Staphen
Hawking, Zamanın Kısa Tarihi adlı eserinde, şu felsefik
soruya cevap vermeye çalışır:
“Yaratıcı kaldıramayacağı bir taş yaratır mı?”
Bu konuda her ne kadar bir cevap vermeye çalışsa da, sonuçta
bu cevap yine Bütün-parça ilişkisi açısından Tanrısallık
kavramı içerisinde olmaktadır. Aynı soruyu Mistik anlayış,”Yaratıcı
(kendinden ayrı)bir taş mı yarattı ki onu kaldıramamış
olsun? Bu durum ise bir acziyetin göstergesi değil, kemalatın
ifadesidir.” Şeklinde cevaplamaktadır.
Şimdi
bu durumu, hologram kavramı içerisinde değerlendirmeye çalışalım.
Bildiğimiz gibi, hologram plakasındaki bir imgenin (bilginin)
tanımlanabileceği, yerinin belirlenebileceği bir orijin, bir
merkez söz konusu değildir.Eğer merkez, orijin var ise, bu
merkeze göre de bir sınırın, çizginin olması, yani bir
imgenin bitip yerine başka bir imgenin başlaması gerekir ki,
hologram esasına göre bu mümkün değildir.Dolayısıyla bir
imgeyi başka bir imgeyle toplayamayacağımız gibi, bir
imgeden de başka bir imgeyi çıkartarak ayrı bir imge elde
edemeyiz.
Benzer
bir deyişle, bir imgeye bir şey eklenemeyeceği gibi, ondan
bir şey de çıkartılamaz. O halde parça ve bütün ilişkisi
içerisinde varmış gibi algıladığımız evrenin kaynağı
olan bu imgeler nasıl vardır? Buna vereceğimiz cevap, imgeler
arası bir sınır, çizgi ve buna göre var olan bir merkez
olmama durumunun,boyutsal anlamda da var olmamasıdır.
Bunu
daha iyi anlamak için şöyle bir soruyla konumuza devam
edelim:
“Suretler alemi ile bunu projekte eden plakadaki imgeler arasındaki
sınır neresidir?”
Elbette buna vereceğimiz
cevap, yine sınırın mevcut olmamasıdır.Çünkü suretler
aleminin varlığı yoktur.(Dolayısıyla, bizler eni, boyu,yüksekliği
olan nesneler değil, birer imgeden ibaretiz.) Bu yüzden
de onu var kılan imgeler boyutunda mevcudiyetlerinden söz
edilemez.Yani varlığı hükmidir,var kabul edilmektedir. Keza,
tüm hologram plakasını temsil eden Tek imgenin (meçhul
frekansın) boyutsal sınırlı bir biçimde var kabul ettiği
imgelerde, bu Tek imge de varlığı söz konusu değildir.Böylece
boyutsal sınırlılığın olmaması dolayısıyla da bu
anlamda bir merkezin olamayacağını göz önüne alırsak plaka içindeki imgeler ve kaynağı olan Tek imge yokluktan,
yok olarak var kabul edilmiştir diyebiliriz. Böylece ne
Yaratan, ne de yaratılan ikilemi söz konusudur.Çünkü
yaratma kavramı,bir şeyden, ayrı bir şey meydana getirme
olup yarattığı
şeye de sihirli
bir değnekle ya da uzaktan kumanda ile hükmetmek anlamı taşır.Tıpkı
bir Tanrı ve o Tanrının yarattığı varlıklar ve aralarındaki
ilişkiler gibi...Fakat, hologram prensibini göz önüne aldığımızda,
yaratma kavramı asla söz konusu olmaksızın yerini var kabul
etme kavramına bırakır. Bu kavram ise, gerçekte o şey
olmamasına karşın varmış gibi göründüğünü bize söyler.
