6. Bölüm

Staphen Hawking, Zamanın Kısa Tarihi adlı eserinde, şu felsefik soruya cevap vermeye çalışır:
“Yaratıcı kaldıramayacağı bir taş yaratır mı?”
Bu konuda her ne kadar bir cevap vermeye çalışsa da, sonuçta bu cevap yine Bütün-parça ilişkisi açısından Tanrısallık kavramı içerisinde olmaktadır. Aynı soruyu Mistik anlayış,”Yaratıcı (kendinden ayrı)bir taş mı yarattı ki onu kaldıramamış olsun? Bu durum ise bir acziyetin göstergesi değil, kemalatın ifadesidir.” Şeklinde cevaplamaktadır.

Şimdi bu durumu, hologram kavramı içerisinde değerlendirmeye çalışalım. Bildiğimiz gibi, hologram plakasındaki bir imgenin (bilginin) tanımlanabileceği, yerinin belirlenebileceği bir orijin, bir merkez söz konusu değildir.Eğer merkez, orijin var ise, bu merkeze göre de bir sınırın, çizginin olması, yani bir imgenin bitip yerine başka bir imgenin başlaması gerekir ki, hologram esasına göre bu mümkün değildir.Dolayısıyla bir imgeyi başka bir imgeyle toplayamayacağımız gibi, bir imgeden de başka bir imgeyi çıkartarak ayrı bir imge elde edemeyiz.

Benzer bir deyişle, bir imgeye bir şey eklenemeyeceği gibi, ondan bir şey de çıkartılamaz. O halde parça ve bütün ilişkisi içerisinde varmış gibi algıladığımız evrenin kaynağı olan bu imgeler nasıl vardır? Buna vereceğimiz cevap, imgeler arası bir sınır, çizgi ve buna göre var olan bir merkez olmama durumunun,boyutsal anlamda da var olmamasıdır.

Bunu daha iyi anlamak için şöyle bir soruyla konumuza devam edelim:
“Suretler alemi ile bunu projekte eden plakadaki imgeler arasındaki sınır neresidir?”
Elbette  buna vereceğimiz cevap, yine sınırın mevcut olmamasıdır.Çünkü suretler aleminin varlığı yoktur.(Dolayısıyla, bizler eni, boyu,yüksekliği olan nesneler değil, birer imgeden ibaretiz.) Bu yüzden  de onu var kılan imgeler boyutunda mevcudiyetlerinden söz edilemez.Yani varlığı hükmidir,var kabul edilmektedir. Keza, tüm hologram plakasını temsil eden Tek imgenin (meçhul frekansın) boyutsal sınırlı bir biçimde var kabul ettiği imgelerde, bu Tek imge de varlığı söz konusu değildir.Böylece boyutsal sınırlılığın olmaması dolayısıyla da bu anlamda bir merkezin olamayacağını göz önüne alırsak  plaka içindeki imgeler ve kaynağı olan Tek imge yokluktan, yok olarak var kabul edilmiştir diyebiliriz. Böylece ne Yaratan, ne de yaratılan ikilemi söz konusudur.Çünkü yaratma kavramı,bir şeyden, ayrı bir şey meydana getirme olup  yarattığı şeye de  sihirli bir değnekle ya da uzaktan kumanda ile hükmetmek anlamı taşır.Tıpkı bir Tanrı ve o Tanrının yarattığı varlıklar ve aralarındaki ilişkiler gibi...Fakat, hologram prensibini göz önüne aldığımızda, yaratma kavramı asla söz konusu olmaksızın yerini var kabul etme kavramına bırakır. Bu kavram ise, gerçekte o şey olmamasına karşın varmış gibi göründüğünü bize söyler. Bu nedenle, varmış gibi görünen, sanılan şey, onu var kılanda (edende) varlığını yitirir. Bunu bir  adım daha götürürsek, Mutlak anlamda, plaka olarak düşündüğümüz şeyin varlığı  söz konusu değildir.(Bkz. Quantum Potansiyeli-Sufizm ve İnsan/Fizik)

