Birinci
bölümde bilimsel alt yapıyı verdikten sonra (tıbbi anlamda
kullanılan) plasebo kavramına geçebiliriz.
Plasebo;
beden üzerine hiçbir etki yapmayan,herhangi bir tıbbi tedavi
şekline verilen addır.Buna biz kısaca şuurun bedene hakim
olduğu güç de diyebiliriz. Ancak evrende bir şeyin varlığının
kendi başına hiçbir anlamı olmayıp nedeni olduğu evrendeki
geri kalan nesnelerle olan ilişkisi dolayısıyla,aynı
etkileri o boyutta da sürdürür. (Bkz. Birleşik Alanlar 5 /
Sufizm ve İnsan-fizik) Çünkü tüm her şeyin kaynağı olan
zihnin derinliklerinde mevcut bulunan örtük düzendeki
frekansal alanlarda
madde ve onun daha latif hali olan şuur arasında bir ayrım söz
konusu değildir. Bu da bize,aynı zamanda soyut ve
somutun,imajinasyon ve gerçekliğin,aslında tek olan şeyin
farklı belirimleri olduğunu söyler.Böylece saklı düzendeki
şuur, görünen planda
belirip beyni ve kişisel
şuuru meydana getirerek hem duygularımız...vb
içsel hologramımızı hem de oradaymış şeklinde
duyumsatarak algıladığımız somut gerçekliği meydana
getirir.Dolayısıyla örtük düzendeki bir imge, aynı anda
hem içsel, hem de dışsal hologramda o boyutun kuralları içerisinde
yerini alır.Öyle ki, bize göre sonsuzluk kavramını bile bu
imge oluşturur.Bu nedenle,beyin,orada olduğuna inandığı şey
ile orada bulunan şey arasında ayrım yapamaz. Ya da benzer
deyişle, bir somut gerçekliğe verdiği tepki ile düş kurduğunda
verdiği tepki farklı değildir.Tıpkı bir âşığın
sevgilisini düşündüğünde, yanında iken hissettiği
heyecanlanmaları aynen hissetmesi ya da kolunu,bacağını
kaybetmiş olan birisinin bazen kaybettiği organlarını sanki
oradaymış gibi hissetmesi gibi.
İmgeleme
kavramının Evrenin oluşuma olan etkisi de, Allah
tasavvurunun,İlim boyutunun enerjiye ve kuantsal yapıya dönüşümü
neticesinde meydana gelmesiyle oluşur. Bunun insandaki yansıması
ise, bütün isteklerinin, yine bilincin İlim boyutundan
kaynaklanan arzuların beynin yönlendirilmiş dalgalarıyla yoğunlaştırılması
suretiyle meydana gelmesi şeklindedir.
Doğu
dinlerinde,Tasavvur ,zihin kontrolü kazanarak, bilincin yaratma
eyleminde meleke kazanmasıyla,marifet sahibi olarak,özdeki güçlerle
temasa geçip algıladığımız gerçekliğin ikilik dışı doğasına
olan inancından daha yüksek bilinç hallerine ulaşmak ve bunu
önce hissedip sonra da yaşamak olarak ifade edilir.Bu yüzden,çok
Tanrılı doğu dinlerinde,gerçekten Tanrı kavramına inanmadıkları
halde,birçok Tanrı edinmeleri ve inanmaları,onların gerçek
şekillendiriciyi harekete geçirerek
varlık aleminde yoğunlaşmak suretiyle nesnelleştirme
ve Onu eşyanın her
noktasında tasavvur etmek için sembol olarak kullanmalarından
kaynaklanmaktadır.
Böylece
hastalık ya da üzerimize etki eden herhangi bir şey dışarıdan
gelerek haricimizden bizi etkileyen bir etki değil,beynin özündeki
gizli düzende yarattığı uzay ve zaman içinde
bulunan beden üzerindeki etkilerdir ki, bunları oluşturduğu
gibi,zıttı olan etkileri de meydana getirebilmektedir. Diyelim
ki, zihnimiz hastalığa yol açacak kimyasal dönüşümleri
meydana getiriyorsa, aynı şekilde o kimyasal dönüşümleri
durdurup yenilerini üretmesiyle ya da materyalize (yoktan
maddeleştirme) etmesiyle tekrar normal durumunu da sağlayabilmekltedir.