Bu nedenle, varmış gibi görünen, sanılan şey, onu var kılanda
(edende) varlığını yitirir. Bunu bir
adım daha götürürsek, Mutlak anlamda, plaka olarak düşündüğümüz
şeyin varlığı söz
konusu değildir.(Bkz. Quantum Potansiyeli-Sufizm ve İnsan/Fizik)
Suretler
alemi ile bu alemin kaynağı olan imgeler (girişim desenleri)
alemi arasındaki ilişkiyi göz önünde bulundurarak, şunu
ifade edebiliriz: Bildiğimiz gibi, algıladığımız boyut
olan maddesel boyutun altına indiğimizde sırasıyla moleküler,
atom, nükleon, elektromanyetik ve kozmik ışınlar boyutu ile
karşılaşırız.Ancak her şey bununla sınırlı değil, çünkü
bu boyutun da altına indiğimizde öyle bir boyut var ki, tüm
bunların kaynağı olan boyuttur ve buna da ışınsal
(Nar)boyutu ismini veririz.(Bkz. Sıfır Nokta Enerjisi/Birleşik
Alanlar7-Sufizm Ve İnsan-Fizik)
Yüz
yirminci günde oluşan Ruhumuz ile Cin ismiyle ifade edilen
ışınsal varlıkların da bulunduğu boyut bu boyuttur ve bu
boyut itibariyle bir noktadan diğer bir noktaya gitmek ya da
gelmek söz konusu değildir. Gelmek, gitmek...vb. kavramlar,
plakadaki imgelerin projeksiyonlarıyla alakalı olduğundan
plakayı değerlendirirken bile hep bu projeksiyonların sonucu
esas alınacaktır. Bu da bu anlamdaki hiyerarşiyi meydana
getirir.Bu hiyerarşinin olması ise, Mistik kaynaklarda
bildirilen, Berzah yaşantısında, Ahiret denilen ışınsal
boyutta, nasıl ki cennet denilen ortamlarda kendi ilim ve güç
durumlarına göre aynı boyutlarda yer alıyorlarsa, bu boyutta
da şehitlerin, Velilerin, Nebi ve Resullerin kendi ilim ve
enerji kuvvetlerine göre buluşup görüşebilmelerini açıklar.
Bu nedenle Ruh boyutunda hareketlilik tamamıyla bizim bakış açımıza
göre olan bir kavramdır.Yine aynı nedenden dolayı Ruh
boyutundaki görüşte mesafe kavramı da kesinlikle söz konusu
olmaz. Yine mistik kaynaklarda bildirilen kabir alemi yaşantısındaki
Berzah (geçiş) boyutunda insanın hem cenneti hem de cehennemi
ve katmanlarındaki o boyuta has canlıları olan (zebun edici)
Zebanileri net bir biçimde, sanki yanı başındaymışçasına
algılayarak akıbetinin hangisi olduğunu anlaması bundan
dolayıdır.(Bkz.Hz. Muhammed’in Açıkladığı Allah / Akıl
Ve İman /Kendini Tanı-Ahmet Hulusi)
Nar
boyutuna “Bilinç” gözüyle bakabileceğimiz gibi, aynı
zamanda Bilinç, bu boyuttan daha özde olan bir boyutudur.Tabanı
ışık hızı ve ötesindeki boyut. Bir diğer ismiyle Nur
boyutu.Yani Melek. Dolayısıyla, evrendeki her şeyin kaynağı
Meleklerdir diyebiliriz.Yani her şey meleklerden ve onların yoğunlaşmalarından
meydana gelmiştir.Bu nedenle her boyutta var olan Meleklerdir
(bkz. Maddenin Gölgesi-Sufizm Ve İnsan/Fizik).
Her
şeyin orijin olarak melek olmasına karşın, projeksiyonun
neden olduğu yoğunlaşmanın getirdiği sınırlılık,
kendini Cin ya da maddesel yapılı insan olarak kabul etmesine
yol açmaktadır.Bunun sonucunda da
plakada yani gizli düzenindeki imgelerin tümüyle yürürlükte
oluşundan perdeli olarak sadece
sınırlı var oluşunun gereğini ortaya koyar.Bu durum ayette:
“Hiçbir şey hariç olmamak üzere, her şey O’nu zikreder,
fakat siz onu anlayamazsınız” şekliyle
ifade edilmektedir.
