmaz, kendi kafasına göre nikahlar, boşar...vs. Dünya malına meylederek mal mülk edinmeye, rahatına düşkün olmaya (dikkat çekecek şekilde) süslü, gösterişli şatafatlı giysiler kullanmaya, bedene dönük nam, şan, şöhret...vb bedeni zevkler peşinde (tatmin olmaya) koşmaya ve tüm bunların sonucunda da manevi tüm değerlere boş vermeye başlar. Kendilerini Mehdi, İsa, Allah’ın yeryüzündeki halifesi, sureti olarak kabul ederek de Allah adına konuşur, Allah adına yargılar, menfaatine dönük yaptığı eylemleri Allah için yapar, kendilerine karşı çıkanları da Allah’a karşı gelmekle, cehennemle korkuturlar. Böylece Resulullah’ın getirdiklerine ters düşen eylemleri yine saptırdıkları Dinsel kılıfları içerisinde gizlerler. Zaten, Cinni etkilerle hareket edenler de onlar gibi çok zeki olmaktadırlar. Şefaat insanların değerlendirmesi ve gereğinin yapılması için onlara ulaştırılan ilim iken, kendi yaptıklarını hokus-pokusla kapatacak, günahlarını affedip, cenneti hediye edecek olan Mehdi, İsa, Evliya ile üç kuruşluk dünya menfaatlerine isteklerine karşı gelecek Deccal beklentisiyle, hiç çekinmeden malını, karısını, kızını, çocuğunu, yakınlarını (gerçekte bu kişileri ve dünya malını şuurunda kayıtlamaması gerekirken) her şekilde onlara (bu basit ve masumane de olabilmekte) pazarlamaktan, peşkeş çekmekten çekinmeden sunmaktadırlar. Cehaletlerinin bedeli olarak Allah’a  kavuşayım derken şeytanın kucağına düşmektedirler. Oysa; nasıl ki Allah’ın velileri Nur Bilinç boyutuna ait özellikleri ortaya koyuyorsa, İblisin de velileri de olup, bunlar da ötedeki bir şeytanın değil kendilerinde (ve istisnasız her insanda) bir boyut olarak mevcut olan şeytani vasıfları çeşitli boyutlarında ortaya koymaktadırlar. Benzeri olaylar, ülkemiz dışındaki diğer tüm din ve felsefe ekollerinde de, tarikat adı altında görülmektedir ki, basında bunların çok küçük bir kısmını duymakta ya da okumaktayız. Ancak, her ne kadar bunlar birbirlerine tıpa tıp benzeseler de, bir farkla Tanrıları değişik olabilmektedir.

Hem ışınsal varlıkların hem de telkinde bulundukları aynı bilinç boyutunda yer alan insanların sahip oldukları Tanrısal bilgi ya da gücün neden olduğu çok önemli bir yanılgı da, ölüm ötesi boyuttaki kabir, cehennem...vb) azapların onları etkilemeyeceği algısıdır. Boyutsal olarak algı durumundaki bu yanılgı, Kur’an’da “şeytan sizi Allah Rahim, Kerim’dir diyerek aldatır” şeklinde ifade edilerek İblis’in insanı Allah nasılsa Gafurdur, Avuf’tur, beni affeder ya da “Allah nasıl olsa Rahim’dir, merhamet eder” diyerek boş hayallere, umutlara düşürmek suretiyle kandırmakta ve aldatmakta olduğu bildirilmiştir. Tıpkı bizlere de yaptığı gibi.

