Işınsal
varlıkların istinasız her birimin örtük düzeninde bir
boyut olarak var olması dolayısıyla, bu Nar boyutun çeşitli
düzeylerinde yapılan bir programlama, görünen dünyamızda
en basitinden en karmaşık ve zor olana doğru, her türlü
normal üstü fenomenlerin açığa çıkmasına neden olmaktaydı.
İşte
bu olaylardan biride; 18. yy Avrupa’sında en çok konuşulan
ve Azizlik mertebesine ulaşmış bir Jansenist (1) diyokozu
François de Paris’in 1 mayıs 1727 yılında ölümün ardından,
cenazesinin Paris’teki Saint-Medard mezarlığına gömülmesiyle
meydana gelen olağanüstü fenomenlerdir. Bu mucizevi olaylar,
Azizin ölümünü takip eden yıllar boyunca bile devam etmiş
ve mezarlık her gün kalabalıklar tarafından 24 saat ziyaret
edilmiştir. Hatta bu durum, daha sonraları festivallere,
uluslararası kutlamalara, şölenlere de dönüşmüştür.
Ancak bu fenomenlere bire bir tanıklık etmelerine karşın,
Roma Katolik kilisesi, Fransız sarayı ve yandaşları,
bu olayları ve kendilerinin atadıkları araştırmacıların
raporlarını örtbas etmeye çalışmış ve birçoğunun da
hapse gitmelerini sağlamışlardır. Fakat daha sonra kilise, tanıkların çokluğu ve olayların gerçekliğinin meydana getirdiği
baskılar nedeniyle bu mucizevi fenomenleri kabul etmek
zorunda kalmıştır. Ancak bu sefer de, bu tür şeylerin
mucize değil, kendi düşünce sistemlerine karşı gelen
Jansenistlerin, şeytanlarla yapmış oldukları antlaşmalarının
sonucu olarak oluştuğunu kabul (itiraf) etmiş ve bu yönde de fetvalar vermişlerdir.
Zaten
kilise mensupları tarihin her döneminde inançları ve çıkarları
dışında hareket eden tüm insanları, yapıları, vasıfları
ve özellikleri hakkında en ufak bir bilgileri ol(a)madığı
halde, kendi tahayyüllerine, hayallerine, zanlarına göre düşündükleri
şeytanlarla iş birliği yapmakla suçlamışlardır. Çünkü;
boyutsal bir kavram olmasını bir kenara bıraksak dahi,
(ruhlara inanmalarına karşın) Hıristiyanlıkta Cin konusunun
olmaması nedeniyle Batı dünyası onlar hakkında en ufak bir
bilgiye sahip değildir. Dolayısıyla, bu
varlıkların çeşitli suretlerde gerçekleştirdiği
fenomenlere, etkilere vakıf olamadıkları için de birçok şeyi
ayırt edememekte ve onların (mezhep, tarikat, cemaat, kuruluş...vb
kuruluş adı altında gerçekleştirdikleri) birçok
varyasyonlarını Meleki etkiler, Ulvi nitelikli değerler
olarak algılamaktadırlar.(Hıristiyanlığın ya da Yahudiliğin
şeytani bir din olduğu anlamında değil) Kaldı ki; onların
yapıları, tüm özellikleri ve insanlarla olan etkileşimleri
hakkında birçok bilgi verilmesine karşın, etiketi, vasfı ne
olursa olsun Müslüman inanalar dahi, çeşitli sebeplerden ötürü
onlarla ilgili bilgi sahibi olamamakta, bildiğini zannedenler
de, eldeki bu verileri boyutsal anlamlarda değerlendirmedikleri
için batı dünyasından pek aşağı kalmamaktadırlar.
