Bununla birlikte; keşişler de
kiliseye bağlılıklarını göstermek için Budist, Hint ve Müslüman
fakirleri gibi çeşitli türden (levitasyon, materyalizasyon,
şifa, astral seyahat, tayyı mekan, telepati, duru görü...vb
maddeye hakim olma gösterileri sergilemekteydiler ki, bunların
arasında ateşe karşı bağışıklıkları da olanlar da bulunmaktadır.
Zaten bir insanın Azizlik mertebesine ulaşabilmesi için insan
toplulukları ya da güvenilir kişiler önünde en az birkaç
istidraç göstermesi gerekmektedir. Zaten, Azizlik; kilise
tarafından dini görevlerini yerine getiren, nefsini terbiye edip
dinsel yaşamda her türlü fedakarlığı yapan ve katlanan ve
çeşitli olağan üstü yeteneklere sahip olarak bu halleri
sergileyen, gösteren kişilere verilen unvandır. Önceleri bir
kişinin Azizliği, mahalle kiliseleri tarafından belirlenirken,
1234’ ten itibaren bu hak, sadece Papalara tanınmış, verilme
şekilleri ve kuralları da 1588’ de Papa V. Sixte, 1634’ te Papa
VIII. Urban tarafından konmuş 17.yy sonlarına doğru da Papa XIV.
Benoit tarafından bunlara yeni hükümler getirilmiştir. Kısaca
Azizlik unvanı bir kişiye kolay kolay verilmemektedir.
Hep yanlış algılanan bir nokta
da; Hıristiyanlıktaki Azizlerin, Yahudilikteki (ğadoşların),
Hindu, Budist...vs uzak doğu dinlerindeki fakirlerin, kutsal
insanların, İslamiyet’teki “Allah dostu”, “Velisi Allah olan
kişiler” yani Velilerle (çoğulu Evliyadır) karıştırılmasıdır.
Yani bu kelimelerle işaret edilen mertebeler, “Veli” adı ile
işaret edilmek istenen Boyutların karşılığı değillerdir.
Ayrıca Azizlik (ki aynı zamanda tüm dinlerdeki kutsal kişilere
verilen ortak isimdir) unvanı, dışta görünen birtakım hallere
bakılarak ve hatta o özelliklere bile hiç sahip olmayan Papalar
tarafından verilirken, İslamiyet’ teki Velilik unvanını zahiren
verecek bir kurum, kuruluş yoktur. Çünkü Azizler gibi onların
dışarıda kendilerini gösterecekleri bir işaretleri, izleri
yoktur. Fakat bu Batınen, Batıni anlamda yoktur anlamında
değillerdir. Bu konuda bir Kudsi Hadis “ Onlar benim
örtümün altındadır. Hiç kimse onları tanı(ya)maz” diyerek
kısaca olayı bize özetlemektedir. Yani, Veli ismiyle işaret
edilen İnsan, sonsuz ve sınırsız Nur Bilinç boyutunu
kapasitelerince (hiyerarşik bir şekilde) yansıtan ve varlığı da
bulundukları boyut açısından algılayan, değerlendiren ve
varlıkta çeşitli oluşumlar meydana getiren birimlerdir. Bu
yüzden bir Azizi, bir Budist Rahibi, bir Medyumu... herkes
tanımasına karşın, bir Veli’yi ancak bir Veli tanır. Böylece,
İnsanların imanlarını artırmak ve Öz Bilince ait birtakım
nitelik ve niceliklere işaret etmek amacıyla tamamen gayri
ihtiyari, kendi istek ve arzuları dışında, Mutlak Benlik
noktasından kaynaklanan fenomenlere “Mucize”, aynı şeyler
Evliya’dan meydana geliyorsa “keramet” adı verilmektedir. Eğer
bu olağanüstü fenomenler, çokluk boyutuna göre varsaydıkları
benlik açısından meydana getiriliyorsa, o zamanda buna istidraç
denmektedir.