Ünlü
İslam Sufisi M. İbnül Arabi, bu konuda “Bir secde mahalli
kadar, fezada,semada,boşlukta yer yok. Meleklerden hâli yer
yok”demektedir.
Bir hadiste de “Gök gıcırdıyor! Secde edilmedik bir karış
yer yok gökte” şekliyle ifade edilmektedir.
Yani,
ister dıştan içe isterse de içten dışa doğru bakış açısına
göre olsun tüm varlık, melekler tarafından meydana gelmiş
olup maddesel boyutta gördüğümüz tüm değişimler, dönüşümler,
bu varlıklar tarafından meydana getirilmektedir. Dolayısıyla,
geçmişte melek ismiyle ifade edilen bu kavram günümüz
biliminde enerji,güç,kuvvet şeklinde karşılık alır ki
(zaten kelime anlamı budur), bu şekliyle ayet ve hadislerde
sisteme dair anlatılanlar günümüzde daha da anlaşılır
hale gelmektedir.
Bunlara
bir iki örnek verirsek,cehennem ile ilgili olarak,
“O gün cehennem getirilecek!. Onun yetmiş bin bağı olacak
ve her bağ ile beraber cehennemi çeken yetmiş bin melek
olacak” ifade edilen bu hadisi de yukarıdaki açıklamaya göre şöyle ifade
edebiliriz:
Güneşin sahip olduğu gravitasyonel kuvvet, Güneş içindeki
termonükleer reaksiyonun oluşturduğu kuvvetin, bu çekim gücüne
karşı koyması ve çekim gücünü aşarak da önüne gelen
her şeyi yutmasıyla birlikte bir önceki hali sona erdirip dönüşüme
uğratmasıdır. Aynı şekilde, Galaktik çarpışmalar, Süper
Nova patlamaları, fayların yırtılarak depremlerin ...vb diğer
afetlerin oluşması da hep yine bu melek ismiyle işaret edilen
varlıkların oluşumlarıdır (dönüşümleridir).
Aynı
ilişkileri tekrar göz önüne alırsak bu kavram bize mistik
alanda anlatılan “insanlar uykudadır ölünce uyanırlar”,
“ölmeden önce ölünüz”, “Dünya uyuyanın Rüyası
gibidir” ifadeleri ile ölüm ötesi boyutta Anne, Baba,kardeş,dost
kavramının geçersiz olarak hepsinin aynı yaşta yer almaları,
plakadaki imgeler boyutunda ,suretler boyutuna ait olan değerlerin
,bu boyutta geçersiz olduğunu ve bu boyutta farklı bir gerçeklikle
yaşamın devam ettiğini daha iyi anlaşılır kılmaktadır.
Yine
bu plakada zaman ve mekân kavramı olmadığı için,bilinç
kendini bu boyutta bildiği
taktirde Astral bedeniyle bir anda kendi özündeki yıldız,
gezegen ve bunların alt boyutlarındaki ışınsal boyutlarında
mevcut bulunan varlıklarla iletişim kurarak bilgi alış verişinde
bulunabilmektedir (aynı durum Nur boyutu için de aynen geçerlidir.
Bkz Maddenin Gölgesi-Sufizm Ve İnsan)
Bunlardan
en meşhur olanı yine M.Arabi’ nin yaptığı böyle bir
yolculuktur ki, O gittiği Âlem-i Semseme denilen bir
âlemin canlı varlıkları ile görüşüp konuştuğunu
ve onların da dünyamızı bildiklerini bunun için de haber
sorduklarını bildirmektedir ünlü eseri Fütühat-ı
Mekkiye’de. (Keza Hz Muhammed in (sav) Miraç hadisesinde de
Kudüs’ten sonraki boyutsal yükselişi yani berzah alemi içindeki
yolculuğu da Ruh ile, başka bir deyişle Astral bedeni ile
olmuştur. (bkz. Kendini Tanı-Ahmet Hulusi)
Benzer
şekilde ayrı dünyaların ikiz boyutlarına seyahatler yapıldığı
gibi, dünyanın sahip olduğu ışınsal boyutlarına da
seyahatler yapılabilmektedir. Artık bugün birçok bilim adamının da kabul ettiği gibi, Dünyanın da
tıpkı canlı organizmalarda olduğu gibi, ormanlarıyla, ırmaklarıyla,
fay hatları ve yanardağlarıyla ...vb bir düzene ,bir sisteme
sahiptir.Aslında bu görüş Profesör Sir James Lovelock’ un
eski Yunan mitolojisinden aldığı Gia
sözcüğü ile de ifade edilmektedir ki, kendi başına kendi
kendini düzenleyen ve yaşayan bir varlık olan Dünyanın
kendi içindeki her şeyden haberdar bir şekilde, yapılan tüm
eylemlere karşılık (tepki) vererek sistemini korumaya çalıştığını
söyler (Bkz Discovery Channel-Gia nın Çocukları).