Bu
durum; Ruh hakkında kendisine gelerek soru soran Yahudilere
“Sana soruyorlar, Ruh nedir?..De ki (o Yahudilere) Ruh
Rabb’imin Emrindedir!.. Ve bunun ilminden size Kalil bir ölçü
verilmiştir.” şeklinde ayetle cevap veren Hz Muhammed (sav)
Efendimizin, Yahudilere bu konuda az bir bilgi, Müslümanlara
ise tam bilgi verildiğini belirtmesine karşın, bizim Ruh hakkında
herhangi bir bilgi sahibi olmayışımıza benzemektedir. Yani;
ister bilgi boyutunda isterse de bilincin boyutsal katmanlarında
Ruha ait ilim ve gücün algılanıp kullanabilme yeteneklerinin
yeterli olmadığını, bu yüzden de bilinenlerin ve ortaya
konan güçlerin yanıltıcı olarak Mutlak Benlik yönüyle değil,
var saydıkları benliğe ait olduğunu (ki mistik alanda,
Yahudilik ve Hıristiyanlığın Mutlak Benlik açısından
Boyutsal olarak ele alındığında bile, bu Bilinç düzeyine
sahip birimlerin Evrensel Sistemi algılamadaki Kemalatlarının
(kapasitelerinin) tam olamadığı şeklinde ifade edilmektedir.
Buna karşın, (aynı zamanda bir boyut olan) Muhammedi Boyuta sahip olanlarca ise, bunun en kapsamlı biçimde
bilinebileceğini belirtmektedir. Böylece; bu verileri evrensel
içerikli Boyutsal anlamlar açısından değerlendiremediğimiz
için, her ne kadar kendimizi Müslüman olarak görmüş olsak
da, aslında diğer birçok
( ki Allah, Peygamber, kitap, kader, ölüm, berzah, cennet,
cehennem,...vb) konularında olduğu gibi
Yahudi ve Hıristiyan anlayışından pek bir farkımız
olamamaktadır.
Bu
nedenle; bu kavramlara veya bu ve benzeri diğer fenomenlere
baktığımızda önemli olan bu Keramettir, bu da İstidraçtır
ya da bu olay Cinnidir, bu da Melekidir... demek değil, bu
adlarla ifade edilmek istenilen şeyin, bu hallerin, görünen
fenomenlerin ne
olduklarını, hangi boyuttan kaynaklandıklarını ve boyutlar
arası ilişkileri ile ortaya çıkış sistemlerini (dolayısıyla
günümüz bilimiyle ifade edilişlerini), bunların Cinni ya da
Meleki kavramlarla, boyutlarla olan bağlantıları ve yine tüm
bunların hem bu dünyada hem de ölüm ötesi açısından ne
anlama geldiğini, bizlere neler kazandırıp neler
kaybettirdiklerini bilmemiz, algılamamız gerekmektedir.
Oysa
biz, tüm bu isimlerle işaret edilen kavramları somut bir obje
olarak öteye atmakta ve bunların nelere, hangi gerçeklere işaret
ettiklerini, neler olduklarını, ne anlama geldiklerini algılamaksızın,
sadece isimlerini, hayalimizde oluşan şekillerini
kabullenmekte, dolayısıyla da anladığımızı
zannetmekteyiz. Böylece, keramet ve istidraçları da ya
(inanca sahip olunmasına rağmen) başta reddetmekte, ya ayırt
etmeksizin kabullenmekte ya da Mevlana, Arabi...gibi Evliya’nın
bu konudaki (bilhassa keramet hakkındaki) belli başlı sözlerine
dayanarak, bu iki kavramı
küçümsemekte, hafife almaktayız. Halbuki; bu sözler, belli
bir Bilinç düzeyinin, Evrensel gerçeklerin algılanışı
sonucu ortaya konmuş ifadelerdir. Bu yüzden, Sonsuz
Duyulara sahip birimlerin sadece sözlerine bakarak beş
duyumuza göre bunlar hakkında bilgi, fikir sahibi olup değerlendirmede
bulunmak kesinlikle doğru değildir. (Aslında
bu durum, şu
aralar popüler
olan Kur’an’ın şifresi, ebced hesabı... başta
olmak üzere dinsel anlamdaki her konu için de geçerlidir.)