Böylece, bu birimler her şeyin Hak olması yani Teklik (Hakikât) bilgisinin kendilerinde oluşturduğu sarhoşluk sonucu, ibadet adı altındaki çalışmaları terk ederler. Oysa, çokluk boyutu ve içerdiği kurallar kendi boyutları içerisinde sonsuza dek devam eder. Bu nedenle; boyutsallık kavramını çok iyi bilen ve uygulayan (yaşayan) geçmiş (ve günümüz) mistikleri, bulundukları yüksek bilinç seviyelerine rağmen ibadet adı altındaki çalışmaları terk etmemiş, dolayısıyla ölüm ötesi boyutlarda da geçerli (gerekli) olan enerjiden  mahrum kalmamışlardır. Çünkü, ibadet adı altındaki çalışmalar, şuursal plandaki çalışmaları da güçlendirerek beyin kapasitesini artırıp çok yüksek ilmin değerlendirilmesini ve sonucu olarak da bu ilmin gereğinin yapılması için de Ruh enerjisinin, gücünün artmasını sağlar. Bu nedenledir ki bize asgari düzey olarak önerilen çalışmaların çok çok üstünde bir performans sergilemişlerdir. Belli sistemle yapılan zikirler, oruç, nafile (yararlı) namazlar ( gece, tesbih, ihlas, ...vb) ötedeki birini memnun etmek, onun gönlünü hoş etmek değil (çünkü böyle bir varlık yok), Özsel Bilgi ve Gücü bilincimizde fark edilir hale getirmek için gerekli ve bir o kadar da zorunlu çalışmalardır. Yoksa; “ benim kalbim temiz” “Allah benim iyi bir insan olduğumu biliyor”...vb klişeleşmiş,  ezberi bilgilerle, durumumuza bakarak bizi ve davranışlarımızı değerlendiren, imtihan eden  ve bunun sonucunda da havadan bir şeyler veren bir Üstün Varlık söz konusu değildir. Fiilen yapmadığımız bir şeyin karşılığını hiç kimse bize veremeyeceği gibi, böyle bir şeyin bizim için oluşması da mümkün değildir. Hayalimizde kurduğumuz sistemle, evrensel sistemin kuralları tamamen farklı olduğu için bize evrensel sistem ve kuralları Resul ve Nebilerce bildirilmiştir (Mantığımıza ters gelse de). Aksi taktirde, hayalimizin bir ürünü olan Tanrı ve ona dayalı olarak kurduğumuz sistemin, bilincin bir başka holografik gerçekliği olan ölüm ötesi boyutun gerçekleriyle bütünleşmediğini o boyutta fark ettiğimiz zaman, en büyük şoku ve azabı yaşamış olacağız. Bu nedenle, hem bu dünyada hem de ölüm ötesi boyutlarda insanın tek kurtuluşu ve saadeti, görünenden yola çıkarak salt akıl gücüyle suretlere bağlı olarak madde ötesine ait gerçekleri ortaya koyan Felsefe ekollerine uymakla değil, Mutlak Öze dönük olarak sistemi anlatan Resul ve Nebilere önce iman, sonra da Aklı, bu imana dayalı gerçeklere göre kullanarak görünmeyeni görür hale gelmek suretiyle Hakikâte ermekle mümkündür (ki bu yaşantının adına da Sufizmde iman değil, ikan hali denmektedir.)

Ayrıca, her boyut kendi kuralları içerisinde geçerli olup biri diğerini etkilememektedir (Ancak boyutsal bağlılık dolayısıyla da bir boyutu diğer bir boyuttan çekip alamayız). Bu nedenle; vücudumuz aynı anda aslı olan foton, parçacık, atom ...boyutlarında, düzeylerine göre Teklik boyutlarında yer almasına ve yaşanmasına karşılık, hücresel boyut itibariyle, moleküler dönüşümlerin geçerli olduğu maddesel boyutun kurallarına tabidir. Dolayısıyla, bilinç açısından, her şey her ne kadar hayal hükmünde olmuş olsa da beden boyutu itibariyle insanın yemeden içmeden ...vb gerekli önlemleri almaksızın hayatiyetine devam etmesi mümkün değildir. Böylece; şuur, foton, parçacık, atom, beden boyutlarının bir Bütün olarak toplu halde mevcut olması dolayısıyla Hakikât bilgisini şuur boyutunda akılda tutup (koruyup) beden boyutunda da; hem bu bilgilerin bilinç boyutunda tamamen oturması (hazmedilmesi) hem de, beynin oluşturduğu ruh bedenin ölüm ötesi boyutlardaki bağlı bulunacağı kurallar gereği azap duymaması için bedensel olarak yapılması gereken ibadet adı altındaki çalışmaların da hakkının verilmesi gerekmektedir. Böylece bunlar meleke haline gelsin ve girdapların varlığı dolayısıyla bilincin örtülmesine neden olmasın. Makrokozmosta nasıl ki kaosa yer yoksa, onun bir minyatürü (yansıması) olan Mikrokozmos insan boyutlarında da, kaosa yer yoktur ve olmamalıdır. Çünkü, her boyut kendi kuralları içerisinde Hak ve gerçek olduğu gibi, birimin bilincinde açığa çıkan bu boyutlardaki şeyler de  benzer şekilde Hak ve gerçektir. Bu yüzden, Öz boyutların hakkını vermemekle, alt boyutlarda kısıtlanmak her ne kadar yanlışsa, üst boyut bilgileri algılayıp alt boyutun kurallarına uymamak da bir o kadar yanlıştır.

