2. Bölüm

Birinci bölümde bilimsel alt yapıyı verdikten sonra (tıbbi anlamda kullanılan) plasebo kavramına geçebiliriz.

Plasebo; beden üzerine hiçbir etki yapmayan,herhangi bir tıbbi tedavi şekline verilen addır.Buna biz kısaca şuurun bedene hakim olduğu güç de diyebiliriz. Ancak evrende bir şeyin varlığının kendi başına hiçbir anlamı olmayıp nedeni olduğu evrendeki geri kalan nesnelerle olan ilişkisi dolayısıyla,aynı etkileri o boyutta da sürdürür. (Bkz. Birleşik Alanlar 5 / Sufizm ve İnsan-fizik) Çünkü tüm her şeyin kaynağı olan  zihnin derinliklerinde mevcut bulunan örtük düzendeki frekansal  alanlarda madde ve onun daha latif hali olan şuur arasında bir ayrım söz konusu değildir. Bu da bize,aynı zamanda soyut ve somutun,imajinasyon ve gerçekliğin,aslında tek olan şeyin farklı belirimleri olduğunu söyler.Böylece saklı düzendeki şuur, görünen  planda belirip  beyni ve kişisel şuuru meydana getirerek hem  duygularımız...vb içsel hologramımızı hem de oradaymış şeklinde duyumsatarak algıladığımız somut gerçekliği meydana getirir.Dolayısıyla örtük düzendeki bir imge, aynı anda hem içsel, hem de dışsal hologramda o boyutun kuralları içerisinde yerini alır.Öyle ki, bize göre sonsuzluk kavramını bile bu imge oluşturur.Bu nedenle,beyin,orada olduğuna inandığı şey ile orada bulunan şey arasında ayrım yapamaz. Ya da benzer deyişle, bir somut gerçekliğe verdiği tepki ile düş kurduğunda verdiği tepki farklı değildir.Tıpkı bir âşığın sevgilisini düşündüğünde, yanında iken hissettiği heyecanlanmaları aynen hissetmesi ya da kolunu,bacağını kaybetmiş olan birisinin bazen kaybettiği organlarını sanki oradaymış gibi hissetmesi gibi.

İmgeleme kavramının Evrenin oluşuma olan etkisi de, Allah tasavvurunun,İlim boyutunun enerjiye ve kuantsal yapıya dönüşümü neticesinde meydana gelmesiyle oluşur. Bunun insandaki yansıması ise, bütün isteklerinin, yine bilincin İlim boyutundan kaynaklanan arzuların beynin yönlendirilmiş dalgalarıyla yoğunlaştırılması suretiyle meydana gelmesi şeklindedir.

Doğu dinlerinde,Tasavvur ,zihin kontrolü kazanarak, bilincin yaratma eyleminde meleke kazanmasıyla,marifet sahibi olarak,özdeki güçlerle temasa geçip algıladığımız gerçekliğin ikilik dışı doğasına olan inancından daha yüksek bilinç hallerine ulaşmak ve bunu önce hissedip sonra da yaşamak olarak ifade edilir.Bu yüzden,çok Tanrılı doğu dinlerinde,gerçekten Tanrı kavramına inanmadıkları halde,birçok Tanrı edinmeleri ve inanmaları,onların gerçek şekillendiriciyi harekete geçirerek  varlık aleminde yoğunlaşmak suretiyle nesnelleştirme ve Onu eşyanın  her noktasında tasavvur etmek için sembol olarak kullanmalarından kaynaklanmaktadır.

Böylece hastalık ya da üzerimize etki eden herhangi bir şey dışarıdan gelerek haricimizden bizi etkileyen bir etki değil,beynin özündeki gizli düzende yarattığı uzay ve zaman içinde  bulunan beden üzerindeki etkilerdir ki, bunları oluşturduğu gibi,zıttı olan etkileri de meydana getirebilmektedir. Diyelim ki, zihnimiz hastalığa yol açacak kimyasal dönüşümleri meydana getiriyorsa, aynı şekilde o kimyasal dönüşümleri durdurup yenilerini üretmesiyle ya da materyalize (yoktan maddeleştirme) etmesiyle tekrar normal durumunu da sağlayabilmekltedir.