Bu
etkinin hem bedenimizde hem de dışımızda var saydığımız
uzayımızda meydana getirdiği oluşumlarla ilgili o kadar çok
deney ve belgelenmiş fenomen var ki, konunun kafamızda
canlanması için içlerinden birkaçını sırasıyla
inceleyelim:
Bunlardan
ilk örnek olarak Teksas Dallas’taki Kanser inceleme ve araştırma
merkezinin Tıp direktörü,Radyasyon onkoloğu Dr.O.Carl
Simonton’a gelen 61 yaşındaki gırtlak kanseri olan birini
verebiliriz..Öyle ki, bu adamın yaşama şansı % 5 ve kilosu
da 59’dan 44’e inmiş ve tükürüğünü yutamayacak kadar
güçsüz biriydi. Doktorları da radyasyon tedavisi gördüğü
takdirde, bu ona yarardan çok zarar getireceğinden evine gönderme
taraftarıydılar.Fakat son bir şans olarak denemeye karar
vermişler ve Dallas’a göndermişlerdi. Simonton, adama kendi
ve arkadaşları ile birlikte geliştirdiği imgeleme
tekniklerini öğretti.Bu imgeleme, günde üç kez aldığı
radyasyonun,hücrelerini bombardıman eden küçük enerji kurşunlarından
meydana geldiği ve bunun da kanser hücrelerini giderek zayıflattığı,sağlıklı
hücrelerine göre çok daha zayıf hale geldikleri bu nedenle
de kendilerini yenileyemeyecekleri idi.Daha sonra da
bağışıklık sisteminin askerleri olan akyuvarların
hepsinin birden can çekişen ve ölen kanser hücrelerine saldırıp
onları kaplayarak,karaciğer ve böbrekler vasıtasıyla da dışarı
atılmasını sağlaması şeklindeydi.Sonuçlar o kadar çarpıcıydı
ki,gelişme sırf radyasyon tedavisinin vereceği verilerden çok
çok ileriydi.Bununla birlikte, bu tür uygulamalarda açığa
çıkan derinin ve
mukozanın zarar görmesi gibi yan etkilerinin de hiç görülmemesiydi.
Böylece adam iki ay içerisinde kanserin tüm belirtilerinin
ortadan kalkmasıyla eski kilo ve gücüne kavuşmuş oldu.
Simonton*
ve ekibi,aynı imgeleme tekniklerini (normalde on iki ay yaşama
süresi olan)159 kanserli hastaya da öğrettiler ve dört yıl
sonra hastaların altmış üçü yaşarken,bunlardan on dördü
tamamen iyileşmiş, on ikisinde kanser gerilemiş, on yedisinde
de dengelenmişti. Sonuç olarak, ortalama yaşam süresi ulusal
normun iki katı olan 24,4 aya yükselmişti.(Buna benzer çalışmalar
farklı kliniklerde devam etmiştir)
Yine
aynı üniversitenin sağlık bilimleri rehabilitasyon bölüm
başkanı (imgeleme tekniklerini geliştirme üzerinde de çalışan)Psikolog
Jeanne Achterberg,inancın kişinin sağlığında önemli bir
rol oynadığını söyleyerek Şifada İmgelemenin Rolü adlı
eserinde, ölecek diye evlerine gönderilmesine rağmen,
kendileri bunun tam tersine,iyileşeceklerine inandıkları için
tümüyle iyileşerek doktorları ve herkesi şaşırtmasıyla
ilgili olarak, tıp dünyasıyla ilişkili olmuş hemen
herkesin,en az bir öyküsünün bulunduğunu belirtir.