Genelde yanlış anlaşılan bir konu da; mistik alanda boyutsal anlamda ifade edilen Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikât kavramlarıdır. Burada genelde anlaşılan, şeriat ve Hakikât, iki ayrı şey değil, biri diğerinin alt boyuttaki görünümünden ibarettir. Yani, şeriat denilen şey, Hakikâtin bulunduğumuz boyuttaki aldığı isimdir. Dolayısıyla, birini inkâr etmek, aynı zamanda diğerinin reddi anlamına gelmektedir. Böylece Hakikâti reddedip, şeriatı kabul etmek, bir Tanrı ve onun postacısı...vb kavramını meydana getirirken, Hakikâti kabul edip, şeriattan uzaklaşmak ise, tam olarak bilincine oturtamadığı Hakikâtten uzaklaşmasına ve sonucunda da küfre gitmesine yol açmaktadır. Sufizmde bu, şöyle ifade edilmektedir: “Çokluğu inkâr Hakk’ı inkar, Tekliği inkar da aynı şekilde yine Hakk’ı inkâr etmek demektir”. İnsanların çoğunluğu şeriatta kaldığı için, Hakikâte ait bilgileri ve o boyutla ilgili söylenmiş sözleri, bilgileri, boyutsallık kavramı ve konunun bütünü göz önüne alınmadığından dolayı, Yunus Emre, Hacı Bektaşi Veli, Mevlana, Şeyhi Nakşibendi, M. Arabi...vb erenleri sapıklıkla suçlayıp, küfre düşmüş olarak lanse etmekte ve bunu da  Tanrıları ve çıkarları adına her yerde açıkça dile getirmektedirler.

Bunlardan anlamış görünenler de; Hakikâti kendi anlayışlarınca düşündükleri şeriata göre değerlendirmeleri sonucu, yanlış ve genelde de eksik tanımlamalarla konuya yaklaşmaları yüzünden Hakikât bilgilerini gereğince anlayamamaktadırlar.

Kimileri de, İslam düşüncesiyle hiçbir şekilde bağdaşmayan ve kendi hayallerince bilhassa Panteizm ve Ateizm düşüncesinin Hakikât bilgisi olduğu yanılgısıyla ve sonucunda da sırra erenleri bu gözle değerlendirip (kimi de kendi ideolojisine taban aramak için) onların da kendileri gibi olduklarını düşünmek suretiyle en büyük yanılgıya düşmektedirler.