Bu etkinin hem bedenimizde hem de dışımızda var saydığımız uzayımızda meydana getirdiği oluşumlarla ilgili o kadar çok deney ve belgelenmiş fenomen var ki, konunun kafamızda canlanması için içlerinden birkaçını sırasıyla inceleyelim:

Bunlardan ilk örnek olarak Teksas Dallas’taki Kanser inceleme ve araştırma merkezinin Tıp direktörü,Radyasyon onkoloğu Dr.O.Carl Simonton’a gelen 61 yaşındaki gırtlak kanseri olan birini verebiliriz..Öyle ki, bu adamın yaşama şansı % 5 ve kilosu da 59’dan 44’e inmiş ve tükürüğünü yutamayacak kadar güçsüz biriydi. Doktorları da radyasyon tedavisi gördüğü takdirde, bu ona yarardan çok zarar getireceğinden evine gönderme taraftarıydılar.Fakat son bir şans olarak denemeye karar vermişler ve Dallas’a göndermişlerdi. Simonton, adama kendi ve arkadaşları ile birlikte geliştirdiği imgeleme tekniklerini öğretti.Bu imgeleme, günde üç kez aldığı radyasyonun,hücrelerini bombardıman eden küçük enerji kurşunlarından meydana geldiği ve bunun da kanser hücrelerini giderek zayıflattığı,sağlıklı hücrelerine göre çok daha zayıf hale geldikleri bu nedenle de kendilerini yenileyemeyecekleri idi.Daha sonra da  bağışıklık sisteminin askerleri olan akyuvarların hepsinin birden can çekişen ve ölen kanser hücrelerine saldırıp onları kaplayarak,karaciğer ve böbrekler vasıtasıyla da dışarı atılmasını sağlaması şeklindeydi.Sonuçlar o kadar çarpıcıydı ki,gelişme sırf radyasyon tedavisinin vereceği verilerden çok çok ileriydi.Bununla birlikte, bu tür uygulamalarda açığa çıkan derinin  ve mukozanın zarar görmesi gibi yan etkilerinin de hiç görülmemesiydi. Böylece adam iki ay içerisinde kanserin tüm belirtilerinin ortadan kalkmasıyla eski kilo ve gücüne kavuşmuş oldu.

Simonton* ve ekibi,aynı imgeleme tekniklerini (normalde on iki ay yaşama süresi olan)159 kanserli hastaya da öğrettiler ve dört yıl sonra hastaların altmış üçü yaşarken,bunlardan on dördü tamamen iyileşmiş, on ikisinde kanser gerilemiş, on yedisinde de dengelenmişti. Sonuç olarak, ortalama yaşam süresi ulusal normun iki katı olan 24,4 aya yükselmişti.(Buna benzer çalışmalar farklı kliniklerde devam etmiştir)

Yine aynı üniversitenin sağlık bilimleri rehabilitasyon bölüm başkanı (imgeleme tekniklerini geliştirme üzerinde de çalışan)Psikolog Jeanne Achterberg,inancın kişinin sağlığında önemli bir rol oynadığını söyleyerek Şifada İmgelemenin Rolü adlı eserinde, ölecek diye evlerine gönderilmesine rağmen, kendileri bunun tam tersine,iyileşeceklerine inandıkları için tümüyle iyileşerek doktorları ve herkesi şaşırtmasıyla ilgili olarak, tıp dünyasıyla ilişkili olmuş hemen herkesin,en az bir öyküsünün bulunduğunu belirtir.