Hastalığın
şuur tarafından meydana getirildiği ile ilgili çarpıcı bir
örnek de, Dr. Simonton ve psikolog karısı ile Achtenberg ve
psikolog G.Frank Lawlis’in ilerlemiş 126 kanserli hasta üzerinde
imgeleme ile hastalık arasındaki ilişkinin ne kadar güçlü
olduğunu göstermek için bir deney yapmaları idi.
Bu
deneyde,önce hastaların kan testini yaptılar.Daha sonra da
aynı şekilde, çok geniş kapsamlı bir dizi psikolojik
testten geçirdiler.Bunların birinde
deneklerden,kendileri,kanserleri, gördükleri tedavi ve bağışıklık
sistemleri ile ilgili imgeler çizmeleri istendi.Kan testleri
hastaların durumları hakkında bazı bilgiler vermişti, fakat
hiçbir temel açıklama getirmemişti.Buna karşın psikolojik
testler ve resimler ise hastaların sağlık durumları hakkında
birer harita niteliği taşıyordu.Araştırmacılar sadece
hastaların resimlerini deşifre ederek,birkaç ay sonra ölecek
ya da hastalıklarını yenecek olanları %95 doğruluk oranı
ile tahmin etmişlerdir.
Bu
etkinin varlığının neden olduğu etkiyle ilgili olarak,
kalbe kan akışının yetersizliğinden dolayı göğüste ve
sol kolda hissedilen ağrılar (ki Anjino pektoris ismiyle
adlandırılır)genellikle ameliyatla tedavi edilirken,1950 yılında
birkaç doktorun,ameliyat yerine sadece hastayı kesip,dikmekle
de aynı tedavinin oluşturulabileceği gösterilmiştir.Bu da
bize aynı zamanda ,gerçek bir hastalığın da gerçekte bir
plasebo etkisinden başka bir şey olmadığını, dolayısıyla
da hepimizin şuurlarının derinliklerinde,hastalıklarımızı
denetleme yeteneklerine sahip olabileceğimizi söylemektedir.
Ayrı
bir örnek de,California Kaiser Hastanesindeki Plasebo uzmanı
Dr. David Sobel’in anlattığı bir olaydır ki, kısaca şöyle:
Bir astım hastasına doktor, ilaç firmasından gelen
güçlü ve yeni bir ilaç örneğini verir ve adam bunun
üzerine birkaç dakikada kayda değer bir gelişme sağlayarak
rahat nefes almaya başlar .Dr., adamın bir sonraki krizi için
de bir plasebo verip sonucu görmeye çalışır.Bunu deneyen
adam daha sonra doktora gelerek ,verilen ilaçta yalnışlık
olup olmadığını,çünkü tamamıyla hastalığını geçirmediğini
sorar.Fakat doktor ona güçlü bir ilaç verdiğini söyleyerek
ikna eder.İşin ilginç yanı ilaç firmasının da ilk gönderdiği
ilacın da yanlışlıkla bir plasebo olduğu idi.
Bununla
birlikte,araştırmalar, bir yatıştırıcı almakta olduklarına
inandırıldıklarında, bir şişe dolusu kafein almış
olsalar bile bu kafeine duyarlı kişilerin geceleri uykularının
kaçmadığı ve rahat uyudukları,tüm soğuk algınlıkların
nedeni virüsler olmasına karşın,bakterilere karşı alınan
Antibiyotiklerin de aynı yararlılığı göstererek (genelde
herkes tarafından deneyimlenmiş) bir plasebo etkisi gösterdiği
görülmüştür. Ayrı bir örnek de, Amerika’da Kalp krizine
iyi geldiği sürekli vurgulanan asprin reklamının,bu ülkede
kalp krizlerinin şaşırtıcı bir biçimde düşürmesine karşın,5139
İngiliz doktorunun yaptığı altı yıllık
araştırma sonucunda,bunun doğru olmadığının anlaşılması
ile İngiltere’de aynı etkinin gerçekleşmemesini
verebiliriz.