Suretler alemi ile bu alemin kaynağı olan imgeler (girişim desenleri) alemi arasındaki ilişkiyi göz önünde bulundurarak, şunu ifade edebiliriz: Bildiğimiz gibi, algıladığımız boyut olan maddesel boyutun altına indiğimizde sırasıyla moleküler, atom, nükleon, elektromanyetik ve kozmik ışınlar boyutu ile karşılaşırız.Ancak her şey bununla sınırlı değil, çünkü bu boyutun da altına indiğimizde öyle bir boyut var ki, tüm bunların kaynağı olan boyuttur ve buna da ışınsal (Nar)boyutu ismini veririz.(Bkz. Sıfır Nokta Enerjisi/Birleşik Alanlar7-Sufizm Ve İnsan-Fizik)

Yüz yirminci günde oluşan Ruhumuz ile Cin ismiyle ifade edilen ışınsal varlıkların da bulunduğu boyut bu boyuttur ve bu boyut itibariyle bir noktadan diğer bir noktaya gitmek ya da gelmek söz konusu değildir. Gelmek, gitmek...vb. kavramlar, plakadaki imgelerin projeksiyonlarıyla alakalı olduğundan plakayı değerlendirirken bile hep bu projeksiyonların sonucu esas alınacaktır. Bu da bu anlamdaki hiyerarşiyi meydana getirir.Bu hiyerarşinin olması ise, Mistik kaynaklarda bildirilen, Berzah yaşantısında, Ahiret denilen ışınsal boyutta, nasıl ki cennet denilen ortamlarda kendi ilim ve güç durumlarına göre aynı boyutlarda yer alıyorlarsa, bu boyutta da şehitlerin, Velilerin, Nebi ve Resullerin kendi ilim ve enerji kuvvetlerine göre buluşup görüşebilmelerini açıklar. Bu nedenle Ruh boyutunda hareketlilik tamamıyla bizim bakış açımıza göre olan bir kavramdır.Yine aynı nedenden dolayı Ruh boyutundaki görüşte mesafe kavramı da kesinlikle söz konusu olmaz. Yine mistik kaynaklarda bildirilen kabir alemi yaşantısındaki Berzah (geçiş) boyutunda insanın hem cenneti hem de cehennemi ve katmanlarındaki o boyuta has canlıları olan (zebun edici) Zebanileri net bir biçimde, sanki yanı başındaymışçasına algılayarak akıbetinin hangisi olduğunu anlaması bundan dolayıdır.(Bkz.Hz. Muhammed’in Açıkladığı Allah / Akıl Ve İman /Kendini Tanı-Ahmet Hulusi)

Nar boyutuna “Bilinç” gözüyle bakabileceğimiz gibi, aynı zamanda Bilinç, bu boyuttan daha özde olan bir boyutudur.Tabanı ışık hızı ve ötesindeki boyut. Bir diğer ismiyle Nur boyutu.Yani Melek. Dolayısıyla, evrendeki her şeyin kaynağı Meleklerdir diyebiliriz.Yani her şey meleklerden ve onların yoğunlaşmalarından meydana gelmiştir.Bu nedenle her boyutta var olan Meleklerdir (bkz. Maddenin Gölgesi-Sufizm Ve İnsan/Fizik).

Her şeyin orijin olarak melek olmasına karşın, projeksiyonun neden olduğu yoğunlaşmanın getirdiği sınırlılık, kendini Cin ya da maddesel yapılı insan olarak kabul etmesine yol açmaktadır.Bunun sonucunda da  plakada yani gizli düzenindeki imgelerin tümüyle yürürlükte oluşundan perdeli olarak  sadece sınırlı var oluşunun gereğini ortaya koyar.Bu durum ayette: “Hiçbir şey hariç olmamak üzere, her şey O’nu zikreder, fakat siz onu anlayamazsınız” şekliyle  ifade edilmektedir.