Hastalığın şuur tarafından meydana getirildiği ile ilgili çarpıcı bir örnek de, Dr. Simonton ve psikolog karısı ile Achtenberg ve psikolog G.Frank Lawlis’in ilerlemiş 126 kanserli hasta üzerinde imgeleme ile hastalık arasındaki ilişkinin ne kadar güçlü olduğunu göstermek için bir deney yapmaları idi.

Bu deneyde,önce hastaların kan testini yaptılar.Daha sonra da aynı şekilde, çok geniş kapsamlı bir dizi psikolojik testten geçirdiler.Bunların birinde deneklerden,kendileri,kanserleri, gördükleri tedavi ve bağışıklık sistemleri ile ilgili imgeler çizmeleri istendi.Kan testleri hastaların durumları hakkında bazı bilgiler vermişti, fakat hiçbir temel açıklama getirmemişti.Buna karşın psikolojik testler ve resimler ise hastaların sağlık durumları hakkında birer harita niteliği taşıyordu.Araştırmacılar sadece hastaların resimlerini deşifre ederek,birkaç ay sonra ölecek ya da hastalıklarını yenecek olanları %95 doğruluk oranı ile tahmin etmişlerdir.

Bu etkinin varlığının neden olduğu etkiyle ilgili olarak, kalbe kan akışının yetersizliğinden dolayı göğüste ve sol kolda hissedilen ağrılar (ki Anjino pektoris ismiyle adlandırılır)genellikle ameliyatla tedavi edilirken,1950 yılında birkaç doktorun,ameliyat yerine sadece hastayı kesip,dikmekle de aynı tedavinin oluşturulabileceği gösterilmiştir.Bu da bize aynı zamanda ,gerçek bir hastalığın da gerçekte bir plasebo etkisinden başka bir şey olmadığını, dolayısıyla da hepimizin şuurlarının derinliklerinde,hastalıklarımızı denetleme yeteneklerine sahip olabileceğimizi söylemektedir.

Ayrı bir örnek de,California Kaiser Hastanesindeki Plasebo uzmanı Dr. David Sobel’in anlattığı bir olaydır ki, kısaca şöyle: Bir astım hastasına doktor, ilaç firmasından gelen  güçlü ve yeni bir ilaç örneğini verir ve adam bunun üzerine birkaç dakikada kayda değer bir gelişme sağlayarak rahat nefes almaya başlar .Dr., adamın bir sonraki krizi için de bir plasebo verip sonucu görmeye çalışır.Bunu deneyen adam daha sonra doktora gelerek ,verilen ilaçta yalnışlık olup olmadığını,çünkü tamamıyla hastalığını geçirmediğini sorar.Fakat doktor ona güçlü bir ilaç verdiğini söyleyerek ikna eder.İşin ilginç yanı ilaç firmasının da ilk gönderdiği ilacın da yanlışlıkla bir plasebo olduğu idi.

Bununla birlikte,araştırmalar, bir yatıştırıcı almakta olduklarına inandırıldıklarında, bir şişe dolusu kafein almış olsalar bile bu kafeine duyarlı kişilerin geceleri uykularının kaçmadığı ve rahat uyudukları,tüm soğuk algınlıkların nedeni virüsler olmasına karşın,bakterilere karşı alınan Antibiyotiklerin de aynı yararlılığı göstererek (genelde  herkes tarafından deneyimlenmiş) bir plasebo etkisi gösterdiği görülmüştür. Ayrı bir örnek de, Amerika’da Kalp krizine iyi geldiği sürekli vurgulanan asprin reklamının,bu ülkede kalp krizlerinin şaşırtıcı bir biçimde düşürmesine karşın,5139 İngiliz doktorunun yaptığı altı  yıllık araştırma sonucunda,bunun doğru olmadığının anlaşılması ile İngiltere’de aynı etkinin gerçekleşmemesini verebiliriz.