Bunların dışında; belli bir tabiat mücadelesinden geçmiş, şartlanmalarından kurtulmuş ancak bu çalışmaları bırakmamış birimlerde ise, yukarıda belirttiğimiz  haller görülmese de onlarda da bu hallerin boyutsal karşılığı olan maddeye, çokluk boyutuna dönük bir biçimde algılama, sonucunda da şova, kendini ispata dönük birtakım olağanüstü hallerin ortaya çıktığı görülmektedir. Bu da keramet değil istidraçtır. Bunlar da, Resul ve Nebilerin tabanda anlattıkları Nur Bilinç boyutuna ait bilgilere kulak vermedikleri ya da anlatılan sözleri kendi açılarından değerlendirip, kendi Öz boyutlarına ait Bilinç boyutunun özellikleri olduğunu fark edememelerinden dolayı, Bilinçleri, Nar boyutundan Nur boyutuna dönüşememektedir. Oysa, insanlar tarafından Veli, Aziz gibi görülen, nitelendirilen kişilerin binde dokuz yüz doksan dokuzu bu düzeyde ya da bu düzeyin bir altında tarikat çalışmaları safhasındaki taklidi iman düzeyindedirler (ki Hakikâte ait bilgi ve hissedişler bunlarda henüz yeterince açığa çıkmamıştır.) Oysa velayetin tabanı “mülhime” olarak isimlendirilen bilincin bir üst şuur boyutundan başlamaktadır. Dolayısıyla, Nar boyutunda girdaplara saplanarak alt boyutlara düşme söz konusu iken, Nur bilinç boyutuna adım atmış ve bu boyutun derinliklerindeki bakış açısıyla varlığı değerlendiren şuurlarda kesinlikle düşme olmamaktadır. Bununla birlikte de; Nur bilinç boyutuna tabanda adım atmış birimler, Nar boyutunda yaratılmış ışınsal varlıkları kapsamaları dolayısıyla onların etkilerine de tamamen karşı koyabilmektedirler. Yani, etkilenmezler. Bununla birlikte; Nur bilinç boyutunda olunmamasına karşın bu varlıklara karşı korunmanın bir diğer yolu da bir birimin çok güçlü bir imana sahip olmasıdır.(1)

Boyutsal anlamda, bir birimin bilincinin Nur boyutuna dönüşmesinin mistik alanda bir başka ifade şekli, “birimin Cinini Müslüman etmesi” şeklindedir. Bu konuda Hz. Muhammed (s.a.v)’in “hiçbiriniz istisna değildir ki, ona dünyada bir cin ile melek verilmemiş olsun. Cin onu sufliyete, madde dünyasına çekerken, melek de ulviyete (mutlak anlamda Özüne) çeker” sözüne karşılık, kendisine sorulan “senin de var mı Ya Rasulullah?” sorusuna “evet benim de var, ama benimki Müslüman oldu. Bu yüzden bana vesvese yerine, doğru ve iyi yönde şeyler ilka eder” diyerek ontolojik varlığı yanında boyutsal olarak da var olan bu boyutun, birimin bilincinin Nar boyutundan Nur boyutuna dönüşümünü açıklamaktadır. Ayrıca (Nar ve Nur boyutu arasındaki ) bu sınır “Lanetim üzerinedir. Din Gününe kadar” (38-78), “...Dedi ki; hiç olmazsa Ba’s Gününe kadar bana mühlet ver” ifadesindeki din Günü, Baas Günü(2) de yine boyutsal olarak tabanda bu sınıra işaret etmektedir.

Buna karşın “ Mülhime” bilinç düzeyine gelmiş birimlere ise, ışınsal varlıklar, o birimleri birer Veli, Aziz, Seçilmiş özel insan, Mehdi, Mesih, kurtarıcı olduklarına inandırıp çeşitli akıl oyunlarıyla girdaplara girmelerine neden olarak bulunduğu mertebeden en aşağıya doğru bilinçlerinin örtülmesine neden olurlar. Böylece, o kişilerden, yaşarken bu durumun farkında olmadan ölüm ötesine geçenler olduğu gibi, sonunda işin farkına varsalar da gururlarından bunu kabullenmeyip, çevrelerine topladıkları insanlara küçük düşme korkusundan bu durumlarını fark ettirmeyenler de bulunmaktadır. Böylece; Cinler, insanların özündeki Allah’ı keşfetmelerini engelleyerek onların birer maddesel yapılı hayvan türü bir varlık ya da Çokluk, maddi suretler boyutuna dönük, dolayısıyla parça-bütün ilişkisine dayalı Tek bir bilinç ve benlik olduklarını düşünmelerini sağlayarak Özsel bilgilere ait gerçeklerden perdelerler. Bunun sonucu olarak ışınsal varlıklar bu birimleri, bulundukları mertebenin üst ya da üstlerine çıkmalarını engelleyerek ya bu düzeyin aşağısına düşürmek ya da en kötü haliyle o boyutta bloke etmek için çeşitli algı, vizyon ve buna bağlı güç desteğiyle  etkilemektedirler. Mistik alanda, İnsan olmanın (ki bunun dışındakiler insansıdırlar), Rüştün ispatının, “Erkek”lik kavramının, Gerçek özgürlüğün ve Hürriyetin Nur Bilinç boyutunun taban seviyesinden itibaren başladığını söylemektedir. Bu Bilinç seviyesinde kendini tanımayıp zan ettiği benliğiyle yaşayan birimler ise, Günahkâr olarak nitelendirilirler.