Ünlü İslam Sufisi M. İbnül Arabi, bu konuda “Bir secde mahalli kadar, fezada,semada,boşlukta yer yok. Meleklerden hâli yer yok”demektedir.
Bir hadiste de “Gök gıcırdıyor! Secde edilmedik bir karış yer yok gökte” şekliyle ifade edilmektedir.

Yani, ister dıştan içe isterse de içten dışa doğru bakış açısına göre olsun tüm varlık, melekler tarafından meydana gelmiş olup maddesel boyutta gördüğümüz tüm değişimler, dönüşümler, bu varlıklar tarafından meydana getirilmektedir. Dolayısıyla, geçmişte melek ismiyle ifade edilen bu kavram günümüz biliminde enerji,güç,kuvvet şeklinde karşılık alır ki (zaten kelime anlamı budur), bu şekliyle ayet ve hadislerde sisteme dair anlatılanlar günümüzde daha da anlaşılır hale gelmektedir.

Bunlara bir iki örnek verirsek,cehennem ile ilgili olarak,
“O gün cehennem getirilecek!. Onun yetmiş bin bağı olacak ve her bağ ile beraber cehennemi çeken yetmiş bin melek olacak” ifade edilen  bu hadisi de yukarıdaki açıklamaya göre şöyle ifade edebiliriz:
Güneşin sahip olduğu gravitasyonel kuvvet, Güneş içindeki termonükleer reaksiyonun oluşturduğu kuvvetin, bu çekim gücüne karşı koyması ve çekim gücünü aşarak da önüne gelen her şeyi yutmasıyla birlikte bir önceki hali sona erdirip dönüşüme uğratmasıdır. Aynı şekilde, Galaktik çarpışmalar, Süper Nova patlamaları, fayların yırtılarak depremlerin ...vb diğer afetlerin oluşması da hep yine bu melek ismiyle işaret edilen varlıkların oluşumlarıdır (dönüşümleridir).

Aynı ilişkileri tekrar göz önüne alırsak bu kavram bize mistik alanda anlatılan “insanlar uykudadır ölünce uyanırlar”, “ölmeden önce ölünüz”, “Dünya uyuyanın Rüyası gibidir” ifadeleri ile ölüm ötesi boyutta Anne, Baba,kardeş,dost kavramının geçersiz olarak hepsinin aynı yaşta yer almaları, plakadaki imgeler boyutunda ,suretler boyutuna ait olan değerlerin ,bu boyutta geçersiz olduğunu ve bu boyutta farklı bir gerçeklikle yaşamın devam ettiğini daha iyi anlaşılır kılmaktadır.

Yine bu plakada zaman ve mekân kavramı olmadığı için,bilinç kendini bu boyutta bildiği  taktirde Astral bedeniyle bir anda kendi özündeki yıldız, gezegen ve bunların alt boyutlarındaki ışınsal boyutlarında mevcut bulunan varlıklarla iletişim kurarak bilgi alış verişinde bulunabilmektedir (aynı durum Nur boyutu için de aynen geçerlidir. Bkz Maddenin Gölgesi-Sufizm Ve İnsan)

Bunlardan en meşhur olanı yine M.Arabi’ nin yaptığı böyle bir yolculuktur ki, O gittiği Âlem-i Semseme denilen bir  âlemin canlı varlıkları ile görüşüp konuştuğunu ve onların da dünyamızı bildiklerini bunun için de haber sorduklarını bildirmektedir ünlü eseri Fütühat-ı Mekkiye’de. (Keza Hz Muhammed in (sav) Miraç hadisesinde de Kudüs’ten sonraki boyutsal yükselişi yani berzah alemi içindeki yolculuğu da Ruh ile, başka bir deyişle Astral bedeni ile olmuştur. (bkz. Kendini Tanı-Ahmet Hulusi)