Toplumsal şartlanmalarımızın da,beden üzerinde bir plaseboya neden olduğuyla ilgili birçok örnek vardır. Bunlardan biri,Trobriant adaları halkının evlilik öncesi cinsel ilişkiyi serbest bırakması ve herhangi bir gebelik önlemi almamalarına karşın,hiçbir gebelik olayının olmamasıdır.(Kürtaj, yok denecek kadar az sayıdadır) Bunun nedeni de o toplumun evlilik öncesi hamilelik konusunda, kişiye yasaklayıcı ve baskıcı bir davranışta bulunulmasından kaynaklanmaktadır.

Olaylar bununla sınırlı değil.19. yy. ‘da On binlerce kişinin ölümüne neden olan verem hastalığının bir bakteri tarafından oluşturulduğu anlaşılınca hastalıktan kaynaklanan ölümlerin birden % 600’ den % 200’ lere düşmesinin,insanlar üzerinde neden olduğu korkunun kalkıp bu bilginin beyinlerde iyileştirmeye yönelik etki göstermesiydi. Zira, ilaç bundan elli yıl sonra bulunmuştur.

Aynı sistemden dolayı davranışlarımızın da,bedenlerimiz üzerinde etkilere yol açtığı yapılan birçok araştırmayla ortaya konmuştur. Bunlar sırasıyla,düşmanlık duygusu ve sinirli insanların,olmayanlara ya da daha az olanlara oranla kalp krizinden ölme riskinin yedi  kat fazla olması,boşanmış kadınların evli ve mutlu olanlara göre bağışıklık sistemlerinin zayıf olması,mücadeleci bir ruha sahip olan bireylerin olmayanlara oranla aids ve benzeri ölümcül hastalıklara karşın daha uzun ömürlü olmaları,eşlerini yitirmiş kişilerin tüm hastalıklarla diğerlerine göre daha sık karşılaşmaları,dua ya da ibadet edenlerin etmeyenlere oranla daha az kalp krizi geçirmeleri ya da daha çabuk iyileşmeleri,ibadethanelerde veya evinde ibadet eden, mistik konularla ilgilenen yaşlı kadınların, bunları yapmayanlara göre daha sağlıklı,rahat ve mutlu oldukları ortaya çıkmıştır.

Bilincin yarattığı beden üzerindeki etkilerin bizler tarafından işaretlerinin görülmesini sağlayan fenomenlerden biri de Hristiyanlıktaki Stigma olaylarıdır. Bu olay,çarmıha gerilmiş İsa heykellerindeki yaraların, inanan kişilerin onunla özdeşleşmeleri sonucu kendilerinde de belirmesi şeklinde meydana gelir. Bu olay ilk kez Aziz Francis tarafından görüldükten sonra, tekrarlanmaya başlanmış(herkeste bu farklı boyut ve yerlerde olmakla daha çok avuç içlerinde görülmektedir).Halbuki o dönemdeki iskeletler üzerinde yapılan araştırmalarla,bir insan bedeninin eller tarafından çivilenmesiyle onu taşıyamayacağı ortaya çıkmıştır. Fakat ellerde çıkmasının nedeni , 18. yy.’ da o şekilde resmediliyor olmasıydı. Gerçekte İsa (tarafından cennette on iki İsrail kavmine krallık edecek kişilerden biri olduğu söylenen Yahuda İskaryot) bileklerinden çivilenmişti. Üstelik,bu yaralar görülmesine karşın, enfekte olmadığı gibi kiminde devamlı iken kiminde de bazen görülmektedir, bazılarında ise bu, isteğe göre açığa çıkıp boyutları,şekli o kişi tarafından belirlenerek tekrar kapatılabilmekteydi. Bunun yanı sıra bir insanın sahip olduğu kandan fazlası akmasına karşın, bundan hiç etkilenmiyor, çünkü bunu materyalize edebiliyorlardı. Bunlardan,Veronica Guilani,ölümüne yakın, kalbinde,taç,üç çivi,haç ve bir kılıç resminin belirdiğini çizerek söyledi. Bunun doğruluğu ölümünden sonra yapılan otopside,doktorların yeminli ifadeleriyle de kaydedilerek tarif ettiği şekilde bulundu.