Yoksa,
aynı kaynaktan gelmesine karşın ayrı ayrı düzeylerden açığa çıkan
bu kavramları birbirinden ayırt edemeyerek, her ikisini
karıştırmak suretiyle çeşitli yanılgılara düşeriz,
sonucunda da bu konulara bakış açımız, anlayışımız gerçekte
hiçbir anlam taşımayan, ezberci düşüncelerden, ifadelerden
bir adım dahi öteye gidemez.
Fazla
dağıtmadan konumuza dönersek; mezarlık ve çevresinde oluşan
olayların tanıkları o kadar çoktu ki, bunlar arasında ünlü
matematikçi Pascal’ ın yeğeni başta olmak üzere (ki gözündeki
ciddi bir yaradan Jansenist mucizesiyle iki saat içinde tamamen
kurtulmuştu) parlamento üyeleri yanı sıra da filozoflar,
bilim adamları, her eğitim seviyesinden ve dinden bürokratlar,
din adamları, eğitmenler, hükümet kuruluşlarında çalışan
saygın üst düzey yetkililer ile saygınlıkları tartışılmayan
binlerce insan bulunmaktaydı.
Hatta,
hazırlanan sayısız özel ve resmi tutanaklardan biri olan
1733 tarihli belgelere göre, üç bin civarındaki gönüllünün
sadece trans halindeki kadınların yanında bulunmak suretiyle
bunların farkında olmaksızın sergiledikleri davranışları
sonucu çıplak ya da uygunsuz hallerini o anda müdahaleyle önlemek
için onlara eşlik ettiğini yazmaktaydı.
Hatta
ünlü filozof Voltaire de bu Hıristiyan ekolünün ortaya
koyduğu mucizeleri bir ara durdurmak için Kral 15. Louis’ in
mezarlığı kapatmasına karşılık “Tanrı’nın
burada mucize göstermesi Kralın emri ile yasaklanmıştır” şeklinde
görüşlerini ifade etmiştir. Ancak Kral bu hareketinde başarısız
olmuş, daha sonra baskılar karşısında tekrar mezarlığı açmak
zorunda kalmıştı.
İskoçlu
bir filozof olan David Hume de düşüncelerini,
Felsefe Makalelerinde
“....Bu mucizelerden çoğu, bu bilim çağında ve artık
sahnesi dünya olan en önemli tiyatroda, yargılarının saygınlığı
su götürmeyecek kişilerin tanıklığı önünde, hemen
bulundukları yerde kanıtlanmıştır.” sözleriyle dile
getirir.
15.
Louis de bir taraftan, Monarşi
ve Kiliseye açık cephe alması ve halk tarafından da çok
sevilmesi dolayısıyla taraftar toplayan bu tarikatı tamamen
ortadan kaldırmak için birtakım çalışmalar yaparken bir
taraftan da bu mucize olaylarını incelemek için araştırmacılar
görevlendiriyordu ki, bunlardan biri de Louis Basile Carre de
Montgeron’dur.
Montgeron
bire bir tanık olduğu bu mucizeleri önce rapor haline getirmiş
sonra da 1737 yılında dört ciltlik kalın kitap olarak “La
Varite des Miracles” ismiyle yayımlamıştır.
Mezar
ve civarında gerçekleşen bu olağanüstü fenomenleri ise,
iki kategoride inceleyebiliriz. Bunlardan birinci grupta
olanlar, çeşitli hastalıklara karşı şifa olayları yani, iyileşmesi
imkânsız ya da zor ve o günlerde çaresi olmayan hastalıkların
mucizevi iyileşmeleri ile orada bulunan birçok insanda
meydana gelen çeşitli medyumik yeteneklerdir.
İkinci
gruptakiler de, çeşitli acılara, ıstıraplara bazı
nesnelerle uygulanan darbelere ve ateşe karşı bağışıklık...vb
hallerdir.