Benzer şekilde ayrı dünyaların ikiz boyutlarına seyahatler yapıldığı gibi, dünyanın sahip olduğu ışınsal boyutlarına da  seyahatler yapılabilmektedir. Artık bugün  birçok bilim adamının da kabul ettiği gibi, Dünyanın da tıpkı canlı organizmalarda olduğu gibi, ormanlarıyla, ırmaklarıyla, fay hatları ve yanardağlarıyla ...vb bir düzene ,bir sisteme sahiptir.Aslında bu görüş Profesör Sir James Lovelock’ un eski Yunan mitolojisinden aldığı Gia sözcüğü ile de ifade edilmektedir ki, kendi başına kendi kendini düzenleyen ve yaşayan bir varlık olan Dünyanın kendi içindeki her şeyden haberdar bir şekilde, yapılan tüm eylemlere karşılık (tepki) vererek sistemini korumaya çalıştığını söyler (Bkz Discovery Channel-Gia nın Çocukları).

İşte bu varlığın bilinci ile rezonans kuran Mistikler, Dünyanın Ruhu ile görüşerek,”bana şöyle bir surette göründü,bana şöyle muamelede bulunarak şöyle şöyle bilgiler verdi” şekliyle bunu ifade etmişlerdir.

Burada şu noktayı gözden kesinlikle kaçırmamamız gerekmektedir: Nasıl ki, bilincimiz orijin olarak plakadaki girişim desenleri olmasına karşın projekteden dolayı zihnimiz uzay-zaman hapishanesi içerisinde beş duyusal olarak algılayıp maddi bir bedeni var kılıyorsa,aynı şekilde Ruh boyutunda da o boyutun kurallarına göre yine bir sınırlamaya girerek kendisinin bir Ruhu (mikrodalga bedeni) olduğunu ve her şeyin  Ruh boyutundan ibaret olduğunu sanacaktır.Keza cinler de bize göre her ne kadar yüksek bir skalada bulunsalar da zamana tabii olmaları kendi boyutlarında (ruh boyutunda) bir sınırlama getirir.Buna karşın bir de daha özden bir projekte açısından algılayan birimler ise, ister maddesel boyutta bulunsun, dilerse Ruh boyutunda fark etmez, sahip oldukları bilinç dolayısıyla yukarıda ifade ettiğimiz gibi tamamen zaman ve mekâna bağlı olmaksızın alt boyutlara geçebilir yani dilediği alemlere yolculuk yapabilir ve o boyutun kendi kurallarına göre  bir beden oluşturabilir.Yani bizden elli bin ışık yılı uzaklıktaki bir gezegende ya da yıldızların ışınsal ikizlerinde (veya bizden milyonlarca, milyarca uzaklıktaki Galaksilerde) yaşayan böyle bir bilinç, bir anda dünyamızda materyalize olup insan suretinde görülebilir ve bizim boyutun kurallarına göre kayıtlanmaksızın ve de bizler tarafından ayırt edilmeksizin yaşayabilir. Buna karşın, farkın farkını anlayamayan bizler de bir yanılgı olarak bu varlıkları bizim gibi etten kemikten birer canlı şeklinde algılayarak yanılır ya da onları uzaylı adı altında görüntü veren Cinlerle karıştırarak onlardan bilgi aldığımızı zannederiz.

Hologram prensibine göre, parçalardan oluşmuş olarak algıladığımız evrenimizdeki bir nesne, hem kendisinin hem de ilişkide bulunduğu tüm nesnelerin bilgilerine sahiptir. Böylece o nesneye dokunmak veya bir şekilde onunla ilişkiye geçmek, aynı zamanda onun sahip olduğu tüm bilgiyle iletişime geçmek olacaktır. Çünkü, dıştan bakış açısına (algıladığımız boyuta)göre bu iletişimde her ikisine ait olan şuur Tek bir bilinç olarak, bu şuurun ikisi arasındaki bir yerlerde aramayı anlamsızlaştırır.Böylece bu nesne eğer tarihi bir eserse ,onun bulunduğu döneme ait olan tüm bilgileri his yada vizyon biçiminde görmeye olanak verir. Aynı kavramı içten dışa doğru bakış açısına göre değerlendirmeye çalışırsak,bir nesne ile ilişkiye geçerek ona ait olan bilgiyi çıkartmak,o nesneyi meydana getiren tüm oluşların hologram plakası olan beynin saklı düzeninden, belirgin düzeninde açığa çıkararak his,ses,vizyon biçiminde algılanması olacaktır.Bu karşılıklı iki şey için geçerli olabileceği gibi,evrensel olarak da geçerlidir.