Bedende olduğu gibi,çevremizdeki etkiler konusunda ise,eksik ya da tek harfi yanlış yazılmış yazıların tam olarak okunması,her gün alıştığımız bir yüzdeki veya bir yerdeki değişikliklerin fark edilmeyip her zamanki halleriyle görünmesi,gözümüzdeki görme sinirlerinin birleştiği retinanın ortasında,hiçbir alıcının bulunmadığı bir noktanın varlığının etrafımızdaki görüntüleri ya da nesneleri delik deşik görmemiz (veya yarıdan azını görmemiz) gerekirken, boşlukların tamamlanmış halleriyle görünmesi,herkes tarafından da bilinen floresan lambalarının kesikli ışık yaymasına karşın (bir yanıp,bir sönme şeklinde)bizim onu kesintisiz şekilde görmemiz (mistisizmde de Kozmik Bilincin her an yeni bir şanda, yani yaratışta olmasına, tüm varlığın bir an var olup,bir an yok olarak tekrarlanmasına karşın, bizim değişmez olarak algılamakta olduğumuz belirtilmektedir. bkz Hangi Evreni Algılamaktayız? /Sufizm ve İnsan-fizik)

Bizim algılama dışımızda kalan ve basit gibi görünen şeylerin ,hayvanlar tarafından farklı yanlarının algılanması ya da onlara çekici gelen özellikte belirmesi ve yine kedi,köpek gibi hayvanların mikrodalga yapılı varlıkları algılamasını da örnek verebiliriz.

Kolektif yaratmayla ilgili olarak da,ufo’ların 1940 yıllarında(daha önce tek tük görünen) onlarca kişi tarafından gözlemlenmesiyle birlikte, bunların rapor edilmesi sonucu,bu dünya dışı yaşama ait gibi görünen fenomenlerin çeşitli ülkelerde, yüz binler,milyonlarca görgü tanıklarınca da gözlemlenmeleri konumuza örnek teşkil etmektedir. Elbette,bunlar tarafından kaçırılma olaylarını da ekleyebiliriz.

Ayrıca,Portekiz’in Fatıma kentinde üç çocuk tarafından görüldüğü iddia edilen Meryem Ana’nın,altı ay içerisinde geldikleri taktirde onlara mucizevi olaylar göstereceğine söz vermesi ve yetmiş bin kişinin bu olaya tanıklık etmesi ile çeşitli kiliselerde ağlayan Meryem ve İsa heykellerinin (ki münferit olayları bir kenara bırakırsak bunların kan oldukları da kesin belgelenmiş durumdadır)birkaç kişi tarafından görüldükten sonra, aynı fenomenin diğer insanlar tarafından da gözlemlenmesi (sadece Hristiyanlığa ait olmayıp her dinde bu türden olaylar söz konusudur),tarihi olarak da bilinen Konstantin ve askerlerinin putperestlerin Hristiyanlaşması için giriştikleri eylemin bir gün öncesinde,yapacakları eylemin kutsal varlıklar tarafından da onaylandığının işareti olarak  gökyüzünde çok büyük yanan bir Haçın belirmesini verebiliriz.

Bununla birlikte, Metafizik fenomenlerle ilgili araştırmalarda “deneyci etkisi”adı verilen bir etkinin varlığı ortaya çıkmıştır. Yani,deneyi gerçekleştirenin bu deneyin sonucunu belli bir oranda etkilemesi. Eğer deney inançsız bir araştırmacı tarafından gerçekleştiriliyorsa,oldukça düşük sonuçlar elde edilirken,inanan bir bilim adamı tarafından yapıldığı takdirde bu,hem performansı hem de sonuçların kesinliliğini artırmaktadır. Tıpkı Haysenberg’in belirsizlik ilkesi (ve diğer kuantum teorileri) gereğince laboratuarda yapılan deneylerde deneyi yapanların katılımcı statüsünde olması gibi.(Bkz Gördüğün Yarattığın mıdır/Sufizm ve İnsan-Fizik).Buna örnek olarak, garip bir şekilde, kullanılan kişiye göre rengi ve şekli değişen bir eşya gibi,laboratuardan laboratuara değişiklik gösteren Anomalon adlı taneciğin onu keşfeden (ya da yaratan) kişiye bağlı bir özelliğe sahip şekilde davranmasını verebiliriz.