Şimdi
bunları biraz daha açalım. Birinci gruptakilerin başında şifalar
gelmekteydi ki, aslında her bir Jensanist (rahibi) önderi, şifa verme başta olmak üzere
birçok istidraça sahip çok yetenekli özel kişiliğe
sahiptiler. Bu yolla iyileştirilen hastalıklar kabaca, kanserli
tümörler, felçler, sağırlık, körlük, artritler,
romatizmalar, ülserler,
damar çatlamasından kaynaklanan bol kanamalı bir hastalık
olan Hemoroloji, sürekli ateşli hastalıklar...vb.
Trans
halindeki bu insanların bazıları da, durugörü
yeteneklerinin ortaya çıkmasıyla, bilinmeyen, gizli kalmış,
saklanmış nesneleri ve birtakım olayları görebilmekte, ölü
ya da diri kişiler arasında telepati kurarak onlar hakkında
bilgi verebilmekte, kiminin de başları, gözleri tamamen sıkıca
örtülü, kapalı olmasına karşın, bu durumdan
etkilenmeksizin net olarak görebilmekteydiler. Kimi de, levitörlerden
(ki bunun anlamı hiçbir fiziksel alet ve insandan yardım
almaksızın havaya yükselen kişi demektir) biri olan
Colin Evens, Hintli yogi Subbayah Pullavar, 16.yy’dan
Rahibe Azize Teresa, 17.yy’dan Rahip Aziz Joseph, Medyum
D.D.Home...vb’nin gerçekleştirdiklerine benzer bir güçte
havalanabilmekte ve belli
bir süre öylece kalabilmekteydiler. Bunlardan bir
Jansenist Rahibi de olan Montpellier li Bescherand kendinden geçmiş
vaziyette iken havaya doğru öyle güçlü yükseliyordu ki,
onu tutmaya çalışanlar bile bu durumu engelliyemiyorlardı.
İkinci
grupta ise; bazı insanlar tıpkı Cinni etkilere maruz kalmış
kişilerde olduğu gibi iç ve dış organlarında istem dışı
bükülmeler,kasılmalar, titremeler, sarsılmalar, kendilerini
sağa sola atarak çırpınmalar görülmekteydi.
Çırpınanlar
olarak adlandırılan bu insanların kolları
bacakları alışılmışın dışında eğilmekte, bükülmekte
ve bu da yetmiyormuş gibi topaç gibi dönüyorlardı.
Trans halinde kendinden geçmiş bu insanlar, buna neden olan şeylerin
oluşturduğu dayanılmaz acıları hafifletmek, azaltmak amacıyla
kendilerine sert, keskin, sivri, ağır ve kalın nesnelerle
(metallerle) vurulmasını çeşitli işkenceler yapılmasını
istiyorlardı. Montgeron böyle bir durumdaki Jeanne Maulet adlı
bir kadını incelemiş ve bu kişinin gönüllüler arasından
çok güçlü bir erkeği seçerek 13,5 kg.’lık bir çekiçle,
duvara dayalı bir vaziyetteki vücuduna durmaksızın vurmasını
istiyordu. Adam kadının midesine bütün gücüyle yüz kez
vurmasına karşın trans halinde çırpınan kadında en ufak
bir şey meydana gelmemişti. Montgeron daha sonra kadının sırtını
dayadığı duvara direkt vurmak suretiyle bu gücü ölçmek
istediğinde 21. vuruşta, taş duvar otuz metre genişliğinde
bir delik bırakarak yıkılır.
Bir
kemer üzerinde sırt üstü yatarak çırpınan bir kız da, vücudunun
yan kısmına sivri bir kazık batar bir vaziyette iken halata
bağlanmış 22,5 kg.’ lık bir taşın çok yüksek bir
mesafeden midesinin üzerine bırakılmasına ve bu işlemin birçok
defa peş peşe tekrarlanmasına karşın, kız bu işlemin
durmasını istememiş ve “ daha da hızlı vurun, daha
da...” diye bağırarak yapılan şeye devam edilmesini söylemişti.