Bu konuda Ünlü fizikçi Prof. David Bohm “ Bir şeyi zihinsel olarak anlamak, gerçekte onu kavramaktır. Kullandığımız şekliyle kavrayış, onunla aynı bir olmak olduğunun farkına varmaktır.Gıda ile beslenildiği zaman,bu canlı organizmanın bir parçası*olur.Dolayısıyla,başka bir şeyi içimize aldığımızda,bu da canlı bilincin parçası olur.O dolaşır ve canlı bilinçte,onun parçası olur.Nasıl çevre ağacın parçası ise, canlı ağaç da tüm çevrenin parçasıdır.” Bunu biraz daha genelleştirirsek,bir birimden büyük gibi görünen bir yapı (bu aynı boyutta ya da küçük de olabilir) alt boyutta bir birimi şekillendirirken,var oluşunun nedeni olduğu birim de, onu var eder. Bu da o dev yapının kendisine ait olan tüm özelliklerinin yine o birimde bulunmasından ileri gelmektedir.(Bu yapıyı bir galaksi, evren...birimi de İnsan olarak ele alabiliriz)

Bu bakış açısı Evrendeki canlı ve cansız ayrımını ortadan kaldırarak her şeyin canlı, şuurlu olduğunu gösterir.(Bkz Maddenin Gölgesi-Sufizm Ve Fizik/Fizik) Tıpkı beş duyumuza göre algılanan İslam’ın hac merkezindeki Taş yapının mistiklerin bildirdiği gibi alelade bir nesne olmayıp evrensel şuuru ve enerjiyi tam olarak yansıtan bir mahal olduğunu ve birimlerin tapınma olmaksızın yani, herhangi bir yöne yönelmeksizin (yönsüz bir biçimde) ona yönelmesiyle kendi özleri olan bu vasıf ve özellikleri kapasitelerince ortaya koyabileceğini gösterir.

Dolayısıyla, bir insan, topluluk, ulus...bir şeye birine, zarar verse ya da iyilik yapsa kısaca ne tür bir eylemde bulunsa, gerçekte kendine yapmış olmakta ve ortaya koyduğu bu fiil “uzay-zaman”içinde o birim, toplum veya ulustan mutlaka aynı şekilde olmasa da farklı bir biçimde bu enerji felaket, bela, savaş...vb şeklinde deşarjıyla karşılık bulacaktır. Bu kavram mistik kaynaklarda “Bir insanı kurtaran, tüm insanlığı kurtarmış , bir insanı öldüren de tüm insanlığı öldürmüş gibidir” şekliyle geçmektedir. Aynı şekilde “din” ismiyle açıklanan evrensel sisteme göre, yapılan bir fiile karşı verilmesi gereken  ve bizim tarafımızdan ,sert ,vahşi gibi algılanan eylemlerin aslında o  (negatif) fiilin, holografik olarak  yine  o toplumda  ya da birimlerde ,bizim boyutumuzdaki yansıması olan enerji alış verişi biçiminde kendini göstererek yayılmaması içindir diyebiliriz.(bkz Okyanus Ötesinden-Ahmet Hulusi/ Evrenin Kozmik Çocukları-sufizm Ve İnsan/Fizik)