İşte
bu varlığın bilinci ile rezonans kuran Mistikler, Dünyanın
Ruhu ile görüşerek,”bana şöyle bir surette göründü,bana
şöyle muamelede bulunarak şöyle şöyle bilgiler verdi” şekliyle
bunu ifade etmişlerdir.
Burada
şu noktayı gözden kesinlikle kaçırmamamız gerekmektedir:
Nasıl ki, bilincimiz orijin olarak plakadaki girişim desenleri
olmasına karşın projekteden dolayı zihnimiz uzay-zaman
hapishanesi içerisinde beş duyusal olarak algılayıp maddi
bir bedeni var kılıyorsa,aynı şekilde Ruh boyutunda da o
boyutun kurallarına göre yine bir sınırlamaya girerek
kendisinin bir Ruhu (mikrodalga bedeni) olduğunu ve her şeyin
Ruh boyutundan ibaret olduğunu sanacaktır.Keza cinler
de bize göre her ne kadar yüksek bir skalada bulunsalar da
zamana tabii olmaları kendi boyutlarında (ruh boyutunda) bir sınırlama
getirir.Buna karşın bir de daha özden bir projekte açısından
algılayan birimler ise, ister maddesel boyutta bulunsun,
dilerse Ruh boyutunda fark etmez, sahip oldukları bilinç dolayısıyla
yukarıda ifade ettiğimiz gibi tamamen zaman ve mekâna bağlı
olmaksızın alt boyutlara geçebilir yani dilediği alemlere
yolculuk yapabilir ve o boyutun kendi kurallarına göre
bir beden oluşturabilir.Yani bizden elli bin ışık yılı
uzaklıktaki bir gezegende ya da yıldızların ışınsal
ikizlerinde (veya bizden milyonlarca, milyarca uzaklıktaki
Galaksilerde) yaşayan böyle bir bilinç, bir anda dünyamızda
materyalize olup insan suretinde görülebilir ve bizim boyutun
kurallarına göre kayıtlanmaksızın ve de bizler tarafından
ayırt edilmeksizin yaşayabilir. Buna karşın, farkın farkını
anlayamayan bizler de bir yanılgı olarak bu varlıkları bizim
gibi etten kemikten birer canlı şeklinde algılayarak yanılır
ya da onları uzaylı adı altında görüntü veren Cinlerle
karıştırarak onlardan bilgi aldığımızı zannederiz.
Hologram
prensibine göre, parçalardan oluşmuş olarak algıladığımız
evrenimizdeki bir nesne, hem kendisinin hem de ilişkide bulunduğu
tüm nesnelerin bilgilerine sahiptir. Böylece o nesneye
dokunmak veya bir şekilde onunla ilişkiye geçmek, aynı
zamanda onun sahip olduğu tüm bilgiyle iletişime geçmek
olacaktır. Çünkü, dıştan bakış açısına (algıladığımız
boyuta)göre bu iletişimde her ikisine ait olan şuur Tek bir
bilinç olarak, bu şuurun ikisi arasındaki bir yerlerde aramayı
anlamsızlaştırır.Böylece bu nesne eğer tarihi bir eserse
,onun bulunduğu döneme ait olan tüm bilgileri his yada vizyon
biçiminde görmeye olanak verir. Aynı kavramı içten dışa
doğru bakış açısına göre değerlendirmeye çalışırsak,bir
nesne ile ilişkiye geçerek ona ait olan bilgiyi çıkartmak,o
nesneyi meydana getiren tüm oluşların hologram plakası olan
beynin saklı düzeninden, belirgin düzeninde açığa çıkararak
his,ses,vizyon biçiminde algılanması olacaktır.Bu karşılıklı
iki şey için geçerli olabileceği gibi,evrensel olarak da geçerlidir.