Toplumsal
şartlanmalarımızın da,beden üzerinde bir plaseboya neden
olduğuyla ilgili birçok örnek vardır. Bunlardan
biri,Trobriant adaları halkının evlilik öncesi cinsel ilişkiyi
serbest bırakması ve herhangi bir gebelik önlemi almamalarına
karşın,hiçbir gebelik olayının olmamasıdır.(Kürtaj, yok
denecek kadar az sayıdadır) Bunun nedeni de o toplumun evlilik
öncesi hamilelik konusunda, kişiye yasaklayıcı ve baskıcı
bir davranışta bulunulmasından kaynaklanmaktadır.
Olaylar
bununla sınırlı değil.19. yy. ‘da On binlerce kişinin ölümüne
neden olan verem hastalığının bir bakteri tarafından oluşturulduğu
anlaşılınca hastalıktan kaynaklanan ölümlerin birden %
600’ den % 200’ lere düşmesinin,insanlar üzerinde neden
olduğu korkunun kalkıp bu bilginin beyinlerde iyileştirmeye yönelik
etki göstermesiydi. Zira, ilaç bundan elli yıl sonra bulunmuştur.
Aynı
sistemden dolayı davranışlarımızın da,bedenlerimiz üzerinde
etkilere yol açtığı yapılan birçok araştırmayla ortaya
konmuştur. Bunlar sırasıyla,düşmanlık duygusu ve sinirli
insanların,olmayanlara ya da daha az olanlara oranla kalp
krizinden ölme riskinin yedi kat
fazla olması,boşanmış kadınların evli ve mutlu olanlara göre
bağışıklık sistemlerinin zayıf olması,mücadeleci bir
ruha sahip olan bireylerin olmayanlara oranla aids ve benzeri ölümcül
hastalıklara karşın daha uzun ömürlü olmaları,eşlerini
yitirmiş kişilerin tüm hastalıklarla diğerlerine göre daha
sık karşılaşmaları,dua ya da ibadet edenlerin etmeyenlere
oranla daha az kalp krizi geçirmeleri ya da daha çabuk iyileşmeleri,ibadethanelerde
veya evinde ibadet eden, mistik konularla ilgilenen yaşlı kadınların,
bunları yapmayanlara göre daha sağlıklı,rahat ve mutlu
oldukları ortaya çıkmıştır.
Bilincin
yarattığı beden üzerindeki etkilerin bizler tarafından işaretlerinin
görülmesini sağlayan fenomenlerden biri de Hristiyanlıktaki
Stigma olaylarıdır. Bu olay,çarmıha gerilmiş İsa
heykellerindeki yaraların, inanan kişilerin onunla özdeşleşmeleri
sonucu kendilerinde de belirmesi şeklinde meydana gelir. Bu
olay ilk kez Aziz Francis tarafından görüldükten sonra,
tekrarlanmaya başlanmış(herkeste bu farklı boyut ve yerlerde
olmakla daha çok avuç içlerinde görülmektedir).Halbuki o dönemdeki
iskeletler üzerinde yapılan araştırmalarla,bir insan
bedeninin eller tarafından çivilenmesiyle onu taşıyamayacağı
ortaya çıkmıştır. Fakat ellerde çıkmasının nedeni , 18.
yy.’ da o şekilde resmediliyor olmasıydı. Gerçekte İsa
(tarafından cennette on iki İsrail kavmine krallık edecek kişilerden
biri olduğu söylenen Yahuda İskaryot) bileklerinden çivilenmişti.
Üstelik,bu yaralar görülmesine karşın, enfekte olmadığı
gibi kiminde devamlı iken kiminde de bazen görülmektedir, bazılarında
ise bu, isteğe göre açığa çıkıp boyutları,şekli o kişi
tarafından belirlenerek tekrar kapatılabilmekteydi. Bunun yanı
sıra bir insanın sahip olduğu kandan fazlası akmasına karşın,
bundan hiç etkilenmiyor, çünkü bunu materyalize
edebiliyorlardı. Bunlardan,Veronica Guilani,ölümüne yakın,
kalbinde,taç,üç çivi,haç ve bir kılıç resminin belirdiğini
çizerek söyledi. Bunun doğruluğu ölümünden sonra yapılan
otopside,doktorların yeminli ifadeleriyle de kaydedilerek tarif
ettiği şekilde bulundu.