Ancak, bu olaylar diğer fenomenlerdeki gibi,evrensel bilince sahip bir birimin, şuurun özelliklerinden biri olup sıradan insanların,nesnelerin ortaya koyabileceği bir nicelik değildir.Olması halinde ise bu anlamdaki metafiziksel yanılgıları oluşturuyor  demektir.İster psiko-arkeoloji denen (ki aşağıda ifade edilmiştir)  fenomen olsun, isterse de medyum ya da kâhin aracılığıyla geçmişe ait olan bilginin alınması olsun, fark etmez,tamamıyla önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi bu oluşlar ışınsal varlıkların beyin üzerindeki etkilerinden kaynaklanmaktadır.Bu fenomenlerde geçmişe ait olan (mesela Mu, Atlantis... uygarlıklarına veya diğer tarihi olaylara ilişkin ) bilgilerin, geleceğe nispetle daha net ve kesin içerikli olmasının nedeni ise,Cinlerin ömürlerinin 600-700 ve hatta 1000 yıl olması ile Akaşaları okumalarından kaynaklanmaktadır.(Bkz Akaşalar-Sufizm ve İnsan /Fizik)

Şimdi bu konu ile ilgili olarak yapılan akademik düzeydeki çalışmaları görelim:
14 şubat 1935 yılında Polonyalı Stefen Ossowiecki adındaki ünlü medyum, taşlaşmış bir insanın ayağına bir parça dokunduğu zaman, boşluğa doğru bakarken bulunduğu oda birden solup saydamlaşarak (ki bu esnada kendi bedenide yok olmakta) çok çok eski zamanlara ait bir sahnenin içinde bulur kendini (bu üç boyutlu filme bakarken sahnenin içinde dilediği her yere giderek istediği görüntüyü seyredebilmekte, öyle ki bu durunda gördüğü, betimlediği şeylerin maddesel bir yapısı varmışçasına da gözleri hareket etmektedir) ve dokunduğu adamla ilgili tüm gerçekleri görür ve sonunda imgeler solarak yine eski durumuna döner.Bu kişi Psiko-metre denen bu fenomene karşı o kadar yetenekli idi ki,  Polonya’da zamanın en iyi Etnoloğu olan Prof Stanislaw Poniatowski, bu medyum ile ilgilenerek dünyanın farklı yerlerinden toplamış olduğu birkaç tür kuars ve diğer taşlardan yapılan bazı aletler yardımıyla Stefen’a bazı deneyler uyguladı. Lithic ismiyle adlandırılan taşların ancak bu konuda eğitim almış bir kişi tarafından insan eliyle biçimlenmiş olduğu anlaşılabilirdi. Böylece Profesör bunların hangi tarih ve dönemden geldiğini bilmesine karşın Stefen’ın bunlardan hiçbir şekilde haberi yoktu, olması da imkânsızdı. Stefani her seferinde, bu nesnelere doğru tahminler yaparak kaç yaşında ve hangi kültüre ait olduklarını, bulundukları coğrafi yerleri tek-tek tanımladı.Hatta bazı çelişkili bilgiler verse de daha sonra bunun profesörün kendi notlarından kaynaklanmakta olduğu görüldü. Deneyler sadece bununla sınırlı değil. M.Ö on beş bin ve on bin yıllarında Fransa’daki yontma taş devrine ait bir taşı eline aldığında ise, o dönemin kadınlarının çok karışık bir saç tarama biçimlerine sahip olduklarını söylediğinde tasvip görmemesine karşın, daha sonra bulunan heykellerden doğru söylediği anlaşılmış ve bunun gibi yüzlerce kez daha sonraki araştırmalarla doğruluğu kanıtlanmıştır.Bunların birinde de, taş devri insanlarının büyüklük ve biçimine varıncaya kadar tarif ederek yağ kandilleri kullandıklarını söylemiş ve sonradan Fransa Dordogne de yapılan kazılarda söylediği doğrulanmıştır.