Bu
konuda Ünlü fizikçi Prof. David Bohm “ Bir şeyi zihinsel
olarak anlamak, gerçekte onu kavramaktır. Kullandığımız şekliyle
kavrayış, onunla aynı bir olmak olduğunun farkına varmaktır.Gıda
ile beslenildiği zaman,bu canlı organizmanın bir parçası*olur.Dolayısıyla,başka
bir şeyi içimize aldığımızda,bu da canlı bilincin parçası
olur.O dolaşır ve canlı bilinçte,onun parçası olur.Nasıl
çevre ağacın parçası ise, canlı ağaç da tüm çevrenin
parçasıdır.” Bunu biraz daha genelleştirirsek,bir birimden
büyük gibi görünen bir yapı (bu aynı boyutta ya da küçük
de olabilir) alt boyutta bir birimi şekillendirirken,var oluşunun
nedeni olduğu birim de, onu var eder. Bu da o dev yapının
kendisine ait olan tüm özelliklerinin yine o birimde bulunmasından
ileri gelmektedir.(Bu yapıyı bir galaksi, evren...birimi de İnsan
olarak ele alabiliriz)
Bu
bakış açısı Evrendeki canlı ve cansız ayrımını ortadan
kaldırarak her şeyin canlı, şuurlu olduğunu gösterir.(Bkz
Maddenin Gölgesi-Sufizm Ve Fizik/Fizik) Tıpkı beş duyumuza göre
algılanan İslam’ın hac merkezindeki Taş yapının
mistiklerin bildirdiği gibi alelade bir nesne olmayıp evrensel
şuuru ve enerjiyi tam olarak yansıtan bir mahal olduğunu ve
birimlerin tapınma olmaksızın yani, herhangi bir yöne yönelmeksizin
(yönsüz bir biçimde) ona yönelmesiyle kendi özleri olan bu
vasıf ve özellikleri kapasitelerince ortaya koyabileceğini gösterir.
Dolayısıyla,
bir insan, topluluk, ulus...bir şeye birine, zarar verse ya da
iyilik yapsa kısaca ne tür bir eylemde bulunsa, gerçekte
kendine yapmış olmakta ve ortaya koyduğu bu fiil
“uzay-zaman”içinde o birim, toplum veya ulustan mutlaka aynı
şekilde olmasa da farklı bir biçimde bu enerji felaket, bela,
savaş...vb şeklinde deşarjıyla karşılık bulacaktır. Bu
kavram mistik kaynaklarda “Bir insanı kurtaran, tüm insanlığı
kurtarmış , bir insanı öldüren de tüm insanlığı öldürmüş
gibidir” şekliyle geçmektedir. Aynı şekilde “din”
ismiyle açıklanan evrensel
sisteme göre, yapılan bir fiile karşı verilmesi gereken ve bizim tarafımızdan ,sert ,vahşi gibi algılanan
eylemlerin aslında o (negatif)
fiilin, holografik olarak yine o toplumda ya da
birimlerde ,bizim boyutumuzdaki yansıması olan enerji alış
verişi biçiminde kendini göstererek yayılmaması içindir
diyebiliriz.(bkz Okyanus Ötesinden-Ahmet Hulusi/ Evrenin Kozmik
Çocukları-sufizm Ve İnsan/Fizik)
Ancak,
bu olaylar diğer fenomenlerdeki gibi,evrensel bilince sahip bir
birimin, şuurun özelliklerinden biri olup sıradan insanların,nesnelerin
ortaya koyabileceği bir nicelik değildir.Olması halinde ise
bu anlamdaki metafiziksel yanılgıları oluşturuyor
demektir.İster psiko-arkeoloji denen (ki aşağıda
ifade edilmiştir) fenomen
olsun, isterse de medyum ya da kâhin aracılığıyla geçmişe