Bedende
olduğu gibi,çevremizdeki etkiler konusunda ise,eksik ya da tek
harfi yanlış yazılmış yazıların tam olarak okunması,her
gün alıştığımız bir yüzdeki veya bir yerdeki değişikliklerin
fark edilmeyip her zamanki halleriyle görünmesi,gözümüzdeki
görme sinirlerinin birleştiği retinanın ortasında,hiçbir
alıcının bulunmadığı bir noktanın varlığının etrafımızdaki
görüntüleri ya da nesneleri delik deşik görmemiz (veya yarıdan
azını görmemiz) gerekirken, boşlukların tamamlanmış
halleriyle görünmesi,herkes tarafından da bilinen floresan
lambalarının kesikli ışık yaymasına karşın (bir yanıp,bir
sönme şeklinde)bizim onu kesintisiz şekilde görmemiz
(mistisizmde de Kozmik Bilincin her an yeni bir şanda, yani
yaratışta olmasına, tüm varlığın bir an var olup,bir an
yok olarak tekrarlanmasına karşın, bizim değişmez olarak
algılamakta olduğumuz belirtilmektedir. bkz Hangi Evreni Algılamaktayız?
/Sufizm ve İnsan-fizik)
Bizim
algılama dışımızda kalan ve basit gibi görünen şeylerin
,hayvanlar tarafından farklı yanlarının algılanması ya da
onlara çekici gelen özellikte belirmesi ve yine kedi,köpek
gibi hayvanların mikrodalga yapılı varlıkları algılamasını
da örnek verebiliriz.
Kolektif
yaratmayla ilgili olarak da,ufo’ların 1940 yıllarında(daha
önce tek tük görünen) onlarca kişi tarafından gözlemlenmesiyle
birlikte, bunların rapor edilmesi sonucu,bu dünya dışı yaşama
ait gibi görünen fenomenlerin çeşitli ülkelerde, yüz
binler,milyonlarca görgü tanıklarınca da gözlemlenmeleri
konumuza örnek teşkil etmektedir. Elbette,bunlar tarafından
kaçırılma olaylarını da ekleyebiliriz.
Ayrıca,Portekiz’in
Fatıma kentinde üç çocuk tarafından görüldüğü iddia
edilen Meryem Ana’nın,altı ay içerisinde geldikleri
taktirde onlara mucizevi olaylar göstereceğine söz vermesi ve
yetmiş bin kişinin bu olaya tanıklık etmesi ile çeşitli
kiliselerde ağlayan Meryem ve İsa heykellerinin (ki münferit
olayları bir kenara bırakırsak bunların kan oldukları da
kesin belgelenmiş durumdadır)birkaç kişi tarafından görüldükten
sonra, aynı fenomenin diğer insanlar tarafından da gözlemlenmesi
(sadece Hristiyanlığa ait olmayıp her dinde bu türden
olaylar söz konusudur),tarihi olarak da bilinen Konstantin ve
askerlerinin putperestlerin Hristiyanlaşması için giriştikleri
eylemin bir gün öncesinde,yapacakları eylemin kutsal varlıklar
tarafından da onaylandığının işareti olarak
gökyüzünde çok büyük yanan bir Haçın belirmesini
verebiliriz.
Bununla
birlikte, Metafizik fenomenlerle ilgili araştırmalarda
“deneyci etkisi”adı verilen bir etkinin varlığı ortaya
çıkmıştır. Yani,deneyi gerçekleştirenin bu deneyin
sonucunu belli bir oranda etkilemesi. Eğer deney inançsız bir
araştırmacı tarafından gerçekleştiriliyorsa,oldukça düşük
sonuçlar elde edilirken,inanan bir bilim adamı tarafından yapıldığı
takdirde bu,hem performansı hem de sonuçların kesinliliğini
artırmaktadır. Tıpkı Haysenberg’in belirsizlik ilkesi (ve
diğer kuantum teorileri) gereğince laboratuarda yapılan
deneylerde deneyi yapanların katılımcı statüsünde olması
gibi.(Bkz Gördüğün Yarattığın mıdır/Sufizm ve İnsan-Fizik).Buna
örnek olarak, garip bir şekilde, kullanılan kişiye göre
rengi ve şekli değişen bir eşya gibi,laboratuardan
laboratuara değişiklik gösteren Anomalon adlı taneciğin onu
keşfeden (ya da yaratan) kişiye bağlı bir özelliğe sahip
şekilde davranmasını verebiliriz.