Yine boyutsallık kavramını göz önüne alırsak, zahirde Hz. Muhammed (s.a.v)’ in Mekke’ den Medine’ye olan Hicreti ve Mekke’yi Fethetmesini de her ne kadar mekânsal olarak gelişmiş olayların birer ifadeleri  olsalar da gerçekte (evrensel) boyutsal anlamda kendi Hakikâti olan Öz boyutları arası olan Hicreti ile Fethetmesidir. Çünkü; dinsel anlatımlardaki mekânsal yerler (şehirler, kasabalar) ve oradaki nesneler, yapılar ve özellikleri tıpkı kavimler, ırklar...vb. de olduğu gibi, birimin bilincindeki, Evrensel boyutundaki özelliklere karşılık gelen ifadelerdir.

Aynı şekilde; vatan, cihat, şehitlik kavramları da mutlak olarak Boyutsal anlamlıdır. Yani, bilincin gerçek vatanı olan Evrensel Bilince (Ahiret Boyutuna) doğru Cihada çıkarak (yönelerek) şehit (şahit, sisteme ve Hakikâti olan Allah’a ait olan özelliklere şahit) olma (o boyutlarını algılama...)dır. Yoksa, ölüm ötesi boyutlara göre 8,6 sn. sürecek bir boyutta üç kuruşluk toprak parçası için ölen insanlar hakkında söylenmiş bir söz değildir.(3) Bu konuda Hz. Muhammed (s.a.v) her şeyin tamamlandığını, bittiğini zanneden sahabiye “artık küçük cihattan büyük cihada dönüyoruz” dediği ve en büyük cihadın da  nefs mücadelesi olduğunu dile getirmiştir.

Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, boyutların kendi aralarında, mistik anlatımla İlmel Yakin, Aynel Yakin, Hakkel Yakin ismiyle anlatılan hissedişler, yaşantılar olduğu gibi, tek bir boyut içinde de bu üç bakış açısı bulunmaktadır. Yani bir boyutun bakış açısı, önce ilim yollu sonra hissedilir şekilde, daha sonra da bunların yaşanılır hale gelmesiyle birlikte bilinçte açığa çıkar. Dolayısıyla “Mülhime” denilen Teklik boyutunun (idrakinin, şuurunun) da bir taban seviyesi ile bir tavan düzeyi bulunmaktadır ki, gerçekte “Nirvana” olarak isimlendirilen bu boyut, bu mertebenin tavanıdır. Ancak tavanı olmasına karşın, bu düzeyde kendini tanıyan bilinç Nar boyutundan Nur boyutuna dönüşmemiştir. Zen Budizminde ifade edilen “Ölmeden önce ölürsen, ölünce ölmezsin” sözünün emaresi her ne kadar bu Nar boyutunda görünse de, gerçek ve Mutlak anlamda bu sözün yaşantısı, Nur bilinç boyutunda olmaktadır ki, bu konuyu Hz Muhammed (s.a.v) Efendimiz “ölmeden önce ölünüz” “insanlar uykudadır, ölünce uyanırlar” sözleriyle ifade etmiştir. Ayrıca bu sınır, kıldan ince kılıçtan keskin olan sırat köprüsüdür ki, bu anlatım da diğer sembolik ifadelerde olduğu gibi Boyutsaldır. Bu bilinç düzeyinde, sistemin özüne dönük olarak Nur boyutuna geçecek olanlarla (gerçekte Nar boyutu, Nur boyutuna bir basamak olması için mevcuttur) şaki yani, cehennem boyutundan kurtulup, kaçıp cennete girilmesi, gidilmesini yani, bilincin boyutsal dönüşümünü sağlayan anti-çekim dalgalarının beyinleri tarafından anne karnındaki 120. günde üretilmemesi sonucu çeşitli tabiat mücadelesi ile şartlanmalarını kaldırmış (atmış), ancak Mutlak Benliğine ait Bilinç Örtülerini kaldıramadığı için bu boyutun bir üst boyut(ları)na geçemeyen birimlerde, bu bilinç seviyesinde oturmuş olarak bulunmaktadırlar. Yani ilk söylediğim birim(ler) sonunda Nar boyutundan  Nur boyutuna geçerken, ikinci ifade ettiğim birimler alt boyutlara dönmeksizin Nar boyutunda bulunurlar. Ancak bunlar da oldukça çok çok az sayıdadır.