Fakat işin ilginç yanı, bu olay sırasında kadında en ufak
bir acı, ıstırap çektiğine dair bir belirti olmaması ayrıca,
olay bittiğinde kadının hiçbir şey yokmuş gibi davranması,
sırtında ya da vücudunun herhangi bir yerinde hiçbir yara
izi, leke, çizgi dahi bulunmaması idi.
Montgeron’un
incelediği bir başka olayda da; çırpınma nöbeti sırasındaki
bir kişi vecd duygusu içinde taş, beton, ...vb çok sert
nesneleri kırmakta kullanılan sivri uçlu delgi kalemini
midesine dayamak suretiyle büyük bir çekiçle güçlü bir
insan tarafından karnına vurulmasını istemişti. Bu işlem sırasında
tanıklar normalde adamın karnının ve vücudunun delinerek
organlarının parçalanacağını ve bel kemiğinin dağılacağını
beklerlerken diğer benzerlerinde olduğu üzere bu güçlü
darbeler o kişide
en ufak bir çürük izi dahi meydana getirmemişti. Üstelik,
adam her darbede bir sonrakinin daha güçlü olması için bağırarak
ona vuran kişiye cesaret vermeye çalışıyordu.
Büyülenmiş
bu insanların,
hiç etkilenmedikleri bir şey de ateş idi. Ve alevler, kızgın
nesneler hiçbir şekilde onlara tesir edemiyordu. İki rahibe
ile sarayda çalışan sekiz kişi, Montgeron’a, böyle bir özelliğe
sahip olan iki kişiden bahsederek bunların
Marie Sonet ve Gabriella Moler olduklarını söylemişlerdi.
Marie Sonet, birçok tanığın ve Montgeron’un gözleri önünde
trans haline girerek kaskatı kesilen bedeniyle yanmış
vaziyetteki bir ateşin üzerine tutturulmuş iki sandalyeye
uzanarak tam otuz beş dakika kalmıştı. Alevlerin her yanını
sarıp içinde kalmasına karşın, ne kendisine ne de üzerindeki
incecik elbisesine en ufak bir şey olmuştu. Bir başka seansta
da, yine aynı şartlarda, fakat bu kez ayakları yanar korların
üzerinde olacak şekilde sandalyeye oturmuştu. Belli bir süre
böyle bekledikten sonra bir öncekinin aksine, ayakkabıları
ve çorapları büyük oranda yanmasına karşın ayak derisinde
en ufak bir yara olmadığı görülmüştür.
Moler’in
sergilediği fenomen ise, Sonet’in ortaya koyduklarından çok
daha dikkat çekiciydi. Çünkü Moler’de araştırmacı
Montgeron ve tanıklar huzurunda tamamen alev almış ocağın içine
sadece başını sokmakla kalmamış, belli bir süre de böylece
bekletmiştir. Bilinen klasik yasalarca başının yüzde yüz
olasılıkla tamamen yanması gerekirken, başını ocaktan çıkardığında
elbisesine aşırı ısınmasından dolayı kimse el süremezken
direkt alevlerin içinde kalan Moler’in derisinde hiçbir iz
olmadığı gibi, kirpik, kaş ve saçlarında da en ufak bir
yanık izi bile bulunamamıştır.
Moler’in
gösterisi bunlarla sınırlı da değildi. Üzerine fiziksel
temas eder vaziyette kılıçlarla saldırmalarına ve aynı
zamanda bir kürekle şiddetle vurulmasına, dövülmesine rağmen,
üzerinde en küçük bir incinme belirtisi dahi oluşturulamamıştı.
Ancak,
Montgeron’un akıl
almaz bu vakaları ayrıntılarıyla inceleyerek rapor haline
getirmesi, hem sarayı hem de kilise yetkilileri tarafından
rahatsızlıkla karşılanınca onu hemen Bastille hapishanesine
kapatırlar.