Özetlersek; Velayet, , birtakım
normal üstü yeteneklere sahip olmalarından ötürü bu birimlere
üst bilinç(ler) tarafından verilen bir unvan, nişan, isim değil,
Nur yapılı bilinçlerin, direkt bu birimlerin bilincinde açığa
çıkması suretiyle bu insanların, Hakikâtleri olan Salt Bilinç
boyutunda kendilerini tanımaları ile oluşan yaşantının
adıdır.(1) Dolayısıyla bir Veli keramet sergileyecek diye
bir kural da yoktur. Kaldı ki, bu tür Kudret tezahürleri Mistik
alanda hoş karşılanmamakta ve önemli olanın ilmi keramet olduğu
bu tür halleri ortaya koyan birimlerce dahi dile
getirilmektedir.
Resul ve Nebiler, bu görevi almadan
önce Velayetleriyle yaşarlar. Yani, zahirde Nübüvet kemalatı ile
yaşarlarken, Batınlarında da velayet kemalatıyla yaşarlar.
Nübüvet Kemalatı ölüm ile son bulurken, Velayet yönleri sonsuza
dek devam eder. Bu yüzden, Ahir zamanda Astral (Işınsal)
bedenini biyolojik bedene dönüştürerek İmamı Mehdi’nin yanında
Muhammedi boyutu ortaya koyacak olan olan Hz. İsa (as)’nın, bu
Boyutsal inişi de Nübüvet değil, Velayeti yönüyle olacaktır.
Çünkü; Nübüvet, Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimizle son bulmuştur.
Bununla birlikte; Resul ve Nebiler
varlığını (aslında tüm varlık) ilk var olmuş Boyut olan
Muhammedi Boyuttan alırken Veliler de, bir madeni paranın
yazı-turası gibi, aynı şeyin diğer bir yüzü olan İmamı Mehdiden
alırlar.(2) (Bu yüzleri de mekânsal anlamda değil, yine
boyutsal olarak düşünmek gerekir). Bu konuda Hz. Muhammed
(s.a.v.) “ Haberiniz olsun ki Allah ilk halk ettiğinde,
Kalemi halk etti; de ona; ‘yaz’ dedi. ‘Ya Rabb ne yazayım? diye
sordu... ‘kaderi yaz’ dedi... “ işte o saatte kalem, olmuş ve
ebeden olacak her şeyi yazdı...” der. Mistik alanda; Evrende
var olmuş ve olacak her şeyi oluşturan Kalem’e İnsanı Kâmil,
(Hakikâti Muhammedi) denir. Bu İnsanı Kâmil’in Aklına Aklı
Evvel, Ruhuna da Ruhu Azam (Ruhu Muhammedi) denmektedir.
Günümüz bilimince ise; Kalem’e, İlim Sıfatının Mazharı olan
Kozmik Bilinç, Salt Şuur ya da Salt Nur adı verilmektedir.
Yine bu konuda Hz. Muhammed (s.a.v.) “Ya Cabir, Allah önce
Aklımı yarattı” “ Ya Cabir Allah önce Benim Nurumu yarattı ve
bütün mahlukatın nurunu da Benim Nurumdan halk etti” diyerek
her birimin Özünde holografik olarak mevcut olduğunu ifade
etmektedir. Aynı şekilde; “Tüm Âlemlerin onun yüzü suyu
hürmetine, O’nun için yaratılması ya da Âlemlere Rahmet olarak
gelmesi ...” denilen halde, yine Hz. Muhammed (s.a.v.)
Efendimizin bizim kendi algılarımıza göre kabul ettiğimiz
yönüyle değil, pik noktada sahip olduğu Evrenselliğin yani
Sonsuz Sınırsız Bilinci ve Kudreti yönüyledir.(Bkz.
Sistemin Seslenişi I / Hz. Muhammed Neyi Oku du / Kendini Tanı –
Ahmed Hulusi )
Dolayısıyla, bu Nurdan yaratılan tüm
varlık ve insan Hz. Muhammed (s.a.v.)’e bu anlamda, Boyutsal
olarak ne kadar yaklaşırsa o oranda hem kendi Hakikâtni hem
de Evrensel sistemin işleyiş prensiplerini algılar. Bu yüzden,
Hz. Muhammed (s.a.v.)’i gerçek anlamda değerlendirmek için, bu
Bilinç noktası açısından bakabilmek gerekir ki, o zaman da O’nu
değerlendiren acaba kim olur.?