Ünlü
fizikçi Jack Sarfatti ise,katılımcı kavramını Browncu
hareketi (sıvı ya da gaz içindeki taneciklerin durmaksızın
gelişigüzel davranışlarını)açıklamak için kullanarak,bu
rasgeleliğin, katılımcıların iradesinin genellikle bir
araya toplanmadığının kabullenmesinden kaynaklandığını
(yani,bu hareketi belirleyenin katılımcıların zihni olduğunu)
belirterek şöyle devam ediyor “kuantum iç irtibatının
daha derin seviyesinde yaşayan bütün sistemlerin yayıldığı
alanı da içermek zorunda olsa bile bir fizik laboratuarındaki
belli bir kuantum deneyinde,katılımcı,deneycinin kendisi
olabilir. Bütün bilinçli sistemler deney düzeneğine göre,uzay
ve zamandan bağımsız olan kuantum potansiyelinin tamamına,tek
başına foton ve elektronların hissedebileceği, birbiriyle
irtibatlı olmayan katkılarda bulunur.”
Bu
kavram ışığında,elektronların ve diğer
taneciklerin,quantum potansiyelinin sonsuz gerçeklik alanının
daha derin düzeylerinde kökleşmiş olarak varlıkları
bilinmezken,İnsan şuurunun evrimleşmesiyle bilinci
etkileyecek (ya da zihin tarafından etkilenecek)alanlara yaklaşmış
ve sonucunda da bizim gerçeklik alanında açığa çıktıklarını
söyleyebiliriz. Bu yüzden de Anomalon taneciğinin, şu an için
bulunduğu yeni gerçeklik alanında yeni bir kimlik arayışı
içinde dalgalanması nedeniyle, tam olarak nitelik ve
niceliklerinin netleşmediğini düşünebiliriz. Tıpkı nötrino
parçacığında olduğu gibi.(Bkz. Gördüğün Yarattın mıdır?/Sufizm
ve insan –Fizik)Şüphesiz ona bu kimliği,onu bu gerçeklik
alanına taşıyanlar belirleyecektir.
Bu
da bize,geçmişteki ya da teknolojiden yalıtılmış insanların,bize
göre metafiziksel fenomenlerle karşılaşmalarının fazla
olmasının teolojik gelişmenin yol açtığı
materyalist(maddeci) görüşün beyinlerdeki şartlanma
etkisinin neden olduğunu gösterir.
Bu
yüzden de geçmişteki insanların fiziksel gerçekliğine yakın
olan Hz Musa (as)’ ın Kızıl Denizi yarması,Hz İsa (as)’ın
balıkçı teknesinden fırtınayı dindirip sakatları iyileştirip,ölülere
can vermesi ve Hz. Resulallah ‘ın Ayı ikiye bölmesi...vb
hadiselerin bugünün
insanları tarafından hayal statüsünde değerlendirilirken,
geçmişteki insanlara eğer günümüz teknolojisi ve bilimi
anlatılsa idi,onlar tarafından da bu gerçekler hayal olarak
nitelendirilecekti
Şimdi
bu etkiyi birimsellikten Evrenselliğe genişletebilmemiz için
“İnsan neden evrende vardır?” sorusunu araştıran
Antropik ilkeye göz atmamız gerekecektir.