Elbette
fenomenler bu olay ve kişilerce sınırlı olmayıp yüzlerce,
binlerce örnek bulunmaktadır. Eğer genel olarak bu vakaları
ele alırsak, bu olayların daha önceki yazılarımızda değindiğimiz
festivallerdeki fenomenlerden çok daha da büyük olduğunu görürüz.
Çünkü,
isteri nöbeti geçiren bu insanlar bedenlerini her duruma karşın
açık bırakmış yani; herhangi bir fiziksel işkence (ağır
darbeler, büyük dayaklar) karşısında engel çıkartmayarak,
gizlenmeyerek, saklanmayarak ve bu vaziyetteyken de seçtikleri
güçlü kuvvetli gönüllüler yardımıyla şiş, kılıç,
balta, bıçak...vb başta olmak üzere kalın kütük, kalas,
demir (metal) zincir ve sopalarla, büyük balyozlarla
kendilerine saldırtarak tüm alışılmış bilimsel yasalara
meydan okumuşlardır. Tüm bunları izleyen ve inceleyen kişiler
ise, maruz kaldıkları şiddetli etkiler nedeniyle bu insanların,
parça-parça, delik deşik olmaları, kesilip biçilmeleri, yanıp
kül olmaları, kemiklerinin kırılmaları, boğazlarına saldırmaları
yüzünden boğulmaları, çarmıha gerildikleri için ölmeleri
gerekirken bunların hiçbiri olmamış, ayrıca en ufak bir
çürük, yara...vb izine belirtisine dahi rastlayamamışlardır.
İlginç
olan bir yön de; bırakılan ağır nesnelerin, bu kişilerin
bedenlerini yerden belli bir yüksekliğe sıçratması ya da ağır
nesnelerle şiddetlice vurulmasının o kişilerin ayaklarını
yerden kesmesi gerekirken, bu olaylarda böyle bir şeyin gerçekleşmemesidir.
Bu da klasik fizik yasalarına aykırı bir durumdur. Çünkü,
bir cisim diğer bir cisme çarptığı taktirde enerjisinin bir
kısmını ya da tamamını aktararak (o nesnenin yapısına ve
çarpışma durumuna göre) nesnenin titremesine, eğilip bükülmesine,
hareket etmesine... neden olur. Oysa bu olayda aktarılan
enerji, vücuda hiç değmemecesine bir yöne doğru aktarılmış
durumdadır ki, bu ateşin yakmaması hali için de geçerlidir.
Kilise
öğretisine ters düşen Jansenist Rahibin mezarlığında
meydana gelen bu olağanüstü fenomenler, aslında dünyanın
çeşitli yerlerinde, malum
nedenlerden ötürü, hem belli
süreler içinde geçici olarak böyle yeteneklere sahip
insanlar hem de farkında olarak Budist rahipleri, Hint
fakirleri, Yahudi ve Hıristiyan Azizleri ve Medyumlar tarafından
istenilen her tür yer, zaman ve şartlarda ortaya konmuştur
ve de konmaktadır.
Bununla
birlikte; bilincin saflaşması yerine, kendilerini kanıtlama, bedene,
maddeye hakim olma gösterileri ve shovlar, Müslüman din
mensuplarınca da kişisel ya da cemaat, tarikat adı altında
da sergilenmektedir ki, bunlar, mistisizmdeki gerçek Tarikat
kavramı, sistemiyle ismen (şeklen) aynı olarak görünse de
gerçekte hiçbir alakası, ilişkisi yoktur. (Bkz Ruh, İnsan,
Cin / Ahmed Hulusi - Holografik Evren / Michael Talbot)
(Devam
edecek...)
hologramk@yahoo.com
İstanbul
- 08.04.2003
http://gulizk.com
Dip
Not;
(1)
Jansenizm, 17 yy. da Cornelius Jansen tarafından Roma Katolik
kilisesinden bir Augustinci hareket olarak ortaya çıkan ve
Hollanda etkisinde kalmış tutucu bir tarikattır.
|