Ünlü fizikçi Jack Sarfatti ise,katılımcı kavramını Browncu hareketi (sıvı ya da gaz içindeki taneciklerin durmaksızın gelişigüzel davranışlarını)açıklamak için kullanarak,bu rasgeleliğin, katılımcıların iradesinin genellikle bir araya toplanmadığının kabullenmesinden kaynaklandığını (yani,bu hareketi belirleyenin katılımcıların zihni olduğunu) belirterek şöyle devam ediyor “kuantum iç irtibatının daha derin seviyesinde yaşayan bütün sistemlerin yayıldığı alanı da içermek zorunda olsa bile bir fizik laboratuarındaki belli bir kuantum deneyinde,katılımcı,deneycinin kendisi olabilir. Bütün bilinçli sistemler deney düzeneğine göre,uzay ve zamandan bağımsız olan kuantum potansiyelinin tamamına,tek başına foton ve elektronların hissedebileceği, birbiriyle irtibatlı olmayan katkılarda bulunur.”

Bu kavram ışığında,elektronların ve diğer taneciklerin,quantum potansiyelinin sonsuz gerçeklik alanının daha derin düzeylerinde kökleşmiş olarak varlıkları bilinmezken,İnsan şuurunun evrimleşmesiyle bilinci etkileyecek (ya da zihin tarafından etkilenecek)alanlara yaklaşmış ve sonucunda da bizim gerçeklik alanında açığa çıktıklarını söyleyebiliriz. Bu yüzden de Anomalon taneciğinin, şu an için bulunduğu yeni gerçeklik alanında yeni bir kimlik arayışı içinde dalgalanması nedeniyle, tam olarak nitelik ve niceliklerinin netleşmediğini düşünebiliriz. Tıpkı nötrino parçacığında olduğu gibi.(Bkz. Gördüğün Yarattın mıdır?/Sufizm ve insan –Fizik)Şüphesiz ona bu kimliği,onu bu gerçeklik alanına taşıyanlar belirleyecektir.

Bu da bize,geçmişteki ya da teknolojiden yalıtılmış insanların,bize göre metafiziksel fenomenlerle karşılaşmalarının fazla olmasının teolojik gelişmenin yol açtığı materyalist(maddeci) görüşün beyinlerdeki şartlanma etkisinin neden olduğunu gösterir.

Bu yüzden de geçmişteki insanların fiziksel gerçekliğine yakın olan Hz Musa (as)’ ın Kızıl Denizi yarması,Hz İsa (as)’ın balıkçı teknesinden fırtınayı dindirip sakatları iyileştirip,ölülere can vermesi ve Hz. Resulallah ‘ın Ayı ikiye bölmesi...vb hadiselerin  bugünün insanları tarafından hayal statüsünde değerlendirilirken, geçmişteki insanlara eğer günümüz teknolojisi ve bilimi anlatılsa idi,onlar tarafından da bu gerçekler hayal olarak nitelendirilecekti

Şimdi bu etkiyi birimsellikten Evrenselliğe genişletebilmemiz için “İnsan neden evrende vardır?” sorusunu araştıran Antropik ilkeye göz atmamız gerekecektir.