Tekrar konumuza dönersek; böyle
yeteneklere sahip olup da isteği dışında bu tür fenomenlerin
açığa çıkması Aziz ve Azizelerde görülmektedir, diyebilriz.
Bunlardan 16. yy.da yaşamış Avilalı Azize Teresa, kendi isteği
dışında havalanmasıyla ünlüydü. Öyle ki levitasyon hissi
kendisine geldiğinde, diğer rahibelerden kendisini tutmaları
için yardım istemekteydi. Bu durumu Azize şöyle ifade
etmektedir: “ Havaya yükselme hissi geldiğinde ne yapacağımı
şaşırıyorum. Karşı koymaya çalıştığımda, ayaklarımın altından
gelen büyük bir güçle havaya itiliyorum ya da kaldırılıyorum”
Olağanüstü yetenekleriyle ünlü bir
başka Aziz, Paulalı St. Francis de nar gibi olmuş korları
rahatlıkla eline alıp tutabilmekte, buna karşın hiçbir zarar
görmemekteydi. Hatta 1519 yılında güvenilir sekiz tanığın
gözleri önünde, yanmakta olan fırının içine girmiş ve fırının
kırılmış duvarlarını tamir etmiştir. Alev alev yanan fırının tam
içine girip uzun bir süre kalmasına rağmen, vücudunun ve
elbiselerinin üzerinde en ufak bir yanma izi görülmemiştir.
Bu hayatın zevk ve eğlence dünyası
olmadığını, bu yüzden de insanın aslına ve dolayısıyla cennete
ulaşması için çile çekmesi gerektiğine inanan ve bu yolda yaşam
sürdüren bir başka kutsal insan da 17.yy. da yaşamış olan Aziz
Joseph’tir. Çocuk denecek yaşta kendini dine adayarak bazen
günlerce yemeden içmeden duran, soğuk günlerde ince elbiselerle
dışarıda saatlerce, günlerce dolaşan, az uyuyarak daima derin
bir tefekkür ve ibadet halinde olan ve hatta kendini
kırbaçlamaktan dahi çekinmeyen bu kişide de birtakım olağanüstü
hallerin yanında levitasyon fenomeni de gözlemlenmiştir. Azizi
saran vecd halinin getirdiği duygusallık ve heyecan onun bir
anda havaya yükselmesine neden olmaktaydı. Hatta bir keresinde
halkın topluca bulunduğu pazar ayini sırasında bu olay cereyan
edince, insanlar tarafından tepki çekmeye başlar ve bu durumdan
yavaş yavaş rahatsız olan kilise yetkilileri de onu insanlardan
uzaklaştırarak bir manastıra kapatırlar (orada da havalanma
olayları hız kesmeksizin aynen devam eder). Ancak papa VIII.
Urban, onu ziyaret edip kendisi de bu olaylara tanık olunca bu
işin Tanrı’ nın bir mucizesi olarak düşünülmesi gerektiğini
söyleyip onun bir Aziz olduğunu dile getirir(ilan eder).
Kutsal kitaplarda da,ateşe atılan
insanların inançları sayesinde hiçbir zarar görmeksizin
kurtuldukları yazılıdır. Örneğin, Tevrat’ta Kral Nabukednazar’ın
Kudus’ü işgâl ettikten sonra halka kendi heykeline tapınması
için baskı yaptığı belirtilir. Ancak Shadrack (Şadrak), Meshach
(Meşak) ve Abednego inançları uğruna bunları reddder ve kralın
emrine karşı gelirler. Buna karşın, kral da bu üç kişiyi, her
zaman hiç sönmeksizin yanan fırının içine atar. Fırın o kadar
sıcaktır ki, alevler, onları ateşe atan cellatları bile yakarak
öldürmüştür. Fakat bu üç kişi, imanlarının kendilerine verdiği
güç sayesinde kurtulurlar. Öyle ki, saçları, kirpikleri ve
elbiselerinde en ufak bir yara, iz olmadığı gibi, üzerlerinde
duman kokusu bile yoktur. Bu olay şöyle anlatılır: “Prensler,
valiler, denizciler ve kralın danışmanları toplandılar. Bu
adamların gövdelerini, ateşin etkilemediğini gördüler. Ne
saçlarının tek bir teli alazlandı ne giysilerine bir şey oldu,
ne de yanık kokusu çıktı”.