ait olan bilginin alınması olsun, fark etmez,tamamıyla önceki
yazılarımızda da belirttiğimiz gibi bu oluşlar ışınsal
varlıkların beyin üzerindeki etkilerinden kaynaklanmaktadır.Bu
fenomenlerde geçmişe ait olan (mesela Mu, Atlantis... uygarlıklarına
veya diğer tarihi olaylara ilişkin ) bilgilerin, geleceğe
nispetle daha net ve kesin içerikli olmasının nedeni
ise,Cinlerin ömürlerinin 600-700 ve hatta 1000 yıl olması
ile Akaşaları okumalarından kaynaklanmaktadır.(Bkz Akaşalar-Sufizm
ve İnsan /Fizik)
Şimdi
bu konu ile ilgili olarak yapılan akademik düzeydeki çalışmaları
görelim:
14 şubat 1935 yılında Polonyalı Stefen Ossowiecki adındaki
ünlü medyum, taşlaşmış bir insanın ayağına bir parça
dokunduğu zaman, boşluğa doğru bakarken bulunduğu oda
birden solup saydamlaşarak (ki bu esnada kendi bedenide yok
olmakta) çok çok eski zamanlara ait bir sahnenin içinde bulur
kendini (bu üç boyutlu filme bakarken sahnenin içinde dilediği
her yere giderek istediği görüntüyü seyredebilmekte, öyle
ki bu durunda gördüğü, betimlediği şeylerin maddesel bir
yapısı varmışçasına da gözleri hareket etmektedir) ve
dokunduğu adamla ilgili tüm gerçekleri görür ve sonunda
imgeler solarak yine eski durumuna döner.Bu kişi Psiko-metre
denen bu fenomene karşı o kadar yetenekli idi ki,
Polonya’da zamanın en iyi Etnoloğu olan Prof
Stanislaw Poniatowski, bu medyum ile ilgilenerek dünyanın
farklı yerlerinden toplamış olduğu birkaç tür kuars ve diğer
taşlardan yapılan bazı aletler yardımıyla Stefen’a bazı
deneyler uyguladı. Lithic ismiyle adlandırılan taşların
ancak bu konuda eğitim almış bir kişi tarafından insan
eliyle biçimlenmiş olduğu anlaşılabilirdi. Böylece Profesör
bunların hangi tarih ve dönemden geldiğini bilmesine karşın
Stefen’ın bunlardan hiçbir şekilde haberi yoktu, olması da
imkânsızdı. Stefani her seferinde, bu nesnelere doğru
tahminler yaparak kaç yaşında ve hangi kültüre ait olduklarını,
bulundukları coğrafi yerleri tek-tek tanımladı.Hatta bazı
çelişkili bilgiler verse de daha sonra bunun profesörün
kendi notlarından kaynaklanmakta olduğu görüldü. Deneyler
sadece bununla sınırlı değil. M.Ö on beş bin ve on bin yıllarında
Fransa’daki yontma taş devrine ait bir taşı eline aldığında
ise, o dönemin kadınlarının çok karışık bir saç tarama
biçimlerine sahip olduklarını söylediğinde tasvip görmemesine
karşın, daha sonra bulunan heykellerden doğru söylediği
anlaşılmış ve bunun gibi yüzlerce kez daha sonraki araştırmalarla
doğruluğu kanıtlanmıştır.Bunların birinde de, taş devri
insanlarının büyüklük ve biçimine varıncaya kadar tarif
ederek yağ kandilleri kullandıklarını söylemiş ve sonradan
Fransa Dordogne de yapılan kazılarda söylediği doğrulanmıştır.