Günümüzde yapılan araştırmalar,evrenin o kadar ince hesaplar üzerine kurulu olduğunu göstermiştir ki, mesela, elektronun elektrik yükünün biraz az ya da çok olması durumunda, yıldızların  içindeki atomlar termonükleer reaksiyona girmeyerek yıldızların, dolayısıyla büyük süper novaların** oluşumuna izin vermeyip güneş tipi yıldızlarla gezegenleri meydana getirmeyecekti. Aynı durum dört temel kuvvet için de geçerli olduğu gibi gezegen ,yıldız ve galaksilerin uzaydaki birbirlerine göre konumları için de geçerlidir.

Ünlü fizikçi Boltzman da bütün mümkün evrenler arasından bizim evrenimizin sahip olduğu parametrelerin tesadüf olarak mevcut olmasının mümkün olamayacağını, çünkü bunun “istatistiksel bir hilkat garabesi” olduğu şeklinde dile getirdi.Roger Penrose da Boltzman’ın Entropi tanımından yola çıkarak evrenin mümkün evrenler içerisinden rasgele seçiminin ihtimaliyetini 1/(10 üzeri 10 üssü 123) gibi bir sayı olduğunu, bunun da imkânsızlıkla eş anlama geldiğini belirtmiştir. Bu sayıdan sadece 10 üssü123’ ü ele alsak dahi evrende bu sayıda taneciğin olmayacağını göz önünde bulundurursak ne anlama geldiğini bir de siz düşünün.(İlk sayıdaki ifade için,her bir sıfırı bir protona yazdığımızı düşünsek bile, bu sayının kırkta birini yazmış olurduk.)

Böylece, bazı gerekli ön koşullar sağlanmasaydı, evreni gözleyebilmek ve gözlemler yapabilmek için bizler var olmayacaktık. Bu yüzden Evren İnsana muhtaçtır. Yani,evren ancak İnsan ile beraber olduğu müddetçe, şu anki özelliklerinden bahsedilebilir. Yani,zayıf insancıl ilkeye göre,gerekli olan koşulların oluşması bizlerin var olmasını sağlarken, güçlü insancıl ilke bunu,evrenin var olmasının tamamıyla bizim var oluşumuza bağlar. “Evren düşündüğü için vardır” diyen John Wheleer, bunu “eğer evreni şekillendirecek gözlemciler olmasa, fizik yasalarının ve tüm değişen evrenler olmayacaktı. Çünkü gözlemcilerin var olmadığı evren yok demektir” şekliyle ifade etti. Bu da bize,Gözlemcinin Evrenin Bizzat Kendisi olarak Evreni Gözleyenin İnsan olduğunu söyler.(Bilimin eriştiği bu gerçeğe yüzyıllar önce yaşamış Şeyhül Ekber ismiyle anılan M.İbnül Arabi, “Allah beni över,ben de O’ nu.O bana kulluk eder Ben de ona..”.şeklinde değinmiş fakat, o zaman anlaşılmadığı gibi,günümüzde dahi maalesef anlaşılamamaktadır.)

Kuantum fiziğinin atom-altı gerçekliğinin evrensel anlayışa genişlemiş bir ifadesi olan bu kavram, aynı zamanda Bhom’un Saklı Düzen ile daha da anlam kazanarak,Birim-Bütün ilişkisi içerisinde,birime ait gerçeklikten,bütüne ait gerçekliğe olan geçişin varlığını da çok güçlü olarak göstermektedir. Fakat buna rağmen neden bizlerin bunu algılayamadığımızı da Karl Pribram şöyle açıklamakta: “Çünkü tüm duyu organlarımız,şu ya da bu şekilde mercekler sistemine göre ayarlanmıştır. Gözdeki mercek sistemi daha da gelişmiştir; ama kulaktaki helezon ve hatta derideki algılama kanalları da hep bu mercek sistemine göre çalışırlar. Zaten Bekesey’in çalışmaları da tüm sensorik yüzeylerin basit birer mercek gibi çalıştığını ortaya koymuştur.”