Günümüzde
yapılan araştırmalar,evrenin o kadar ince hesaplar üzerine
kurulu olduğunu göstermiştir ki, mesela, elektronun elektrik
yükünün biraz az ya da çok olması durumunda, yıldızların
içindeki atomlar termonükleer reaksiyona girmeyerek yıldızların,
dolayısıyla büyük süper novaların** oluşumuna izin
vermeyip güneş tipi yıldızlarla gezegenleri meydana
getirmeyecekti. Aynı durum dört temel kuvvet için de geçerli
olduğu gibi gezegen ,yıldız ve galaksilerin uzaydaki
birbirlerine göre konumları için de geçerlidir.
Ünlü
fizikçi Boltzman da bütün mümkün evrenler arasından bizim
evrenimizin sahip olduğu parametrelerin tesadüf olarak mevcut
olmasının mümkün olamayacağını, çünkü bunun
“istatistiksel bir hilkat garabesi” olduğu şeklinde dile
getirdi.Roger Penrose da Boltzman’ın Entropi tanımından
yola çıkarak evrenin mümkün evrenler içerisinden rasgele seçiminin
ihtimaliyetini 1/(10 üzeri 10 üssü 123) gibi bir sayı olduğunu,
bunun da imkânsızlıkla eş anlama geldiğini belirtmiştir.
Bu sayıdan sadece 10 üssü123’ ü ele alsak dahi evrende bu
sayıda taneciğin olmayacağını göz önünde bulundurursak
ne anlama geldiğini bir de siz düşünün.(İlk sayıdaki
ifade için,her bir sıfırı bir protona yazdığımızı düşünsek
bile, bu sayının kırkta birini yazmış olurduk.)
Böylece,
bazı gerekli ön koşullar sağlanmasaydı, evreni gözleyebilmek
ve gözlemler yapabilmek için bizler var olmayacaktık. Bu yüzden
Evren İnsana muhtaçtır. Yani,evren ancak İnsan ile beraber
olduğu müddetçe, şu anki özelliklerinden bahsedilebilir.
Yani,zayıf insancıl ilkeye göre,gerekli olan koşulların oluşması
bizlerin var olmasını sağlarken, güçlü insancıl ilke
bunu,evrenin var olmasının tamamıyla bizim var oluşumuza bağlar.
“Evren düşündüğü için vardır” diyen John Wheleer,
bunu “eğer evreni şekillendirecek gözlemciler olmasa, fizik
yasalarının ve tüm değişen evrenler olmayacaktı. Çünkü
gözlemcilerin var olmadığı evren yok demektir” şekliyle
ifade etti. Bu da bize,Gözlemcinin Evrenin Bizzat Kendisi
olarak Evreni Gözleyenin İnsan olduğunu söyler.(Bilimin eriştiği
bu gerçeğe yüzyıllar önce yaşamış Şeyhül Ekber ismiyle
anılan M.İbnül Arabi, “Allah beni över,ben de O’ nu.O
bana kulluk eder Ben de ona..”.şeklinde değinmiş fakat, o
zaman anlaşılmadığı gibi,günümüzde dahi maalesef anlaşılamamaktadır.)
Kuantum
fiziğinin atom-altı gerçekliğinin evrensel anlayışa genişlemiş
bir ifadesi olan bu kavram, aynı zamanda Bhom’un Saklı Düzen
ile daha da anlam kazanarak,Birim-Bütün ilişkisi içerisinde,birime
ait gerçeklikten,bütüne ait gerçekliğe olan geçişin varlığını
da çok güçlü olarak göstermektedir. Fakat buna rağmen
neden bizlerin bunu algılayamadığımızı da Karl Pribram şöyle
açıklamakta: “Çünkü tüm duyu organlarımız,şu ya da bu
şekilde mercekler sistemine göre ayarlanmıştır. Gözdeki
mercek sistemi daha da gelişmiştir; ama kulaktaki helezon ve
hatta derideki algılama kanalları da hep bu mercek sistemine göre
çalışırlar. Zaten Bekesey’in çalışmaları da tüm
sensorik yüzeylerin basit birer mercek gibi çalıştığını
ortaya koymuştur.”