Bunun dışında, Kanada Arkeoloji Birliğinin kurucu üyesi ve Toronto Üniversitesi Antropoloji Profesörü Norman Emerson da bir kamyon şoförü olan George Mc. Müllen ile yaptığı deneylerde, arkeolojik bir alana gidildiğinde bir müddet sağa sola hareket ettikten sonra eski döneme ait olan  o kültürü ve insan yaşayışlarını vb. tanımladığını görmüştür. Bunların birinde, Iroquois uzun evin üzerinde durduğunu ve yapılan kazılarda bu antik yapı tarif ettiği biçimde ortaya çıkmıştır.Ve hatta Kanada’nın önde gelen arkeologlarının 1973’teki konferansında “Arkeolojik olgular ve arkeolojik yerleşimler hakkında aktardığım bilgileri –bu bilgileri şuurlu bir mantık yürütme sonucunda elde etmiş olduğu konusunda herhangi bir kanıt bulunmayan-bir psişik insandan almış olduğuma kaniyim” diyerek bulgularını ortaya koymuştur.

Utrecht Devlet Üniversitesindeki Parapsikoloji Enstitüsünün başkanı W.C.H. Tenhaeff ve Güney Afrika, Johannesburg’daki Witwatersrand Üniversitesi Dekanı Marius Valkhoff da, ünlü Hollandalı duru görür Gerard Croiset’ in 1960’ lı yıllarda yaptıkları bir dizi deneylerde küçük bir kemik parçasını eline aldığında bunun geçmişi ile ilgili olarak tanımlamalar yaptığı tespit edilmiştir. Bununla birlikte New York’ da bulunan bir klinik Psikolog ve Dr Lawrence LeShan ise, Psişik yeteneğe sahip ünlü Amerikalı Eileen Garrett’le benzer türden deneyler yapmış ve ilginç sonuçlar elde etmişlerdir.1961 yılında Amerikan Antropoloji Birliğinin yaptığı toplantıda Arkeolog Claince W. Weiant, Dünyaca,Orta Amerikanın en önemli arkeolojik buluşlarından biri olarak kabul edilen Tres Zapotes keşfinin psişik yeteneğine sahip birinin sayesinde bulduklarını bildirmişlerdir.

Sistemin Holografik işleyiş mekanizmasını kabul etmek, anlamak oldukça zor, hatta imkânsız gibi gelmekte bize. Bu yüzden bunu anlamaya çalışmak yerine reddetme ilkelliğini göstererek, evrensel gerçeklere, bilincimizi tıkayıp yine sistemi, beş duyumuzun çıkarlarına uygun bir biçimde, itiraz etmeden düşünmeye devam ederek oyalanmak bizim de işimize gelmekte. Bu durumu açıklayacak en iyi örneği yine bilimin kendisinde yani Rölativite Teorisinde görmekteyiz. Bildiğimiz gibi, düşük hızlarda, algıladığımız dünyanın kuralları geçerli iken ,yüksek hızlarda bu gerçeklik yerini ayrı bir gerçekliğe bırakmakta idi.
Bu durum (zamanın, boyutların, kütlenin değişmesi ) bize ne kadar farazi, fantastik, sanal, düş gibi gelse de, bir o kadar da gerçektir. İnansak da İnanmasak da...Çünkü sistemde inanmaya ya da inanmamaya yer yoktur.Sadece var olan, işleyen bir mekanizma ve o mekanizmanın çarklarıdır....

<Devam Edecek>

İstanbul - 02.10.2001
http://sufizmveinsan.com

* Metafiziksel Yanılgılar I’ e ek; “Dünyanız ve yedi kat sema, Kürsünün içinde çöle atılmış bir yüzük halkası kadardır.Kürsü de Arşın içinde gene Çöle atılmış bir yüzük halkası gibidir.” Hadis.

* Burada bahsedilen parça ifadesini, bildiğimiz anlamda değil, çokluktaki Tek’i anlatım sadedinde, bize göre varsaydığımız bir kavram olarak düşünmeliyiz.


Üst Ana sayfa e-mail