Tüm bunların yanında bir de, (hatta bir ara  moda olan) hipilerin ya da o karakterdeki insanların gitarlarla şarkı söyleyerek, uyuşturucu, alkol ve sigara kullanıp sex partileriyle Nirvanaya ulaştıklarını zannetmeleri gibi, elinden içkisini ya da purosunu düşürmeyip Mistik eserleri okuyarak varlığın Tekliği hakkında sohbetler yapan entellektüeller de bulunmaktadır ki, bunların yorumunu da size bırakıyorum...

Yazı akışımıza ara verdiğimiz dört bölüm boyunca, değindiğimiz ve değineceğimiz konuların herhangi bir yanlış anlaşılmaya sebebiyet vermemesi için, bu kavramların ya da fenomenlerin genel olarak hangi boyuttan kaynaklandığını ve bu boyutlar arası ilişkiler ile  yine sınırlı anlayışımız dolayısıyla bir türlü evrensellik açısından şuurumuza oturtamadığımız, cevaplayamadığımız  ya da hiç düşünmediğimiz konulara açıklık getirmeye çalıştık ki, bundan sonraki yazılarımızda da buna devam edeceğiz. (Bkz. İnsan ve Sırları I,II / Akıl ve İman / Mesajlar / Dosttan Dosta / Kendini Tanı / Dini Yanlış Algılamak / Okyanus Ötesi I, II,II / Sistemin Seslenişi I,II - Ahmed Hulusi)

Şimdi yayın akışımıza tekrar geri dönersek...

(Devam edecek...)

hologramk@yahoo.com
İstanbul - 18.03.2003
http://gulizk.com

Dip not;

(1) Nur Bilinç boyutuna, İmanın yoğunlaşmış halidir diyebiliriz.

(2) İnsanın tek bir defa Baas olma durumu söz konusu olmayıp, bir çok dirilmesi mevcuttur. Yani, bu hal, bir ilk yaratılışta, bir de ölümle sınırlı olmayıp birimin, kabir âleminden mahşere, mahşerden de Nur  boyutuna olan boyutsal dönüşümlerinde de  o boyutun şartlarına göre Baas olma durumu söz konusudur. Bu da ayette “Ruh’ların çiftleşmesi” şeklinde ifade edilmektedir. Bununla birlikte, Baas kavramını boyutsal anlamda,  Özsel bilinç ve idrak seviyelerinin birimden açığa çıkışı şeklinde de düşünebiliriz.

(3) Çeşitli savaşlarda ölen bazı insanların programları gereği o andaki belli hissedişlerle Özü, Hakikâti için maddesel bedenlerinden vazgeçmeleri sonucu meydana gelen algı durumu, yaşantı haline verilen isimdir şehitlik. Yoksa, her ölen şehittir anlamında değil. Oysa bu kavram da, diğer benzerlerinde olduğu gibi, insanların kendi menfaatlerine, çıkarlarına dönük olarak çarpıtılması sonucu, bildirilen anlamı dışında kullanılmaktadır.


Üst Ana sayfa e-mail