Bunun
dışında, Kanada Arkeoloji Birliğinin kurucu üyesi ve
Toronto Üniversitesi Antropoloji Profesörü Norman Emerson da
bir kamyon şoförü olan George Mc. Müllen ile yaptığı
deneylerde, arkeolojik bir alana gidildiğinde bir müddet sağa
sola hareket ettikten sonra eski döneme ait olan
o kültürü ve insan yaşayışlarını vb. tanımladığını
görmüştür. Bunların birinde, Iroquois uzun evin üzerinde
durduğunu ve yapılan kazılarda bu antik yapı tarif ettiği
biçimde ortaya çıkmıştır.Ve hatta Kanada’nın önde
gelen arkeologlarının 1973’teki konferansında “Arkeolojik
olgular ve arkeolojik yerleşimler hakkında aktardığım
bilgileri –bu bilgileri şuurlu bir mantık yürütme
sonucunda elde etmiş olduğu konusunda herhangi bir kanıt
bulunmayan-bir psişik insandan almış olduğuma kaniyim”
diyerek bulgularını ortaya koymuştur.
Utrecht
Devlet Üniversitesindeki Parapsikoloji Enstitüsünün başkanı
W.C.H. Tenhaeff ve Güney Afrika, Johannesburg’daki
Witwatersrand Üniversitesi Dekanı Marius Valkhoff da, ünlü
Hollandalı duru görür Gerard Croiset’ in 1960’ lı yıllarda
yaptıkları bir dizi deneylerde küçük bir kemik parçasını
eline aldığında bunun geçmişi ile ilgili olarak tanımlamalar
yaptığı tespit edilmiştir. Bununla birlikte New York’ da
bulunan bir klinik Psikolog ve Dr Lawrence LeShan ise, Psişik
yeteneğe sahip ünlü Amerikalı Eileen Garrett’le benzer türden
deneyler yapmış ve ilginç sonuçlar elde etmişlerdir.1961 yılında
Amerikan Antropoloji Birliğinin yaptığı toplantıda Arkeolog
Claince W. Weiant, Dünyaca,Orta Amerikanın en önemli
arkeolojik buluşlarından biri olarak kabul edilen Tres Zapotes
keşfinin psişik yeteneğine sahip birinin sayesinde bulduklarını
bildirmişlerdir.
Sistemin
Holografik işleyiş mekanizmasını kabul etmek, anlamak oldukça
zor, hatta imkânsız gibi gelmekte bize. Bu yüzden bunu
anlamaya çalışmak yerine reddetme ilkelliğini göstererek,
evrensel gerçeklere, bilincimizi tıkayıp yine sistemi, beş
duyumuzun çıkarlarına uygun bir biçimde, itiraz etmeden düşünmeye
devam ederek oyalanmak bizim de işimize gelmekte. Bu durumu açıklayacak
en iyi örneği yine bilimin kendisinde yani Rölativite
Teorisinde görmekteyiz. Bildiğimiz gibi, düşük hızlarda,
algıladığımız dünyanın kuralları geçerli iken ,yüksek
hızlarda bu gerçeklik yerini ayrı bir gerçekliğe bırakmakta
idi.
Bu durum (zamanın, boyutların, kütlenin değişmesi ) bize ne
kadar farazi, fantastik, sanal, düş gibi gelse de, bir o kadar
da gerçektir. İnansak da İnanmasak da...Çünkü sistemde
inanmaya ya da inanmamaya yer yoktur.Sadece var olan, işleyen
bir mekanizma ve o mekanizmanın çarklarıdır....
<Devam
Edecek>
İstanbul
- 02.10.2001
http://sufizmveinsan.com
*
Metafiziksel Yanılgılar I’ e ek; “Dünyanız ve yedi kat
sema, Kürsünün içinde çöle atılmış bir yüzük halkası
kadardır.Kürsü de Arşın içinde gene Çöle atılmış bir
yüzük halkası gibidir.” Hadis.
*
Burada bahsedilen parça ifadesini, bildiğimiz anlamda değil,
çokluktaki Tek’i anlatım sadedinde, bize göre varsaydığımız
bir kavram olarak düşünmeliyiz.
|