Bu
birim ve bütün ilişkisini M. İ. Arabi Fusus’ül Hikem Adlı
eserinin Adem fassında şöyle ifade eder :“İnsan Allah katında
bakan bir gözdeki bebek gibidir ve görmek sıfatı ile tabir
edilmiş olan mahluk odur. İşte bundan dolayı ona İnsan denildi. Çünkü, Allah, mahlukatına İnsan ile nazar kıldı
ve onlara rahmet etti. Şu halde, O ezeli olan İnsan,şekliyle
hadis (sonradan var olan), zuhuru bakımından da ebedi ve
daimdir. O iki ciheti birleştiren ayırıcı bir varlıktır
(yani,ezel ve ebedi yönlerini onun vücudu birleştirmiştir.)
ve âlem onun vücuduyla tamam oldu.”
Zaten
Kudsi Hadiste de “Bana nafile ibadetlerle yaklaşan kulumun
ben işiten kulağı,gören gözü,eli ve ayağı olurum. O
benimle işitir,benimle görür,tuttuğu şey i benimle yakalar
ve benimle görür”, “Ben bilinmekliğimi istedim âlemi,
bilmekliğimi istedim Adem’i yarattım”denmemiş miydi?
Bir
İslam Mistiği de bu konuya şöyle değinmekte: “Onun başı
var, milyonlarca; kolları var, milyarlarca; ayakları var yüz
milyarlarca! Bedenin organları,milyarla galaksiler!organların
hücreleri, yüz milyarlarca yıldızlar! Hücrelerdeki
dizinler,yıldız sistemleri!O bedenin,bir de ruhu var;tıpkı
bizim ruhumuz gibi!.O bedenin,şuuru var; tıpkı ,bizim şuurumuz
gibi!.O bedenin,”ben i” var; tıpkı bizim “nefs=ben
imiz” gibi!.O bedenin “ben”inde bilinç var,kendi varlığına
ve boyutsal sonsuzluğundaki hiçliğe!.Tıpkı derunumuzdaki hiçliğimize
olduğu gibi!.O sonsuz sınırsız; adı evren !.Oysa yaradılmışın
relatif kavramı sonsuzluk,sınırsızlık!.
Ben,sonsuz,ebedi;
adım insan!. O,mahluk yaradılmış, Ruh adıyla isimlenmiş!.Ben
mahluk yaradılmış; insan adıyla isimlenmiş...O’nun
organları yenileniyor,bedeni yenileniyor,süper novalar patlayıp
,yerlerine yenileri oluşuyor!..sonsuz...Benim,organlarım
yenileniyor,bedenim yenileniyor;hücrelerim patlayıp ölüyor,yerlerine
yenileri oluşuyor!.Onun bedeninin ruhu var,bedeninin ayakta
tutan!. Ruhunun şuuru var sistemini organize eden. Benim
bedenimin genleri var,bedenimi organize edip ruhumu açığa çıkaran!.Ben
yolculuk yapıyorum, Onda...Ona...Onunla! O seyrediyor bende;
beni, benimle!...
Hiç
oluyor insan;Hep oluyor o!...seyredilen ve seyreden!.”
İstanbul
- 30.05.2001
http://afyuksel.com
Kaynakça;
Ahmed
Hulusi: Sistemin Seslenişi/O Ve Ben
Ahmed Hulusi; Dua
ve Zikir
Tubitak Bilim Ve Teknik:Aralık 94-Mayıs 96
Taşkın Tuna :Sonsuz Uzaylar
Michael Talbot:Holografik Evren
*Simonton,California’daki
Psifik Palisades’te Simonton kanser araştırma merkezini
kurarak,başarılı yöntemini,alternatif kanser tedavisi için
kullanmaktadır.
**Çevremizde
gördüğümüz maddeler güneşte üretilmesine karşın, ağır
maddeler için bu söz konusu olamaz. Çünkü, bunlar dev
boyutlu yıldızlarda üretilebilmektedir.
Bu nedenle dünyamızda bunların varlığı Güneşten
önceki bir dönemde yakınımızdaki
dev bir süpernovanın patlamasıyla açıklanmaktadır.
|