Bu birim ve bütün ilişkisini M. İ. Arabi Fusus’ül Hikem Adlı eserinin Adem fassında şöyle ifade eder :“İnsan Allah katında bakan bir gözdeki bebek gibidir ve görmek sıfatı ile tabir edilmiş olan mahluk odur. İşte bundan dolayı ona İnsan denildi. Çünkü, Allah, mahlukatına İnsan ile nazar kıldı ve onlara rahmet etti. Şu halde, O ezeli olan İnsan,şekliyle hadis (sonradan var olan), zuhuru bakımından da ebedi ve daimdir. O iki ciheti birleştiren ayırıcı bir varlıktır (yani,ezel ve ebedi yönlerini onun vücudu birleştirmiştir.) ve âlem onun vücuduyla tamam oldu.”

Zaten Kudsi Hadiste de “Bana nafile ibadetlerle yaklaşan kulumun ben işiten kulağı,gören gözü,eli ve ayağı olurum. O benimle işitir,benimle görür,tuttuğu şey i benimle yakalar ve benimle görür”, “Ben bilinmekliğimi istedim âlemi, bilmekliğimi istedim Adem’i yarattım”denmemiş miydi?

Bir İslam Mistiği de bu konuya şöyle değinmekte: “Onun başı var, milyonlarca; kolları var, milyarlarca; ayakları var yüz milyarlarca! Bedenin organları,milyarla galaksiler!organların hücreleri, yüz milyarlarca yıldızlar! Hücrelerdeki dizinler,yıldız sistemleri!O bedenin,bir de ruhu var;tıpkı bizim ruhumuz gibi!.O bedenin,şuuru var; tıpkı ,bizim şuurumuz gibi!.O bedenin,”ben i” var; tıpkı bizim “nefs=ben imiz” gibi!.O bedenin “ben”inde bilinç var,kendi varlığına ve boyutsal sonsuzluğundaki hiçliğe!.Tıpkı derunumuzdaki hiçliğimize olduğu gibi!.O sonsuz sınırsız; adı evren !.Oysa yaradılmışın relatif kavramı sonsuzluk,sınırsızlık!.

Ben,sonsuz,ebedi; adım insan!. O,mahluk yaradılmış, Ruh adıyla isimlenmiş!.Ben mahluk yaradılmış; insan adıyla isimlenmiş...O’nun organları yenileniyor,bedeni yenileniyor,süper novalar patlayıp ,yerlerine yenileri oluşuyor!..sonsuz...Benim,organlarım yenileniyor,bedenim yenileniyor;hücrelerim patlayıp ölüyor,yerlerine yenileri oluşuyor!.Onun bedeninin ruhu var,bedeninin ayakta tutan!. Ruhunun şuuru var sistemini organize eden. Benim bedenimin genleri var,bedenimi organize edip ruhumu açığa çıkaran!.Ben yolculuk yapıyorum, Onda...Ona...Onunla! O seyrediyor bende; beni, benimle!...

Hiç oluyor insan;Hep oluyor o!...seyredilen ve seyreden!.”

İstanbul - 30.05.2001
http://afyuksel.com

Kaynakça;

Ahmed Hulusi: Sistemin Seslenişi/O Ve Ben
Ahmed Hulusi;  Dua ve Zikir
Tubitak Bilim Ve Teknik:Aralık 94-Mayıs 96
Taşkın Tuna :Sonsuz Uzaylar
Michael Talbot:Holografik Evren

*Simonton,California’daki Psifik Palisades’te Simonton kanser araştırma merkezini kurarak,başarılı yöntemini,alternatif kanser tedavisi için kullanmaktadır.

**Çevremizde gördüğümüz maddeler güneşte üretilmesine karşın, ağır maddeler için bu söz konusu olamaz. Çünkü, bunlar dev boyutlu yıldızlarda üretilebilmektedir.  Bu nedenle dünyamızda bunların varlığı Güneşten önceki bir dönemde yakınımızdaki  dev bir süpernovanın patlamasıyla açıklanmaktadır.


Üst Ana sayfa e-mail