İlkçağ tarihçilerin kayıtlarında,
felsefecilerin, yazarların eserlerinde ya da takip eden
tarihlerde, hükümet ve Kiliseye ait çeşitli resmi raporlarda,
inançlarından ötürü (ya farklı dinlere mensup ya da mezhep
kavgaları yüzünden) yakalanarak ateşe atılan medyumların,
benzeri fiziksel etkilerle veya ateşe atılarak yakılmak
istendiği ancak ateşin içinde kalmalarına karşın hiçbir zarar
görmeksizin kurtuldukları da belirtilmektedir. Birden fazla
fenomeni içinde barındırması bakımından ilginç bir örnek de;
17. yy sonlarında Kral 14. Lous’in Protestan bir hareket olan
Huguenotları işkence ve katliam da dahil olmak üzere Fransa’dan
temizlemeye çalıştığı sırada, Cevennes Vadisi’nde yaşayan
Camisardlar olarak adlandırılan tarikat üyelerinde görülen
benzeri olaylardır. Fransız birliğinin başı olan Albay Jean
Cavalier, giriştiği bu eylemin başarısızlığından dolayı
İngiltere’ye sürülmüş ve orada buna neden olan olağanüstü
olayları 1707 yılında “çölde bir çığlık” adlı kitabında
yazmıştır. Öyle ki, bu gruba ne uygulanırsa uygulansın, bir
türlü zarar verilemiyordu. Kurşuna dizilmelerine karşın,
saçmalar elbiselerini delmiş, fakat bedenlerinde en ufak bir iz
dahi oluşturamamış ve saçmalar, yassılaşmış bir şekilde,
yerlerde ya da elbise ile vücut aralarında bulunmuştur. Bu
duruma sinirlenen işkenceciler, bu insanların ellerini kızgın
kömürler üzerine bastırmalarından da bir sonuç alamayınca bu
sefer gaza bulanmış pamuklara sarıp ateşe verirler. Ancak yine
başarılı olamazlar. Üstüne üstlük, dini hareketin lideri Claris
de, kendi isteği ile bir odun yığını yaptırtıp bunun üzerinde
vecd içinde bir konuşma yapar ve bu durumda iken odunun ateşe
verilmesini ister. Ateşin içinde kalmasına ve alevlerin her
yerini sarmasına rağmen, altı yüz kişinin gözleri önünde
konuşmasına aynen devam eder. Odunlar yanıp tükendiğinde ise,
Claris’in elbiselerinde, saçlarında,kirpiklerinde en küçük bir
yanma belirtisinin olmadığı görülür. Bu olayların ayrıntılı bir
dokümanı, resmi bir rapor halinde Roma’ ya gönderilir.
İstidraç yeteneklerini çok geniş
bir alanda rahatlıkla (zorlanmaksızın) ortaya koyan başak
bir kutsal insan da Hintli Satya Sai Baba’dır. İllüzyonist ve
bilim adamlarınca da incelenip araştırılarak, hile olasılığının
dahi düşünülemeyeceği bir biçimde sergilediği olağan üstü
yetenekleri onaylanan Sai Baba, şifa vererek her tür ölümcül
hastalıkları iyileştirdiği gibi, isteğe bağlı olarak çeşitli
nesneler, altın mücevherler ve her tür yiyecekler materyalize
edebilmekte yanı sırada nesneleri farklı maddelere
dönüştürebilmekte ve hatta ölüleri dahi diriltebilmekteydi...
(Bkz. Sistemin Seslenişi I
/ Hz. Muhammed Neyi Okudu / Kendini Tanı – Ahmed Hulusi, Fusus
ül Hikem / II. Fass – M. İbnü’l Arabi )
(Devam edecek...)
hologramk@yahoo.com
İstanbul
- 01.05.2003
http://gulizk.com
Dip Not;
(1).
Elbette bu da bir anda değil, belli bir süre içerisinde hem ilmi
hem de bedenen yapmış oldukları çalışmalar sonucunda, meydana
gelmektedir.
(2)
Bunu, gerek Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimiz gerekse de İmamı
Mehdi’ nin, dünyaMIZ da görünen bedensel yönleriyle değil
Evrensel Bilinç Boyutundaki yönleriyle düşünmemiz gerekir.
|